31 Ocak 2015 Cumartesi

18 Temmuz 1703 Ayaklanması ve SOKAK HAREKETLERİ




 18 Temmuz 1703 Ayaklanması  
SOKAK HAREKETLERİ 

Turhan Feyizoğlu


Hazırlamakta olduğum herhangi bir kitap için binlerce sayfa belge okur, göz atarım. Ayrıca, onlarca dergi, onlarca gazete tarıyorum. Bu belgeleri okur, göz atarken ilgili olduğum konunun dışında da çok değişik konular ister istemez zaman zaman ilgimi çekiyor ve bunları not alıyorum. Dergilerde ve gazelerde yeralan her türlü olay ve konu yeralmaktadır not aldıklarım arasında. Siyasi bir olay, reklam, cinsellik, spor, anketler, edebiyat, sinema v.b.
Birçok dergi ve gazetede gibi TÜRKSOLU dergisi de uzun zamandır benden, kendi yayınlarına yazı yazmamı istiyordu. Yoğun çalışmalarım nedeni ile bunu yapamıyordum.
Kitap haline getirmek istediğim konular zaten kitap olarak yayınlanarak okuyucuya bir anlamda ulaşmakta. Bunun dışında kalan ve ilgimi çekip de not aldığım konu ve olaylar “Tarihin tozlu sayfalarında” kalmasın diye düşünerek TÜRKSOLU dergisine yazmaya karar verdim.
Yeni bir konu üzerine çalışmaktayım. Daha sonra kitaplaştıracağım bu konu hakkında en son okuduğum bir kitapta ilginç bir bilgiye rastladım ve not aldım. Ayrıca, günlük gazeteleri ve yayınları takip ederken, bir açıklamanın not ettiğim konu ile paralellik oluşturduğunu gördüm.
Okuduğum kitap ile televizyonda izlediğim haberi özetle aktarıyorum.

NTV’nin 25 Kasım 2003 Salı günü, saat 13.00’de yayınlanan haberinde, Gürcistan eski Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze, özetle şu açıklamayı yapıyordu:
“Etrafta ellerinde pankartlarla koşuşturan gençleri önemsemedim. Değerlendirme hatası yaptım. Dolaşır dolaşır giderler diye düşünüyordum. Sonra hükümet darbesi oldu.”
Muhalefetin, Gürcistan parlamentosunu basması sonucu 27 saat sonra istifa eden Şevardnadze’nin bu açıklamasını duyunca, aklıma Türkiye Cumhuriyeti’nde sağın ünlü politikacılarından Süleyman Demirel geldi.
Herşey aynı anda olmuyorve yaşanmıyor tabii. Bir dönem başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel’in sokak gösterileri-eylemleri ile ilgili ilginç tanımlamaları vardır. Bunları biliriz ama bilmeyenler için aktarmak istiyorum. Bir kısmı sırasıyla şöyledir:
1-10 Kasım 1968 tarihleri arasında, Samsun’dan Ankara’ya “Süleyman Demirel Hükümetini Mustafa Kemal Atatürk’e Şikayet” yürüyüşü yapan gençleri kastederek, 8 Kasım 1968’de Başbakan Süleyman Demirel, şu açıklamayı yapıyordu:
“Talebeler yürüsün. Sokaklar eskimez. Önemli olan, gösteriler kanunsuz yapıldığı, saldırı halini aldığı zaman bunu önleme gücünün gösterilmesidir.”
12 Mart 1971’de verilen askeri muhtıra ile Süleyman Demirel başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştır.
12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe sonrası kurulan Doğru Yol Partisi’nin bir dönem Genel Başkanlığını yapan Süleyman Demirel, 20 Ekim 1990’da yayınlanan açıklamasında sokak hareketleri için şu değerlendirmeyi yapıyordu:
“1876’lı yıllarda Abdülaziz’in tahttan indirilmesine kadar giderek, Talebe-i Ulum hareketleri, daha sonra gençlik hareketi olarak sokağa konulmuştur. Üniversite gençliği olması şart değildir. Bu sokak hareketlerinin arkasından da iktidar değişmiştir.”
9. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, 3 Temmuz 2000’de yayınlanan açıklamasında da şunları söylüyordu:
“Meydanlar demokrasinin ciğeridir. Meydanlar, idare edilen ile idare edenlerin hesaplaştığı yerlerdir.”
TÜRKSOLU dergisine sunduğum bu ilk yazının konusu Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanmış sokak hareketlerinden bir olaydır.
Tarih: 18. yüzyıl.
Yer: Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönem başkenti olan Edirne.
Olay: Tarihi belgelerde “Edirne Vak’ası” ve “Feyzullah Efendi Vak’ası” olarak yeralmakta, Padişah-Sultan II. Mustafa döneminde geçmektedir.
Padişah II. Mustafa, 1664-1703 yıllarında, yaşamıştır.
Yazıya konu olan şahıs Seyid Feyzullah Efendi, Sultan IV. Mehmet’in çocukları olan şehzâde Ahmet ve Mustafa’nın öğretmenliklerini yaptı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 22. padişahı II. Mustafa, bu nedenle hocası Seyid Feyzullah Efendi’yi çok sayardı. Bu sevgisinden ve saygısından ötürü onu padişahlığı döneminde Şeyhülislam yapmıştı.
Babası Erzurum müftüsü olan ve büyük bir İslam Hukuku âlimi olan Seyid Feyzullah Efendi, Erzurum’da doğmuştu. Bir çok risâle ve kitabın yazarı idi. Oğullarından en büyüğü önce Nakibül-eşraf, yani emirler başı yahut Peygamber sülalesinden gelenlerin reisi idi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahı II. Mustafa döneminde Şeyhülislamlık yapan Seyid Feyzullah Efendi’nin kayınvâlidesi olan Ummetul Cebbâr da, sarayın tanınmış nüfuzlu vâizi Vâni Efendi’nin eşi ve bilgili bir kadındı.
Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, II. Mustafa’nın kendisini çok sevmesi ve koruması nedeniyle devletin her işine karışmış, gücünü ve yetkisini kullanarak hemen bütün akrabalarını devletin en üst kademelerine getirmişti.
Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin elde ettiği bu güç saray içinde iktidar savaşına yol açmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda silahlı kuvvetler içinde cebeci olarak adlandırılan 200 kadar asker, biriken aylıklarını alamadıklarını öne sürerek, 18 Temmuz 1703 tarihinde ayaklandı.

Padişah II. Mustafa da, Şeyhülislam Feyzullah Efendi gibi kızlarından birisini Köprülüzade Numan Efendi ile evlendirmişti. Numan Paşa bir dönem Erzurum’da valilik yapmıştı. Bu arada bir noktayı belirtmek istiyorum. Bir çok olayın bir geçmişi olduğu hiç bir zaman unutulmamalı. Küçük bir ayrıntı olabilir ama bir örnek teşkil ettiği için vurgulamak istyorum. Erzurum’un İspir kazasında “Numan Paşa” isimli bir köy bulunmaktadır ve Numan Paşa’nın burada akrabaları vardır.
Rami Mehmet Paşa’nın kışkırtığı ayaklanma, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin damadı olan İstanbul Kaymakamı Köprülüzade Abdullah Paşa’nın olayı küçümsemesi ve önemsememesi sonucu gelişti. Yeniçerilerin, ulemanın, İstanbul esnafı ile tüccarının da katılmasıyla tüm kente              yayıldı.
İstanbul’daki olaylar sırasında sekbanbaşı Murtaza Ağa öldürüldü. Daha sonra, Orta Cami’de toplanan isyancılar, 21 Temmuz 1703 günü, İmam Mehmet Efendi’yi şeyhülislamlığa, Amcazade Hüseyin Paşa’nın damadı Kavanoz Ahmet Paşa’yı da sadaret kaymakamlığına atadı. İsyancılar, 50 bin kişilik düzenli bir orduyla Edirne’ye hareket etti. İsyan otuzaltı gün devam etti. Sonuçta, Padişah II. Mustafa, tahttan indirildi. Yerine, kardeşi III. Ahmet getirilerek padişah yapıldı.
Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin oğulları, kâhyası ve muhasebe müdürü Magosa’ya, damadı İstanbul kadısı Mahmud, Bursa’ya sürgün edildi.
Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin karşılaştığı ilk ayaklanma değildir bu ayaklanma. 2 Mart 1688 pazar günü akşamı sadrâzam Siyâvuş Paşa aleyhine yeniçeriler isyan etmişler ve bu sırada Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ile birlikte sadrâzam sarayında bulunan Şeyhülislam Feyzullah Efendi, sürgün olarak Erzurum’a gönderilmiştir.
Sultan-Padişah II. Mustafa döneminde, 18 Temmuz 1703 tahinde başlayan isyan 22 Ağustos 1703 tarihinde sona ermiştir. İsyanı yapan dönme ve devşirmeler, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’yi de yakaladı. Ayaklananlar, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ilk önce burnunu, sonra kulaklarını ve en sonra da dudaklarını kesti. Bunlar yapıldıktan sonra, hakaret olsun, aşağılansın diye, Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi bir eşeğe ters bindirildi, gem yerine eşeğin kuyruğu eline verildi. Bu eziyet ve barbarlık yetmedi. Sokak sokak gezdirildikten sonra Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ayrıca kolları, bacakları da kırıldı. En sonra da kafası kesildi. Şeyhülislam Feyzullah Efendi, ibret olsun diye bu şekilde Edirne caddelerinde gezdirildi. Bu sırada oğullarından biri de öldürüldü.
Ayaklananların içinde bulunan ve öfkesi dinmeyen bazı dönme ve devşirmeler:
“Bu cesedi Meriç’e atalım” dedi.
Bu sesler üzerine Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedi Meriç’in önemli kollarından biri olan Tunca nehrinin sularına atıldı. Meriç’in suları Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedini sürükledi Ege denizine götürdü.
Tarihte yaşanan olaylar gösteriyor ki, bazı ayaklanma dönemlerinde, ayaklananlar hiç bir toplumsal kuralı tanımıyorlar. Bazen barbarlaşabiliyor ve en korkunç işkence ve zalimlikleri yapabiliyorlar. Dinin temsilcisi olan ve en üst düzeyde sayılan şeyhülislama en korkunç işkence yapılarak öldürülmüş ve dinin en büyük temsilcisi olan halife padişah tahtından indirilerek hapis edilmiştir.
Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, bu döneme kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nda zorbalıkla öldürülen üçüncü şeyhülislamdır.
Bu olay ayrıca göstermiştir ki, bazı olaylar, sonuçları önceden kestirilemeyen olaylara yol açmaktadır. Örneğin üç ay biriken maaşını alamayan 200 kadar memurun başlattığı hareket, bir iktidarın sonunu getirmiştir.

http://www.turksolu.com.tr/48/feyizoglu48.htm

..          

Paranoya değil., Gerçek Emperyalizm Böler!





Paranoya değil.,  Gerçek  Emperyalizm Böler!


Özgür Erdem 


Sevr paranoya mı gerçek mi?

Sevilla zirvesine bir aydan az bir zaman kala AB tartışmaları yeniden alevleniyor. Liderler zirvelerinin başlıca konusu AB’ye verilen taahhütlerin ne zaman ve nasıl yerine getirileceği. Mesut Yılmaz’ın başını çektiği kesim Avrupa trenini kaçırmamak için bir an önce Kürtçe eğitim, Apo’nun statüsü ve Kıbrıs konularında AB taleplerini kabul etmek gerektiğini savunmaya devam ediyor. 

Türkiye’nin AB’ye girmek için canla başla çalıştığı, zirve üstüne zirve planladığı günlerde AB Türkiye temsilcisi Karen Fogg, Kıbrıslı Türklere ayaklanma çağrısı yaparken, AB isim değiştiren PKK’yı terör listesine almamakta direniyor. Ermeni sorunu tartışmaları ise Türkleri soykırımcı ilan eden Ararat filminin Cannes’da gösterime girmesiyle yeniden alevleniyor. 

Türkiye’nin AB tarafından bölünme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunanlar Sevr paranoyası içinde olmakla suçlanırken AB taleplerinin bir demokratikleşme ve özgürlük paketi olduğu söyleniyor. AB’nin Türkiye’yi bölme planlarını yerine getirilmesi gereken birer taahhüt olarak gören Mesut Yılmaz, bir süre önce “Türkiye AB’ye üye olmazsa 10 yıl sonra bütünlüğünün tehlikeye gireceğini” söylemişti. Yani Sevr, aslında ona paranoya diyenler için bile güncel bir olasılık. 

Türkiye’nin bütünlüğünden bahsedenlerin öncelikle Türkiye’yi kimin böleceği sorusunu cevaplaması gerek. 

Dünyanın nasıl bölündüğünü incelemek bu konuda uyarıcı olabilir. Çünkü Batı bunca yıldır hiç bölünmemesine karşılık dünyanın geri kalanını parçalara ayırarak yönetiyor. Doğu Timor’un da kurulmasıyla BM’ye 192. üyesini kazandıran Batının 193.’yü de Türkiye’den koparmaması için hiçbir neden yok. 

Bölünmüş Milletler’in 192. ülkesi Doğu Timor 

ABD, Avrupa ve Birleşmiş Milletler’in ortak çabasıyla Endonezya’dan koparılan Doğu Timor’un bağımsızlığı 19 Mayıs günü onaylandı. Bağımsızlık gününde ülkenin bayrağı Clinton tarafından göndere çekilirken 20 Mayıs günü Amerikan kaynaklı Avustralya petrol şirketi Philips Petroleum ile yapılan 5 milyar dolarlık petrol ve doğal gaz anlaşması, Doğu Timor’un Endonezya’dan koparılmasının ne anlama geldiğini gösterdi. 

Doğu Timor 1999’dan beri BM yönetimindeydi ve bu yönetimin “Doğu Timor’u bağımsızlığa hazırlamak için” aldığı ilk karar, Avustralya ile yapılacak bu anlaşma ile ilgili görüşmelerin açılmasıydı. 

1999 öncesinde Doğu Timor’un bağlı olduğu Endonezya, önce Hollanda ardından da Japon sömürgeciliğine karşı bir bağımsızlık mücadelesiyle kuruldu. Doğu Timor ise Portekiz işgali altındaydı. Endonezya’nın milliyetçi lideri Sukarno antiemperyalist bir programa dayanıyordu ve 1955’te tüm bağlantısız ülkeleri kendi ülkesinde düzenlenen Bandung Konferansı’nda emperyalizme karşı birleştirmişti. Dünya için antiemperyalist bir cephe öneren Sukarno, kendi bölgesinde de mümkün olan en geniş birliği savunuyordu. Bu amaçla daha sonra Malezya federasyonunu oluşturacak devletlerle birlikte bir konfederasyon kurulmasını önerdi. 

Bu çabalara yanıt olarak emperyalizm 1963’te Malezya’yı Endonezya’dan ayırdı ve daha sonra ayırdığı bu ülkeyi de bölerek Singapur’u İngiliz Devletler Topluluğu’na aldı. Faşist bir darbeyle devrilen Sukarno’nun yerine Suharto geçti. Suharto komünistlere ve milliyetçilere yönelik 1 milyon kişinin hayatına malolan bir katliam düzenleyerek ülkeyi yeniden emperyalizme bağladı. 

Suharto, 1975’te Portekiz’in çekilmesiyle birlikte Doğu Timor’u da Endonezya’ya bağladı. Emperyalizme bağımlı faşist bir yönetim varolduğu sürece Doğu Timor’un Endonezya’ya bağlı olması emperyalizm için bir sorun yaratmadı. Bugün sol kompradorların savunduğunun aksine, emperyalizm ve işbirlikçisi Suharto’nun karşısında Doğu Timor’un bağımsızlık mücadelesi değil, Endonezya’nın komünistleri ve milliyetçileri vardı. 

Ama Suharto’nun devrilmesiyle beraber ülkedeki çıkarları tehlikeye giren ABD, yeni yönetimin IMF programlarını uygulamadaki isteksizliği de ortaya çıkınca Endonezya’dan desteğini çekti ve klasik plan yürürlüğe girdi: BM’nin insani müdahalesi, ardından BM’nin geçici yönetimi ve bağımsızlık. 

Doğu Timor 19 Mayıs günü bağımsızlığının onaylanmasıyla BM’ye üye 192. ülke oldu. Böylece BM’nin Birleşmiş Milletler’i değil Bölünmüş Milletler’i bir araya getirdiği tekrar görülmüş oldu. 

Emperyalizm dünyayı bölüyor 

Doğu Timor, emperyalistlerin dünyayı bölme çabalarında ne ilk ne de sonu temsil ediyor. Son on yılda emperyalist müdahalelerin yöneldiği öncelikli hedef yayılmasının önünde engel olarak gördüğü ülkeleri bölmek oldu. 

Yugoslavya ve Irak en yakın örnekler. Yugoslavya İkinci Dünya Savaşı sonrası çeşitli etnik kimliklerden tek bir Yugoslav ulusu yaratma amacında oldukça yol katetmişti. Emperyalizme alternatif bir düzeni Avrupa’nın yanıbaşında ve oldukça büyük bir toprak parçasında kurmaya girişen Yugoslavya da Endonezya gibi bağlantısız ülkeler arasındaydı. 

90’larda Hırvatistan ve Slovenya’yla başlayan bölünme Bosna’da bir uluslararası sömürge rejiminin kurulması, Hırvatistan’ın ve Makedonya’nın koparılmasıyla devam etti. Yugoslavya’yı parçalara ayıran emperyalistler daha sonra da bu parçaları ayırmaya giriştiler; Kosova’da sömürge rejimi kurulurken Makedonya’da Arnavut ayrılıkçılar ayaklandı ve yeniden canlandırılan Büyük Arnavutluk projesi neredeyse tüm Balkan ülkelerini tehdit edecek seviyeye dek geliştirildi. 

Irak ise güçlenip Arap ülkelerini birleştirme potansiyeline erişmeye başladığında emperyalist müdahaleyle karşılaştı. Şu an Irak üç parçaya bölünmek isteniyor. Kuzey Irak’ta kurulmak istenen Kürt devletinde oldukça yol katedildi. Irak’ın güneyinde ise Şiilerin yaşadığı bölge Kuveyt’i de garanti altına almak amacıyla fiilen Irak’tan koparıldı ve uçuşa yasak bölge haline getirildi. 

Yugoslavya’da olduğu gibi Irak’ın bölünmesi de diğer bölünmeleri tetikliyor. Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt Devleti Türkiye’nin bölünmesinin de önünü açıyor. Emperyalistlerin her bölme çabası başka bölünmeleri doğuruyor ve müdahale potansiyeli yaratıyor. 

Hindistan ve Pakistan arasında Keşmir kaynaklı çatışma da yeni bir bölünmeye işaret ediyor. Pakistan’ı Hindistan’dan koparan emperyalistler, şimdi de bu iki ülkenin çatışmasından yararlanarak yeni bir müdahalenin ve yeni bir sömürgenin yolunu açıyor. Keşmir’e insani müdahale ve ardından gelebilecek bir sömürge yönetimi olasılığı hiç de uzak değil. 

Uluslaşmanın önündeki engel sömürgecilik 

Emperyalizm bugüne kadar hep birleşme yolunda olan veya birleşmiş ulusları bölerek ilerledi. Ezilen ülkeler daha ulus olamadan sömürgecilerle karşılaştıkları için siyasi birlik kuramadılar ve uluslaşamadılar. Batı ise uluslaşmasını prenslikleri bir ulus içinde birleştirerek gerçekleştirdi. Almanya’nın ve İtalya’nın kurulması birbirinden bağımsız topluluklar olarak yaşayan prenslikleri zor yoluyla birleştirerek mümkün oldu. 

Eğer sömürgecilerle karşılaşmasa dünyanın geri kalanı da kendi ulusal birliklerini sağlayacaktı. Batı, uluslaşmasını erken bir tarihte sağladığı için bugün kimse 500 yıl öncesinde kalmış prensliklerin haklarından sözetmiyor. Oysa aynı Batı, bağımsız ulus devletleri prensliklere bölüp, ulusların kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirdiğini iddia ediyor. 

Fakat Batı tarihinin kendisi, farklı dillerin veya etnik kimliklerin farklı uluslara denk düşmediğini kanıtlıyor. Alman, Fransız, İtalyan uluslarının kaç dilsel ve etnik kimliğin birleştirilmesi ile oluşturulduğunu bugün kaç kişi hatırlıyor? 

Batı kendi uluslaşmasını kapitalist yoldan sağlarken sömürgeci karakteriyle dünyanın geri kalanının uluslaşmasının karşısına dikildi. Bu yüzden de sömürgecilik sonrası bütün uluslaşma deneyimleri Batının aksine sömürgeciliğe ve kapitalizme karşı mücadele içinde ilerledi. 

Bugün dünyanın bölünmesinin anlamı sömürgeciliğin dünyanın geri kalanının uluslaşmasını engellemesidir. Bu amaçla ya yapay devletler kurulur ya da birbiriyle ilişkili toplulukları farklı sömürgecinin işgal etmesiyle yine yapay bir bölünme yaratılır. 

Uluslaşma aşamasındaki ülkelerden sömürgeciler farklı zamanlarda çekilmiş ve böylece bugünkü bölünmüş siyasal yapı oluşmuştur. Irak, Suriye ve Mısır’ı; Endonezya, Malezya ve Doğu Timor’u; Vietnam, Laos ve Kamboçya’yı veya Afrika’nın onlarca devletini birbirinden ayıran etnik ve dilsel farklılıklar değil, budur. 

Kendi kaderini tayin hakkı Wilsonculuktur 

Bu bölünmelerin hepsi kendisine yüce bir anlam yüklenen “kendi kaderini tayin hakkı” kavramı çerçevesinde açıklandı. Wilson prensiplerinin temeli olan ulusların kendi kaderini tayin hakkı, aslında ezilen ülkelerin uluslaşmasını engelleyerek bu hakkı ortadan kaldırmaktan başka bir şey ifade etmiyordu. Bu prensiplere göre aslında yalnız Batı uluslarının kendi kaderini tayin hakkı vardı ve bu hak zaten gerçekleşmişti. Diğer ulusların kaderini ise emperyalistler tayin edecekti. Bu yolla pek çok ülkenin kaderi emperyalistlerin gizli pazarlıklarında tayin edildi. 

Wilson ilkeleri Sevr planıyla bölünmeye çalışılan Türkiye’de ve tüm Arap yarımadasında uygulandı. Böylece yapay uluslar yaratılarak gerçek uluslaşma engellenmiş oldu. Wilsoncu politika basit bir böl-yönet politikasının ötesinde bir anlam ifade ediyordu. Emperyalistler sömürgelerinin kendilerine karşı ancak uluslaşarak direnebileceklerini gördükleri için bu süreci engellemeyi başlıca görev olarak belirledi. Devrimci milliyetçiler de bu gerçeğin bilincindeydi ve hepsi emperyalizme uluslaşarak direnme ve emperyalizmin çizdiği sınırları tanımama yolunda yürüdü. 

Emperyalist müdahalenin gerekçesi azınlık hakları 

Bugün ezilen ülkelere yönelen tüm saldırılar ve askeri müdahaleler Wilson mantığıyla yürütülüyor. NATO temel misyonunu azınlık hakları ihlallerine müdahale olarak belirliyor. NATO’nun bu konsepti kullanarak yürüttüğü ilk savaş Yugoslavya savaşı oldu ve bu bölgeye NATO’nun yerleşip sömürge yönetimlerini kurmasıyla sonuçlandı. 

200 yıl öncesinin sömürge savaşlarından hiç bir farkı olmayan bu savaşlarda NATO solun önemli bir kısmını da yanına çekmeyi başardı. Kosova gibi Doğu Timor’un kurulmasında da en önde mücadele verenler Batının emrindeki komprador solcular oldu. Kendi ülkelerinin bağımsızlığını ağızlarına almaktan utananlar, Kosova ve Doğu Timor’un bağımsızlığını bir bir selamladılar. 

Ama bu ülkelerin bağımsızlığını kazanması sömürgeciliğe karşı bağımsızlığını kazanan uluslara hiç benzemiyordu. 19 Mayıs’ta Atatürk emperyalizme karşı silaha sarılmıştı, yine bir 19 Mayıs günü Doğu Timor lideri Gusmao ise ülkesinin bağımsızlığı ilan edilirken Clinton’a sarılıyordu. 

Emperyalizmle savaşmayanın bağımsızlık hakkı yoktur 

Ezilen ulusların bölünmesine karşı çıkanlar hep bağımsızlık hakkına saygılı olmamakla suçlandılar. Bu suçlamayı yapanlara göre her farklı dil konuşan etnik topluluğun devlet kurma hakkı vardı ve bu hakka saygı duymak her ilericinin görevi olmalıydı. 

Bir devlet kurmak için uluslaşmak gerektiği uluslaşmaya hizmet etmeyen bir devletin ise emperyalizmin kuklası olmaktan öteye gidemeyeceği gözden kaçırıldı. Aslında uluslar içinde azınlıklar yaratarak her etnik topluluğa bir devlet hediye etmek emperyalizmin bugün planladığı dünya imparatorluğunun temelini oluşturuyor. Bu plana hizmet edenler, gerçek uluslaşmayı engelledikleri için aslında bağımsızlık hakkını da ihlal etmiş oluyorlar. 

Uluslaşmak ve bağımsız bir devlet kurmak ancak emperyalizme karşı savaşmakla mümkün ve bu savaşta emperyalizmin safında yer alanlar hiç bir desteği haketmiyorlar. Bu yüzden de emperyalizmle savaşmayanın bağımsızlığa da hakkı olmadığını savunmak gerekiyor. 

Uluslar kaderini birleşerek tayin eder 

Arap ulusunun bölünmesi, sorunu anlamak için çok önemli bir örnek oluşturuyor. Bugün Ortadoğu’nun neredeyse tamamında ve Mağrip’in büyük kısmında tek bir Arap ulusu yaşıyor. Ama emperyalizm Arap ulusunun kendi kaderini tayin etmesine izin vermediği gibi bu topraklarda yapay olarak 21 tane devlet kurulmasını sağladı. 

Örneğin Irak ve Suriye arasındaki sınır İngiliz ve Fransız emperyalizminin Osmanlı’yı paylaşması sonucu oluştu. Suudi Arabistan, Kuveyt, Ürdün, Lübnan,Yemen gibi ülkeler de kukla devletler olarak kuruldu ve aralarındaki sınırlar da yapay olarak çizildi. 

Kuveyt, Irak’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra kurulan ve sınırlarını emperyalizmin çizdiği bir şeyhlikti. Bir millet değildi ama Irak Kuveyt’i işgal ettiğinde bir çok kişi Kuveyt’in egemenlik haklarının ihlal edildiğini ve Saddam’ın Kuveyt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına saygılı olması gerektiğini savundular. 

Oysa ki Arap ulusunun egemenlik haklarını ihlal eden Kuveyt’in kendisiydi. Kuveyt, emperyalizmin yarattığı kukla bir devlet olarak Arap ulusunun birleşmesini engelliyordu. Saddam ise bir anlamda ulusunun kaderini birleştirerek tayin ediyordu. Kaddafi’den Nasır’a tüm Arap milliyetçilerinin farklı yollarla da olsa bu amaca hizmet etmesi bundandı. Çünkü uluslaşmak ancak birleşerek mümkündü. 

Türkiye de bölünüyor 

Türkiye’de de uluslaşma ve bağımsızlık, emperyalistlerin çizdiği sınırları reddederek gerçekleşti ve Türkiye kendi kaderini emperyalizme karşı birleşerek tayin etti. Bu yüzden Türkiye’yi 100 yıl öncesine götürmek için aynı Sevr planını uyguluyorlar. 

Batının Türkiye’yi bölme çabalarını Sevr paranoyası olarak değerlendirenlerin dönüp Türkiye tarihine ve dünyaya bakmaları gerekiyor. Bugün bin parçaya bölünmüş devletlerden biri değilsek bunu emperyalizme bir tam bağımsızlık devrimiyle cevap vermemize ve ardından hızla uluslaşmaya girişmemize borçluyuz. Uluslaşma sürecimiz halen tamamlanmış değil. Bu süreci engelleyen ve yavaşlatan tüm güçler emperyalizme hizmet ediyor. 

Kürtçe eğitim uluslaşmanın önünde engel 

AB’nin öncelikli taleplerinden biri Kürtlere anadilde eğitim hakkının tanınması. Bu talep basit bir kültürel sorun olarak ortaya konuyor. Ama gerçekte azınlıklar yaratarak Türkiye’yi bölme planının bir parçası. 

Emperyalizmin yeni politikasına göre Batı dışında farklı dil konuşan her etnik topluluğun devlet kurma hakkı var. Dil ile ulus arasında dolaysız bir bağlantı kuran emperyalistler bu talebin kabul edilmesiyle beraber önce bir Kürt ulusunun ardından da Kürt topraklarının varlığını savunacaklar. Dahası bugün Batıda büyük bir kesim Kürdistan toprağını açıkça tanıyor. Ortada dolaşan Sevr haritaları paranoya değil, gerçek belgeler. 

Kurtuluş Savaşı’ndan beri, emperyalizme karşı direnerek başlattığımız uluslaşma sürecimiz ayrı bir Kürt ulusunun tanımlanmasıyla engelleniyor. Türkler ve Kürtler yüzyıllardır yanyana yaşıyor ve tek bir ulus oluşturma yolunda çok önemli mesafeler katetmiş bulunyor. Emperyalizmin anadilde eğitim yoluyla empoze ettiği Kürtlük bilinci sayesinde bu süreç sekteye uğratılacak. Kürt ulusal kimliğinin Kürtçe eğitim yoluyla tanınması ve geliştirilmesi sayesinde, Kürtlere özerklik, hatta bağımsızlık verilmesi gibi talepler öne sürülecek. 

Ermeni soykırımı tasarılarının amacı toprak talebi 

Türkiye’yi bölme girişiminin bir diğer ayağı da Ermeni sorunu. Ermeniler Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın düşmanı olan Ruslarla işbirliği yapmış ve bağımsız Ermenistan’ı yaratabilmek için Doğu Anadolu’da ayaklanmalar gerçekleştirmişti. 

Ermeniler, uluslararası kamuoyunda inandırıcı olabilmek için Doğu Anadolu’da kendilerinin çoğunlukta olduğunu göstermek zorundaydılar. Bu nedenle, Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı boyunca Ruslarla beraber Osmanlı’ya karşı savaşmakla kalmadı, Doğu Anadolu’daki Türk varlığını yok etme amacıyla sistemli katliamlar düzenledi. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu ayaklanmaları bastırma çabaları ve ayaklanan Ermeniler’in ülkenin farklı yerlerine tehcir (zorunlu göç) edilmeleri sonucu ölen Ermenilerin sayıları abartılarak kamuoyu yaratılmaya çalışıldı. 

İstediklerini Sevr Anlaşması’yla elde edecek olan Ermeniler, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarılı olması sonucu, he-defledikleri Amerikan mandası altındaki Büyük Ermenistan projesini hayata geçiremediler. 

Ermeni Soykırımı iddialarının 85 yıl sonra tekrar gündeme getirilmesinin nedeni açık. Emperyalizm Türkiye’ye soykırımı kabul ettirirse, Ermenilerin o dönem yaşadığı toprakları tazminat olarak talep edebilir. Emperyalistlerin hizmetindeki Ermeniler, Sevr ile yapamadıklarını, Türkiye’nin Avrupacı çevrelerinin AB hayalleri sayesinde tek kurşun atmadan gerçekleştirmeyi planlıyor. 

Yunanistan 50 yıldır yaşadığı adaya ‘vatan’ diyor, Yılmaz ve TÜSİAD ‘ver gitsin’ 

Kıbrıs ise, Türkiye’nin Batı tarafından köşeye sıkıştırılmak istendiği bir başka konu. 1571’den beri Türklerin yaşadığı Kıbrıs adası, Türkiye’nin aslında ayrılmaz bir parçası. Ancak ada, Türkiye’nin Güney ve Doğu bölgelerinin savunulması ile emperyalizmin Doğu Akdeniz ve Ortadoğu politikasındaki stratejik önemi nedeniyle Türkiye’den kopartılarak AB’ye bağlanmak isteniyor. Böylece hem Türkiye güçsüzleştirilecek, hem de Avrupa, Doğu Akdeniz’de son derece stratejik bir askeri üsse sahip olmuş olacak. 

Bunu yapmak için de emperyalistler yine kendi kaderini tayin tuzağını kullanıyorlar. Türkiye’den ayrı bir varlığa, çıkara ve tarihe sahip olmayan Kıbrıslı Türkler bir Kıbrıs milleti içinde birleştirilerek Türkiye’den koparılmaya çalışılıyor. 

Olmayan bir Kıbrıs milletinin kaderini de elbette emperyalistler tayin ediyor. Bu Kıbrıs milletinin büyük ortağı Rumların adadaki konumlarının yüz yıllık bir tarihi bile yok. Rumların adadaki varlığı bütünüyle İngiliz sömürge yönetiminin, emperyalist müdahalelerin ve Türklere yönelik sürdürülen saldırıların ürünü. Buna karşılık Yunanistan 50 yıldır egemen olmaya çalıştığı toprağa vatan derken, Yılmaz ve TÜSİAD ver gitsin diyor. 

Girsek de girmesek de bölmek istiyorlar 

Türkiye’nin kompradorları Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu ve Kıbrıs konusunda Batı’nın dayatmalarına AB’ye girerek dayanabileceğimizi savunuyor. İngiltere, İspanya, İtalya, Almanya gibi değişik milletlerden oluşan devletlerin bölünmemesi, hatta tüm Avrupa devletlerinin AB çatısı altında birleşmeye gitmesi örnek olarak gösteriliyor. 

Gerçekten de tüm dünyayı bölen Batı, kendi içinde tüm ulusal sınırları ortadan kaldırarak birleşmeye gidiyor. Türkiye’nin bölünmesini savunan Fransa da İtalya da İngiltere de etnik anlaşmazlıklar yaşıyor ama bölünmüyor. Çünkü dünyada bölünme planları zaten buralarda hazırlanıyor ve Türkiye de tarih boyunca Batı’nın bölmek ve yönetmek istediği ülkelerden biri olarak bu planların başlıca muhattabı. 

AB’ye girersek bölünmekten kurtulabileceğimizi savunanlara zaten bir zamanlar Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katıldığını hatırlatmak gerekiyor. Kırım Savaşı sonrası Avrupa Konseyi’ne alınan Osmanlı, bu sayede bölünmekten kurtulmak bir yana, Batı’ya daha da bağımlı hale gelerek daha hızlı bölünmüştü. Türkiye’yi Avrupa Konseyi’ne sokan da Türkiye’yi işgal eden İngiltere’ydi. 

Tarihimizin gösterdiği gibi Avrupa’ya dahil olup olmamak Türkiye’nin bölünme planlarını değiştirmiyor. Çünkü Batı’yı Batı yapan ezilen ülkeleri bölerek daha rahat yönetme çabasıdır. 

Batı’nın her zaman iştahını kabartan Türkiye’nin Batı’nın bölücü yüzü dışında karşılaşabileceği başka bir yüz bulunmuyor. Yani AB’ye girsek de girmesek de kaderimiz bölünme planları ile savaşmak. Bu kaderi tersine çevirmenin tek yolu ise emperyalizme karşı uluslaşmayı sürdürerek mücadele etmek. 1 

http://www.turksolu.com.tr/05/kapak5.htm

Çocuklar, Yaptıkları değil, Buldukları Dünyada yaşarlar...






Çocuklar, Yaptıkları değil, Buldukları Dünyada yaşarlar...



Bugün dünya genelinde 264 milyon çocuk istihdamın içinde, 168 milyonu “işçi”.

Dünya’da her 5 çocuktan biri, ülkemizde çocukların % 56’sı çalışmak zorunda!

Evet, yanlış okumadınız: Oyunla büyümesi, okulda yoğrulması gereken çocuklar bunlar.

Oysa, ne 1924’teki Cenevre Deklarasyonu, ne 1989’daki Çocuk Hakları Sözleşmesi, ne de bizim Anayasa’mız böyle demiyor.

Ancak gelir dağılımı eşitsizliği ve sosyal fonların yetersizliği, çocuklara bedel ödettiriyor.

ABD’nde ‘bile’ çocukların % 20’si yoksul. Siyahiler açısından bu oran; % 38.

Dünya’nın “gelişmiş” ülkeleri çocuklarının yoksulluk sıralamasında; Yunanistan ilk sırada; İspanya üçüncü, Meksika beşinci, Türkiye on birinci, İngiltere on altıncı sıradalar.

Gelişmekte olan dünyada işler daha da sarpa sarıyor: Çocuklar savaşlarda ölmekle kalmıyor, cephelere sürülüyor, uyuşturucu ticaretine konu oluyor; insan kaçakçılığının kucağına atılıyor.

Dönelim Türkiye: Yeryüzünde ilk çocuk bayramını tanımlayan ülkemize…

2006-2012 verilerine göre çocuk işçiliğinde azalma olduysa da bilinen o ki, 399 bini tarımda olmak üzere 893 bin çocuk çalışmakta…

Daha geniş bir kavramla “ev içi istihdam” temelinde 7.503.000 Türk çocuğu okula veya oyuna değil, evin eksiğini gediğini gidermeye, küçük siparişleri yerine getirmeye koşmakta.

Buna tarımda çalışanları da eklerseniz 8 milyon 397 bin (5-17 yaş) çocuğumuz “çalışmakta”!

Okula devam ederek çalışan çocuk sayısı yarıdan fazla (%64) artmış: 445 bine ulaşmış.

Çocukların bu durumu, annelerin ve ekonominin durumundan bağımsız değil.

Ülkemizde bir hesaba göre işsizlik % 17.1 oranıyla 5 milyon 430 bin.

2006-2012 döneminde kadınların iş gücüne katılım oranı yüzde altı puanlık artış göstermiş ama sonuçta genel oran % 28.1 de kalınca bu bizi 183 ülke arasında 169. sıraya yerleştirmiş.

Türkiye’de halen servetin % 78’i en zengin % 10’un elinde. “Tasarruf “ en zor denklem.

Hak ve fırsat eşitliğini zorlayan koşulları aşmak zorundayız.

Şu demek: çocuk, ailesi için ödüldür, ancak yaşam koşullarını ona sağlayan bizleriz.

Eğitime, sağlığa, sosyal olanaklara daha çok yatırım yapmalıyız.

Kurallı bir iktisadi işleyişin en başındaki hedefine; çocukların mutluluğunu koymalıyız.


r.b.kirmaci@gmail.com

https://wordpress.com/read/post/id/9529351/142/

.

29 Ocak 2015 Perşembe

Batıya Bağımlı Sistem nasıl işliyor?



Batıya Bağımlı Sistem nasıl işliyor?










Esas çatışma  Batıyla dünyanın geri kalanı arasında








TÜRKSOLU: Son günlerde küreselleşme yeniden tartışılmaya başlandı. Orgeneral       Büyükanıt yaptığı konuşmada küreselleşme sürecinde gelişmiş ve azgelişmişlerin çıkarlarının çatıştığını vurguladı. Sistemin içinde Batı ülkeleri ve azgelişmiş üleler arasındaki çatışmaya kaynaklık eden mekanizma nedir?
EROL MANİSALI: Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan Batı kutuplu, daha çok Amerikan kutuplu dünya düzeni, Batı ile azgelişmiş ülkeler arasındaki farkı, uçurumu derinleştirmiştir. Bu farklılık sadece iktisadi olarak değil, siyasi, askeri ve kültürel olarak da ortaya çıkmıştır. Bu düzenin işlevsel mekanizması da artık tanımlanmıştır.
Şemada da görüldüğü gibi ABD ve Avrupa merkezli bir düzen, iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel politikalarını tüm dünyaya empoze etmektedir. Batı cephesi içinde de, bir rekabet hatta belli sınırlar içinde bir çatışma söz konusu olmakla birlikte, esas meselenin Batı emperyalizmiyle, Batı kapitalizmiyle diğerleri arasında olduğunu hiçbir zaman gözden uzak tutmamak durumundayız. Avrupa’yla ABD arasındaki rekabet geçici ve taktik nedenlere dayalı bir meseledir. Bu rekabet devam edecektir ama esas çatışmanın odak noktasını bir tarafta ABD ve Avrupa Birliği’nin (AB) oluşturduğu Batı ile diğerleri yani dünya nüfusunun % 85’i arasındaki dengesizliktir.
TÜRKSOLU: Küreselleşmeden her tarafın kazanç sağlayabileceğini, Türkiye’nin de kazançlı çıkabileceğini söyleyenler var.
EROL MANİSALI: Ben bunu bir tahterevalliye benzetiyorum. Birinin yükselmesi diğerinin alçalmasına bağlıdır. İkisinin birden yükselmesi kesinlikle söz konusu değildir. Zaten kapitalizmin dinamikleri bunu olanaksız kılmaktadır. Somuta indirgediğimiz zaman yüksek teknolojide bazı ülkelerin gelişebilmesi, Amerika’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın, Almanya’nın gelişebilmesi, Türkiye’nin, Mısır’ın, Pakistan’ın, Ukrayna’nın gelişmemesine bağlı olan bir hadisedir. Eş zamanlı olan bir gelişme söz konusu değildir. Tarımda ve bazı hizmet sektörlerinde bu eşitsizlik daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de son 15 yıl içinde tarım sektöründeki gerilemeye bakarsanız bunu açıkça görebilirsiniz. Mesala bugün yıllık 1,5 milyar dolar civarında yağlı tohum ithalatımız vardır. Bu Türk tarım potansiyelinin, üretiminin yetersizliğinden kaynaklanan bir hadise değil, tamamen sistemin gereklerinin ve özellikle son 10-15 yılda tek taraflı dayatılan sistem politikalarının sonucudur. Tek yanlı anlaşmalar, Türkiye’nin ulusal bir ticaret politikası belirleyebilme olanağının elinden alınması, hükümetlerin ve bürokrasinin büyük ölçüde Batıdaki güç odaklarına bağımlı olarak hareket etme durumunda kalmaları şemada da görüldüğü gibi Batı ve Türkiye gibi azgelişmiş ülkeler arasındaki edilgenlik ve etkinlik konumlarını siyahla beyaz gibi ortaya çıkarmaktadır. Bunu da galiba ilk defa olarak “Dünya’da ve Türkiye’de Büyük Sermaye” kitabımda yazdım.
Sistem ulusal ekonomiyi çökertiyor
TÜRKSOLU: Tüm dünyada bir küreselleşme karşıtlığından bahsediliyor. Ancak Batının küreselleşmeden zararlı değil kazançlı çıktığı ortada. Batı ülkeleri ve ezilen ülkeler arasındaki bu çıkar çatışmasını somut olarak nasıl açıklayabiliriz?
EROL MANİSALI: Sistemin işleyişinin bilimsel bir tahlili herşeyi ortaya çıkarmaktadır. Burada esas önemli konu Batıda mikro ve makro verimliliğin örtüşmesine karşılık, Batı dışındaki ülkelerde sistemin mikro ve makro verimliliği örtüştürmeyecek şekilde işlemesidir.
Bugün Petkim, Tekel idaresi özellikle bu hale getirilmiştir. Bu sistemin son 15-20 yıllık operasyonudur. Bu tür kamu işletmeleri sanki işletilemez birer KİT haline dönüştürülmüşlerdir ve sonuçta adeta satılması, özelleştirilmesi kaçınılmazmış gibi sistem tarafından sunulmuşlardır. Bir kamu şirketi diyelim ki Tekel kendi ülkesi için, Türkiye ekonomisi ve sosyal politikası lehine çalıştırılabilecekken, Tekel ile Türkiye’nin makro maksimizasyonu arasındaki örtüşme bizzat bürokrasi ve siyaset tarafından ortadan kaldırılmaktadır. Sonunda Tekel’in çokuluslu şirketlere satılması ve Tekel sayesinde ülke içinde Batının elinde tekelci bir konumun sağlanması bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Bu sadece Ali’nin, Mehmet’in, Ayşe’nin icraatlarının bir sonucu değildir, sistemin işlevsel bir gereğidir.
Bu konudaki ayrıntılı değerlendirmelerimi AB’yle 1995 belgesi imzalanmadan önce de belirtmiştim. Soğuk Savaş sonrası Yeni Dünya Düzeni’nin Türkiye’yi nasıl bir tek yanlı bağımlılığa mahkum ettiğini açıkladım. Türkiye’de kamuya gelir, topluma istihdam sağlayan işletmelerin özellikle kötüleştirilerek özelleştirilmiş, genellikle çokuluslu şirketlere satılmış veya tasfiye edilmiştir. Tasfiye edilen şirketlerin ürünleri de dışarıdaki çokuluslu şirketlerden Türkiye’ye ithal edilmeye başlanmıştır. Traktörden sigaraya kadar, devlet demir yollarının vagonlarından telefona kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan ürünler açısından Türkiye piyasası Batıya açılmıştır.
İşlevsel olarak da çözümlediğimiz gibi dünyada ve Türkiye’de büyük sermaye Batı kapitalizminin Türkiye’nin de içinde bulunduğu diğer azgelişmiş ülkelere empoze edilen yeni bir yapılanma şeklinin temel yürütücüsüne dönüşmüştür. Bu yapıda şirketler ön plana çıkmıştır. Hem Batıdaki büyük şirketler ön plana çıkmıştır, hem de azgelişmiş ülkelerde onların işbirlikçisi olan yerel büyük şirketler ön plana çıkmıştır. Ancak bu büyük şirketlerin aralarında işlevsel olarak büyük bir fark vardır.
Büyük sermaye kazanırken Türkiye ekonomisi zayıflıyor
Batıda şirketlerin mikro düzeyde kâr maksimizasyonu ile Batı ekonomilerinin makro maksimizasyonunun örtüşmesidir. Batıda şirketlerin kâr oranının artması mensup oldukları ülkeye katma değeri yüksek, teknoloji değeri yüksek, iktisadi değeri yüksek bir kazanç sağlamaktadır. İngiliz şirketinin gelişmesi İngiliz ekonomisinin gelişmesi demektir. Bir Amerikan medya tekelinin gelişmesi Amerika’da kağıttan elektroniğe kadar pekçok sektörün gelişmesi demektir. Bir Philip Morris’in büyümesi ve Türkiye gibi ülkelerin ekonomisine de egemen olması sadece Amerika’daki sigara sektörünün değil, tarım sektörünün ve çiftçinin de güçlenmesi, eline daha fazla para geçmesi demektir. Çiftçiden ihracatçıya, sanayiciden bankacıya kadar tüm kesimlerin Amerika’nın sağladığı dışsallık sayesinde artı bir kazanç elde etmesi sistemin işleyişinin sonucudur. Sistem Batıda mikro kazançlarla makro kazancın örtüşmesi sonucunu doğurmaktadır.
Buna karşın Türkiye ve benzer ülkelerde yerel büyük şirketler ve holdingler aynı konumda değildir. Yerli büyük sermaye dışsallığını arttırarak kazanmaktayken Türkiye’nin ekonomisi zayıflamakta, kişi başına gelir reel olarak azalmaktadır.
Azgelişmiş ülke şirketi Batının uzantısı
Niçin bu fark vardır azgelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasında? Çünkü şirketleri farklıdır. Azgelişmiş ülkelerin şirketleri kendi ekonomilerine entegre olmuş, ekonomileriyle bütünleşmiş değil, dışarıdaki çokuluslu şirketlerle bütünleşmişlerdir. Türkiye’de son 10-15 yıldaki en büyük, 10-15 holdingi ele aldığımız zaman, bunların etkinliklerine baktığımız zaman, üretim, dış ticaret, istihdam etkinliklerini incelediğimiz zaman, hep dışarıdaki çokuluslu şirketlere daha bağımlı olacak bir şekilde geliştiklerini görüyoruz. O zaman dışarıdaki etkin büyük şirket, edilgen Türk şirketinin üzerinde Batının maksimizasyonunu sağlayacak bir şekilde, Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız ekonomilerinin gelişmesine olanak sağlayacak bir şekilde egemenlik kurar. Türkiye’deki uzantısı gibi çalışan yerel şirketlerin, kendi ekonomilerine değil Batı ekonomilerine kazanç sağlayacak bir şekilde Batıyla entegrasyonu dayatılmaktadır. Batının refah düzeyini, dünya üzerindeki iktisadi, ekonomik ve askeri egemenliğini arttıracak sonuçlar böylelikle ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de Batı çıkarları için işleyen mekanizma
“Dünya’da ve Türkiye’de Büyük Sermaye” kitabımda bu sistematiği anlatmaya çalıştım. Ulaştığım sonuçlar kısaca şu: Bir; Soğuk Savaş sonrasında Batı, Batı kutuplu bir dünya sistemi oluşturmak istedi. Ve büyük ölçüde de bu yolda mesafe katedildi. İki; şirketler bu strateji doğrultusunda kilit rol aldılar. Şirketlerin hem Batıda hem de Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerdeki siyaset, ekonomi içindeki işlevleri özellikle öne çıkarıldı. Azgelişmiş ülkelerdeki yerel şirketler çokuluslu şirketlere tamamen bağımlı hale getirildi. Şirketler bağımlı hale getirilince ülkelerin bağımlı hale getirilmeleri daha da kolaylaştı çünkü yerel şirketler aynı zamanda kendi ülkelerindeki siyaseti yönlendirebildikleri için siyasetin de Batıya bağımlı hale gelmesini sağlayan siyasi ve sosyal altyapıyı hazırlar hale geldi.
Türkiye’nin son 15 senesini incelersek sanki bir laboratuar deneyi yapılır gibi Türkiye’de Batı çıkarları için mükemmel derecede işleyen bir mekanizma kurulduğunu görebiliriz. Türkiye ekonomisinin, siyasetinin, bürokrasinin Batıya bağımlı hale getirilmesi için, sistemin gereği olarak yerel büyük şiretler çalışmışlardır. Bu sadece sanayide, ticarette olmamıştır aynı zamanda medya kuruluşlarında, eğitim sisteminde olmuştur. Mesala Türkiye’de bugün orta ve yüksek eğitimde birçok eğitim kurumunun Batıya bağımlı hale geldiğini görebilmekteyiz. Yabancı dille eğtim yapan kurumlar eğitimini yaptıkları yabancı ülkenin adeta misyonerliğini, temsilciliğini üstlenmiş, onun doğrudan doğruya çıkarlarını yürüten bir işlev kazanmış olduğunu görüyoruz. Artık sadece büyükelçiler, konsoloslar değil, bu eğitim kurumlarının temsilcileri de bu ülkelerin çıkarlarını temsil etmektedir.
TÜRKSOLU: AKP hükümeti Petkim ve Tekel başta olmak üzere hızlı bir özelleştirme programı yürütmeye kararlı. Çokuluslu şirketler bu özelleştirmelerde doğrudan taraf olarak ortaya çıkıyor. Bahsettiğiniz anlamda mikro ve makro maksimizasyonun ekonomide sağlanabilmesi için hem Türkiye’de hem de diğer azgelişmiş ülkelerde özelleştirme ve diğer liberal dayatmalara karşı hangi ulusal politikalar öne çıkabilir? Atatürk’ün devletçilik politikası azgelişmiş ülkeler için alternatif bir politika olarak yeniden ön plana çıkabilir mi?
Türkiye’de kalkınma kamu müdahalesi ile gerçekleşebilir
EROL MANİSALI: Olaya şöyle bakmak lâzım. Polonya’da, Finlandiya’da veya Hollanda’da özelleştirme ülke yararına olabilir. Örneğin Amerika’da bir baraj özelleştirildiği zaman, Amerika’daki şirketler Amerikan emperyalizmin sağladığı olanaklar sayesinde tüm dünyada bir emperyal kurum olarak faaliyet gösterdiği için, böyle bir özelleştirme sonucunda hem mikro hem de makro düzeyde bir maksimizasyon yaşanabilir. Ancak Türkiye gibi ülkelerde özelleştirme gerçekleşince satılan kurumu ya yabancı sermaye ele geçirmekte ya da onların yerli uzantısı veya ortağı ele geçirmektedir. Yerli ortak dediğiniz de zaten çok büyük olasılıkla bir çokuluslu şirketin Türkiye’deki temsilcisi durumundadır. Dolayısıyla çokuluslu şirketlerle yaptığı anlaşmalar sonucu edilgen durumdadır. Bundan dolayı dışarıdaki çokuluslu şirketlerin çıkarları doğrultusunda faaliyet göstermek zorundadır.
Tekel örneğinde olduğu gibi yabancı bir şirket kamu işletmesini ele geçirecektir. Yabancı bir şirket aldığı zaman da Batı sermayesi Türkiye’deki tekelci niteliğini sağlamlaştırır. Bu tür bir tek yanlı bağımlılığa karşı adı ister devletçilik olsun ister başka birşey, azgelişmiş ülkelerin mikro ve makro maksimizasyonu sağlayacak politikalar geliştirmesi şarttır. KİT’ler kendi hallerine bırakılarak, kamu yararına unsurları yıprandırılarak, sanki kamu yararına bir özelliği kalmamış, özelleştirilmesi kaçınılmaz kurumlar gibi gösterilmiştir. Tekel’de, Telekom’da ve diğer tüm örneklerde bu geçerlidir. Kamu kuruluşları Türkiye’de kamuya gelir, topluma istihdam sağlayan unsurlardır. Avrupa’da milli gelirin %50’ye yakın bir kısmı kamu tarafından alınır ve yeniden dağıtılır. Türkiye’de bu oran %20’nin altındadır. Dolayısıyla Türkiye’de kamunun küçülmesi değil, kamunun büyümesi, hatta Batıdan da büyük olması gerekir. Çünkü Türkiye’nin sosyal politikalara, kalkınma politikalarına daha fazla ihtiyacı vardır. Bu ancak kamu müdahelesiyle gerçekleştirilebilir.



 ...

Sırtlarını ABD ve AB’ye dayayanların Ordumuza sataşmaları sürüyor



Sırtlarını ABD ve AB’ye dayayanların Ordumuza sataşmaları sürüyor









Yekta Göngör Özden


Sömürgeci ve yayılmacı dış güçlerle, dinsel ağırlıklı kişisel yönetime karşı tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazandırdığı yepyeni, lâik Türkiye Cumhuriyeti’ni, hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla Atatürk ilkelerinin temelini oluşturduğu Türk Devrimi’nden uzaklaştırıp çoğunluk diktasına yönelerek demokrasiyi yozlaştıranların, direnme hakkını kullanan yurtseverlerin gerçekleştirdiği kollama girişimiyle alaşağı edildiği, ulusal yapımızı unutulmaz biçimde donatan 27 Mayıs Devrimi’nin 43. yıldönümünde iç karartıcı olayları izlemenin, aykırılıkları aşamanın derin üzüntüsünü duyuyoruz.
Böylesine anlamlı bir günde yurdumuzun kurtuluşunu, çağdaş demokrasinin yaşama geçiş yöntemi, yönetimdeki adı, erdem niteliğiyle namusumuzun ve onurumuzun simgesi olan Cumhuriyetin kuruluşunu unutturma doğrultusundaki köktendinci çabaları, takiyyeci gidişi, çıkarcı ve sakıncalı desteklerini kınıyoruz. Kemalizm/Atatürkçülük ve Türkiye düşmanı karşıdevrimci işbirlikçilerin ABD ve AB’ne sırtlarını dayayarak sürdürdüğü sataşma ve saldırılar, kendi düzeylerini açıklayan sapkınlığa dönüşmüştür.
Atatürk ocağının hepsi genç subayları iktidarı uyarmıştır
Ulusal hassasiyeti “vesayet” göstererek, Millî Güvenlik Kurulu ve Genel Sekreteri       üzerinden Türk Silâhlı Kuvvetlerine uzanan medya azgınlığı, Genel Kurmay Başkanı’nın gericiliğe karşı disiplinli duruşu vurgulayan ve şeriatçıları kınayan açıklamalarıyla daha belirgin duruma gelmişti.
Atatürk ocağının hepsi genç subayları, zikzaklar çizerek, demokrasiyi çağdışı anlayışlarına göre yorumlayıp kötüye kullanan, rejim için başlıca tehlike ve tehdit oluşturan günümüz iktidarını uyarmıştır.
Zamansız, yersiz, gereksiz, amaçlı sözde eleştirilerle lâik Atatürk Cumhuriyeti’nin bekçilerine saldırıp AB’ye eşit konumda girmek isteyenleri “engel” olmakla suçlayan, Yunanistan’ın “Megalo İdea” sı ile Kıbrıs Rumları’nın “Enosis” ini görmezlikten gelen, yabancıların aşağılama ve baskılarını içlerine sindiren “ver-kurtul” cu aymazlar, Tanzimat ve mütareke kalıntıları büyük ulusumuzun sağduyusundan gereken yanıtı her zaman alacaklardır.
Anayasa’ya ve hukuka aykırılıkları nedeniyle Cumhurbaşkanı’nca geri çevrilen, Anayasa Mahkemesi’nce yürürlüğü durdurulan ve iptal edilen yasalar ve TBMM İçtüzüğü; seçim öncesi verilen sözlere, içilen anda aykırı konuşma ve uygulamalarla yargı kararlarına direnmeler; sicil ve yükseltmelere değin uzanan kötü niyetli, yanlı işlemler, emekliye ayırmalar, partizan atamalar ve devleti çiftliği, memurları kölesi sanan sakat bir anlayışla, gerçeklere aykırı, bilimdışı görüşlerle savunulan tarikatçı-şeriatçı kadrolaşma; orman, kıyı ve sit alanları kıyımı; Millî Piyango’yu Telekom’u, Tekel’i, Petkim’i ve nice ulusal varlığı gözden çıkaran gereksiz özelleştirmelerle SEKA, Meclis Lojmanları türü kayırmacı sunuşlarla gündeme gelen, her şeyi satıp yandaşa vererek oy sağlama düşüncesi; kurban derisi, cami alanı ve çocuklarını zorunlu eğitime göndermeyenler için gerçekleştirilen olumsuz değişiklikler; her konutta bir tapınma yeri ile özel okullara devlet adına öğrenci yerleştirerek militan yetiştirme izlencesi; ders kitaplarında dinsel içerik ağırlığı; yararsız vergi affı, yükümlüler aranarak bir tür şantajla fazla vergi toplama, hortumcuları ve soyguncuları bırakıp onların verdiği zararı memurun, işçinin, emeklinin yetersiz aylıklarından çıkaran ek vergiler; ABD’nin İMF koşuluna bağlı 1 milyar dolarını almamak gerekirken almak için gömülen suskunluk ve utandıran bağımlılık; Irak ve Kıbrıs konularında ulusal çıkarları, güvenliği ve geleceği yadsımak; Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesini Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesi gibi kendileri için kaldırmak ve Türk Ceza Yasası’nda kadınlara yönelik suçlarda etkin yaptırımlardan kaçınmak; kendilerini kurtaran yasalardan sonra, pişmanlık yasası adı altında geniş kapsamıyla yine af yasası çıkarmak; yasama sorumsuzluğu korunarak yasama dokunulmazlığını sınırlandırmayı unutmak; çalışma barışını gözardı ederek doyumsuz çıkarcı kişi ve kuruluşları şımartmak, işçi-işveren ilgililerinde yan tutup düzeni geriye götürmek; dini siyasallaştırıp lâik cumhuriyete karşı çıkmanın aracı ve simgesi durumuna getirilen, geleneksel-yöresel başörtüsüyle, inançla hiç ilgisi bulunmayan sıkmabaşı “türban” yalanıyla yaygınlaştırıp benimsetmek için diretmek ve dayatmak; yeterli bilgi ve bilinçten yoksun, koşullanmış kimi öğrencilerin amaçlı olduğu açık, sakıncalı önerilerini çocukları aldatıp güldürürcesine savunarak ulusal günler için yeni hazırlıklara kapı açmak; PKK/KADEK ve sözde ermeni soykırımı tasarısı ile Irak’taki Türkmenler ve Yunanistan’daki Türk azınlık için yetersiz kalmak; dünyada dinsel gerekleri en iyi yerine getiren, en demokratik, en lâik, en uygar Müslüman topluluğu barındıran Türkiye’de din özgürlüğü olmadığını çekinmeden söylemek; önceki iktidarın kusurları nedeniyle cumhuriyet yönetimini ele geçiren lâik cumhuriyet karşıtı, kökü belli, yapacağı bir şeyler ve düşünce güçleri olmadığı için “Millî Görüş” denilen köktendinci, hukuk dışı, yabancılaşmış anlayışa sığınan günümüz iktidarının kimi eylemleridir.
Geçimişini unutan, Türkiye’nin yeni yapısını, sürekli etnik ve köktendinci terör saldırısıyla karşı karşıya olduğunu görmezlikten gelen batı, çevirip kuşatma, yıkıp ele geçirme adımlarını hızlandırıp büyütmüştür. Sevr’i yenileyip Lozan’ı silme oyunları içimizdeki saplantılı, sapkın ve sayrılı kimi medya militanlarıyla sahnelenmektedir.
AB aldatmacası, fetva ve ferman dönemi...
Fetva ve ferman dönemini andıran uçukluklar sergilenmekte, eşitliği, güvenliği, geleceği bırakıp eğilmiş ve ezilmiş biçimde AB’ne katılma çığırtkanlığı yapılmaktadır. Deprem olasılığına karşı önlem alınması, borca batık ekonominin düzelmesi ve antidemokratik kuralların kaldırılması konusunda gerçekçi hiçbir atılım yokken AB aldatmacasıyla gereksiz kurallar getirilmekte, muhalefetken muvafakat durumuna geçen kimi siyasal partiler de kavrayamadıkları anlaşılan bu çarpıklığa olur vermektedirler. İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, yazgı sanılmakta, gündem yapay sorularla değiştirilerek halkımız oyalanıp avutulmak istenmektedir.
Demokrasi zıtlaşma, hukuk inatlaşma düzeni değildir. Değişik bozukluk, boşluk ve yoksunluklarla, içtensizlik küreselleşme ve demokratikleşme, bağnaz ve ilkel bireyselleşme savlarıyla yıkıma kalkışanlar yine aldanacak, yine yenilecektir. “Genç” sözcüğünü kötü alışkanlıkları olan kimi gruplara bağlayarak beyni ve yüreği genç olanlarla terbiye dışı alaya yeltenen “kişiliksiz kişiler” yurtseverlikle asla bağdaşmayan kötülüklerinden geri kalmasalar da Atatürk Türkiye’si, genel barış içinde, demokrasinin doğası uzlaşma ve uyumu, tertemiz ve güçlü biçimde sağlayarak yükselecektir. Anlaşmazlıklar, birlikte yaşama uygarlığını ve yüceliğini engellemeyecek, devletin TEK’liği, ülkenin TÜM’lüğü, ulusun BİR’liği ödünsüz korunarak Müdafaa-i Hukuk ruhu kesintisiz sıcak ve diri tutulacaktır.
İktidar YÖK’le uğraşmakta, üniversitelerde gençlere, medyada Silâhlı Kuvvetlerle       Yargıya bölücü ve yıkıcıların saldırılarını gülümsemesiyle kışkırtmakta, korkusunu yakışıksız sözlerle saklamaktadır.
Lâiklikten, Atatürk ilkelerinin en önemlisi olduğu, en çok saldırıya uğradığı için daha yoğun sözedilmesini anlamazlıktan gelip “Atatürkçülüğü lâikliğe indirgemek”le suçlayan yeteneksizler, hukuka aykırı Anayasa, Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasaları yoluyla kimlerin nereye gelip neler söyleyip yaptıklarını öğrenmelidir.
Türkiye’mizin içişlerine kimseyi karıştırmama özenimiz, baskı ve gözdağlarına karşı duyarlığımız, sömürgeleştirmeye karşı canımızı adayarak karşı çıkışımız, örnek biçimde artarak sürecek, toplumsal barış ve ulusal dayanışmaya önem veren asker-sivil tüm yurtseverler, tüm Atatürkçüler cumhuriyetimizi sonsuza değin bağımsız yaşatacaklardır. Kimsenin kuşkusu olmasın.




..



TÜRKİYE MADAGASKAR GİBİ BİR AFRİKA ÜLKESİNE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR..



TÜRKİYE  MADAGASKAR  GİBİ  BİR AFRİKA ÜLKESİNE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR..



Erol Manisalı
Türkiye Madagaskar gibi
bir Afrika ülkesine
dönüştürülüyor


TÜRKSOLU: Avrupa Kıskacında Kıbrıs isimli kitabınız için güncel siyasi gelişmelere ışık tutan bir çalışma diyebilir miyiz?
Batı tek kutuplu dünyada Türkiye’yi içine almak istemiyor
EROL MANİSALI: Kitapta herşeyden önce bir dünya tahlilinden yola çıkılıyor. Dünyanın iki kutupluluktan tek kutupluluğa geçmesi aşamasında, Batı’nın Türkiye’ye yeni bakış açısını ve yaklaşımını ele almadan Batı’nın Kıbrıs politikalarını da anlayamayız. Bu yeni dönemin Brüksel, Ankara, Lefkoşe ilişkilerini nasıl etkilediğini inceledim.
Esas belirleyici olan gerçek şudur. Batı bu yeni dönemde Türkiye’yi hiçbir şekilde içine almak istemiyor, alamaz da zaten. Batı Türkiye’yi tek yanlı olarak, bir sömürge olarak kendine bağlamak istiyor. Bu yüzden Kıbrıs’tan başlayarak, Ege, Güneydoğu, Ermenistan’ın topraklarının genişletilmesi gibi konularda, elde etmek istediği değişikliklerin Türkiye’ye dayatılmasının Batı’nın Türkiye politikasının belirleyici özelliği olduğunun tahlilini bu kitapta yaptım. Aslında bunu görmek çok basit. Sadece Avrupa Parlamentosu’nun 1993’ten başlayarak aldığı kararlara bakarsak Kıbrıs, Ege, Ermeni Soykırımı tasarıları, Güneydoğu, Fener Patrikhanesi gibi konularda alınan kararlara bakıldığında, bu kararların yalnız Kıbrıs politikasıyla ilgili olmadığı, Batı’nın ve Avrupa’nın Türkiye üzerindeki yeniden sömürgeleştirme ve bölme planlarıyla doğrudan doğruya ilişkisi olduğu görülür. Dolayısıyla Batı’nın emperyalist planlarından bağımsız olarak Kıbrıs incelenemez ve son gelişmelere ışık tutulamaz. Zaten son ABD-İngiliz koalisyonunun Irak işgali sırasında Türkiye politikasına bu planların nasıl yansıdığını gördük. Aralarında çeşitli çelişkiler bulunan Brüksel ve Vaşington’un Türkiye konusunda nasıl birleştiklerini ve Türk askerinin Kuzey Irak’a Türkiye’nin ulusal çıkarları çerçevesinde müdahelesini engellediğini hep birlikte gördük. Soğuk Savaş sonrasında Batı bir bütün olarak Türkiye’yi dışlama siyasetini benimsediği için hem Amerika hem de Avrupa Kıbrıs konusunda ve diğer konularda Türkiye’ye karşı ortak bir politika yürütüyor. Tüm bu gerçekler görülmeden Kıbrıs konusunda doğru bir analiz yapılamaz.
TÜRKSOLU: Bu çerçevede Kıbrıs için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?
Kıbrıs’ta ne olacağı Sevr sürecini etkileyecektir
EROL MANİSALI: Bundan sonra ne olur? Kıbrıs’ta ne olacağı Ankara hükümetlerinin Batı’da planlanan ve Türkiye’yi sömürge haline getirmeye çalışan politikalara karşı nasıl tavır alacağına bağlı. Eğer büyük sermaye egemenliğinde kurulan göstermelik demokratik yönetimler devam ederse Türkiye’nin bölünmesi ve sömürgeleştirilmesi planları daha da ilerleyecektir. Bu sadece Kıbrıs konusunda değil Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla doğrudan bağlantılı diğer konularda da geçerlidir. Türkiye Irak ilişkileri, Türkiye Ortadoğu ilişkileri, Türkiye’nin Kıbrıs Ege politikası, Patrikhane meselesi, misyonerler meselesi ve tüm diğer politikalarda bu işbirlikçi yönetimler altında Türkiye’nin aleyhine gelişmeler artacaktır. Kısacası Türkiye Lozan’dan Sevr’e doğru giden Batı’nın dayattığı yeniden yapılandırma sürecinde direnç gösterecek midir göstermiyecek midir?
Burada tabii şu soruyu sormak gerekir? Hangi Türkiye? 70 milyonu temsil eden Kuvayı Milliye çizgisi mi esas alınacak yoksa işbirlikçi azınlığın siyasi egemenliği mi? İslam ağırlıklı bir rejim için Batı’yla işbirliği yapan siyasi çizgi mi Türkiye’nin kaderini belirleyecek yoksa 70 milyonun ulusal çıkarları mı? Türkiye’yi bölmek isteyen ve Batı’ya angaje bazı etnik politikalar mı egemen olacak yoksa milli birlik politikası mı? Bu sorulara verilen yanıt 70 milyonun ulusal çıkarlarının savunulabilmesi ve Batı’nın dayatmalarına karşı Türkiye’nin direnebilmesi için milli bir politika oluşturmak isteyenlerin lehine olmalı.
TÜRKSOLU: Türkiye ve Kıbrıs’ı Batı kıskacından kurtarabilmek için alternatif dış politika açılımları ne olabilir?
Batı’ya bağımlı Türkiye dayatmalara karşı koyamaz
EROL MANİSALI: Çıkış yolu ne olabilir diye sorduğumuz zaman dönüp doğuya ve       kendi komşumuz olan bölge ülkelerine bakmamız gerekir. Son birkaç yıldır bu çıkış yolunu sürekli dile getiriyorum. Türkiye’nin bugün temel sorunu Batı’yla olan tek yanlı bağımlılığıdır. Türkiye Batı’yla olan tek yanlı bağımlılığı içinde, Batı’dan gelen dayatmalara karşı koyamaz. Bu nedenle Asya’daki yeni oluşumlar ve bölge ülkeleriyle işbirliği perspektifi içinde Türkiye yeni politika arayışlarına girmelidir. Aksi takdirde Türkiye için ancak Batı’nın tek yanlı taleplerini karşılama olanağı vardır. Bu şartlar altında Türkiye’nin ayakta durması, direnç göstermesi, Batı’nın emperyalist talepleri karşısında direnebilmesi olanaksızdır. Türkiye önümüzdeki yıllarda ya Asya’daki yeni oluşumla ve bölge ülkeleriyle işbirliği yaparak Batı’nın dayatmalarını dengeleme politikası içine girecektir veya Batı’ya tek yanlı bağlanarak Batı’nın sömürgesi olacaktır.
TÜRKSOLU: Kıbrıs’taki son güncel gelişmeler, KKTC ve Türkiye’nin yeni açılımları       Avrupa kıskacının daha da daralması ve Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki devlet politikasının aşınması olarak nitelendirilebilir mi?
Kıbrıs’taki son gelişmeler Türkiye’nin devlet politikasını çürütmek içindir
EROL MANİSALI: Kıbrıs’taki son operasyonlar aslında Türkiye’nin Kıbrıs’taki devlet politikasının çürütülmesi amacına yöneliktir. Türkiye’nin devlet politikası neydi? Güneyde Rumlar’ın AB’yle dolayısıyla Yunanistan’la entegrasyonu durumunda, kuzeyin de Türkiye Cumhuriyeti’ne entegre edilmesiydi. Bugün bu devlet politikasının ortadan kaldırılıp, çürütülmesi için yapılan şudur: Hayır Kuzey Kıbrıs Anadolu’ya ve Türkiye’ye entegre edilmeyecektir, güneye, Rum tarafına bir azınlık olarak entegre edilecektir. Bu son açılımların başka hiçbir anlamı yoktur.
Son olaylar bir korsan serbestliği içinde gerçekleşmektedir. Oturup iki taraf KKTC ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi anlaşıp, karşılıklı geçişler serbest bırakılsın şeklinde bir sonuca varmamışlardır. Denktaş’ın bu konudaki önerisi Rumlar tarafından reddedilmiştir. Biz sizi tanımıyoruz, biz sizi kaale almıyoruz, böyle bir anlaşmayı reddediyoruz denmiştir. Ancak bizim vatandaşlarımız sizin tarafa geçerse, orayı zaten Avrupa toprağı saydığımız için vatandaşlarımıza birşey demeyiz diyorlar. Bunun tek bir ifadesi vardır. Bu bir korsan serbestliğidir. Üzerinde iki tarafın anlaştığı bir serbestlik değildir bu. İki tarafın karşılıklı tanımayla anlaştığı bir serbestlik olsaydı ben bu son gelişmeleri desteklerdim. Ama böyle olmadığı, korsan olduğu için karşıyım.
Son olarak yeni bir gelişme daha yaşadık. Rum tarafından Türkiye’ye girişlere Türkiye izin verdi. Bir kere herşeyden önce dış politika ilişkiler karşılıklılık esasına göre ilerler. Rumlar KKTC’yi tanımazken, Yunanistan KKTC’yi tanımazken, bizim onları tanımamız demek, tek yanlı yapılanmayı ve dayatmaları koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin resmen kabul etmesi yani 70 milyonluk Türkiye’nin bir sömürge konumuna getirilmesi demektir. Siz bizi tanımıyorsunuz ama siz elinizi kolunuzu sallayarak bizim tarafa geçebilirsiniz demektir. Uluslararası ilişkiler bakımından bunun ne siyasi bir mantığı vardır, ne kültürel, ne sosyal ne de iktisadi bir mantığı vardır. Bunu bugün komşuluk ve uygarlık olarak sunmaya çalışmaktadırlar. Bu yaşananların dostlukla hiçbir ilişkisi yoktur. Eğer karşılıklılık esasına göre son politikalar yürütülmüş olsaydı, bu son gelişmeleri çok iyi diye nitelendirebilirdik, ancak diğer taraf seni tanımadan senin bu tür açılımlarda bulunman, senin bir sömürge olarak sömürgecilere serbest giriş hakkı tanımandan başka birşey değildir.
Türkiye’nin devlet politikası şu anda Kuzey Kıbrıs’la Türkiye arasında ekonomik alandan başlayarak bir entegrasyonu gerektirmektedir. Ancak son yaşananlar tam tersi. Kuzey Kıbrıs güneye ekonomik entegrasyon yoluna sokulmuştur. Artık tüccarlar Rumlarla işbirliği yapacak. Bir takım korsan ekonomik ilişkiler ağı kurulacak. Orada artık Türk yatırımları ve Türkiye’nin ekonomik varlığı kalmayacak. Bu yaşanan tersine entegrasyondan başka birşey değildir.
TÜRKSOLU: Türkiye ve Kıbrıs üzerindeki AB kıskacı daraltılıyorken, AKP hükümeti AB yolunda yeni taviz paketleri hazırlıyor. Aynı anda Orgenaral Kılınç üzerinden yürütülen ordu ve MGK tartışması alevlendiriliyor. Burada bir eşgüdümden bahsedebilir miyiz?
EROL MANİSALI: Ben bir akademisyen olarak tüm bu yaşananları Türkiye’nin tek       yanlı bağlanma sürecinin bir devamı olarak görüyorum. Karşılıklılık ilişkisi tamamen ortadan kaldırılıyor ve Türkiye AB’nin her konuda tek yanlı olarak müdahale edebileceği bir ülke olma yolunda ilerliyor. Türkiye Somali, Madagaskar gibi bir Afrika ülkesine dönüştürülüyor.






ZAVALLI,






ZAVALLI,



Yekta Güngör Özden


Zavallı,  Sözde Avrupalı


Türkiye ne zaman gücünün arttığını gösteren bir başarıyla, kültür, sanat, spor, bilim alanında bir etkinlikle ya da uluslararası bir durumla gündeme gelse Avrupa kaynaklı olumsuz değerlendirmeler, eleştiri ve öneri görüntüsü altında haksızlık dolu yaklaşımlar birbirini izler. Son günlerde AB raportörü Hollandalı Arie Oostlander’in üyeliğimiz için Kemalizm/Atatürkçülüğü engel saymasındaki saçmalık, amaçlı açıklamaların yenisi. Bu ilk değil. Önceki yıllarda da Atatürkçülüğü, Atatürk’ün yetiştiği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, müslümanlığı, Milli Güvenlik Kurulu’nu demokratikleşme ve AB üyeliği için engel göstermişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nu sömürge durumuna düşürüp paylaşmayı gerçekleştirmek için saldırılar, oyunlar, planlar, antlaşmalar düzenleyen Avrupalılar kendi yaptıklarını unutup Türkleri barbarlıkla suçlamayı da sürdürürler. “Sözde Ermeni Soykırım Tasarıları” sıklığında olmasa da ısıtıp ısıtıp yineleyerek güncel kılmaya çalışırlar. İçimizdeki aymaz, bağnaz, değerbilmez korosu da bu tür safsatalara alkış tutarak kendi düşüncesinin ve amacının doğrulandığının kanıtı olarak yansıtır, neye araç olduğunun ayırdında mıdır bilinmez ama işbirlikçi durumuna düşer.
Türkiye’nin atılımı Avrupalıyı kıskandırıyor
Türkiye’nin her alanda gerçekleştirdiği atılım bilgisiz, kötü niyetli, tutucu Avrupalıyı kıskandırıyor ya da korkutuyor. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin içtenlikli bir izleyicisi olarak kimsenin toprağında gözü bulunmayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, ölüm-kalım savaşı vererek yarattığı Türk Mucizesi sonunda, en büyük Türk Devrimi olarak gerçekleştiğini unuturlar. Bu gerçek bir yana, AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer’in AB üyeliği konusunda dürüst ve içtenlikli olmaya çağırdığı Avrupalıları Roger Geraudy’nin suçlamalarını da unuturlar. Alman tarihçi Hans-Ulrich Wehler’in amaçlı, gerçekdışı anlatımlarını, Türkiye-AB Parlamento Eşbaşkanı D. J. Bendit’le Huntington’un Atatürkçülük ve ulus devlette direnmeyi sakınca sayan, laikliği dışlayıp islamın çekirdek devleti olmamızı içeren çağdışı, sakat görüşlerine sarılırlar. Atatürkçülüğü ve onun başta gelen bekçilerinden Silahlı Kuvvetleri engel görmelerinde aşağılık duygusu da etkendir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı sömürgeci ve yayılmacı güçlerle içimizdeki sapkınlara karşı kazanan ordulaşmış Türk Ulusu’dur.. Değişik soy ve inanç topluluklarına karşın elde edilen yapı Avrupalının emperyalist emellerinin engelidir. Tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Anadolu İhtilali başarıya ulaşmış, dinsel ağırlıklı kişisel yönetimle birlikte tüm çürük yapı yıkılmış, Osmanlılıkla hiçbir ilgisi olmayan yepyeni bir kurum sonsuza değin bağımsız yaşatılacak sağlıklı temeller üzerine oturtulmuştur. Bu temel, Atatürk ilkelerinin oluşturduğu Türk Devrimi’dir. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni cumhuriyetle demokrasi yaşama geçiriImiş, uygarlığın tüm olanakları her alandaki çabalarla sağlanmış, çağdaşlaşma Avrupa’yı şaşırtmıştır. Atatürkçülük, evrensel değerleri ulusallaştırarak kendini her gün yenileyen, Türkiye’ye özgü düşünce dizgesi, izlence ve uygarlık yöntemidir. İnsanımız tebaa olmaktan yurttaşlığa, toplum ümmet durumundan ulus düzeyine çıkmıştır.
Doyumsuz Avrupa Atatürk’ün yaptıklarını görmezden gelmektedir
İşgal günlerinde 339 tekke, 19 tarikat bulunan İstanbul, dünya kenti olarak Türkiye’nin simgelerinden biri kılınmıştır. Üç tür okul, beş tür mahkeme, onbeş tür nikah son bulmuş, gerçekleştirilen devrimlerle Türkiye, 1930’ların dünyada sayılı on cumhuriyetinden biri olmuştur. Tito, küçük kültürleri bağımsız kılarak Yugoslavya’yı tutacağını sanmakla aldanmış, Atatürk ulusallaştırarak kazanmıştır. Atatürk ilkeleri, marksizmi ve kapitalizmi geride bırakmış, kadınlara siyasal hakları Isviçre’den 40 yıl önce vermiş, Avrupa kendi din savaşlarını, iktidar kavgaların, cinayetleri, Stalin’i, Hitler’i, Peten’i, Salazar’ı, Franko’yu, Mussolini’yi, Yunan cuntasını, Makarios’u, EOKA’yı ve öbür diktatörlerle demirperde ülkelerini, Atatürk döneminde Türkiye’ye sığınan 142 bilim adamını, Türkiye’nin Birleşmiş, Milletler Üyesi olarak uluslararası alanda görevlerini özenle yerine getirdiğini, krallıklarla kiliseler arasında süren savaşları, laikliği 300 yıl sonra 300 milyon ölü vererek yaşamaya başladığını unutmuştur. Bilgisizlik, bilinçsizlikle koyulaşmıştır. Doyumsuz Avrupa, Atatürk’ün din bağı yerine ulus bağını seçtiğini, ırkçılığı dışlayıp çağdaş milliyetçilikle dostluğu ve barışı yeğlediğini görmezlikten gelmektedir. Tarih ve siyaset bilgisinden, insanlık ve dostluk bilincinden, demokrasi ve ahlak erdeminden yoksun, içtenliksiz, kötü amaçlı, sözde dostlar AB için yeni koşullar hazırladıklarını duyurmaktadırlar. Bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurulan Türkiye Cumhuriyeti AB’ye eşit konumda girerse AB daha çok güç kazanır.
Kapitülasyonlar Avrupalının ham hayalidir
Tarihin çöplüğüne atılan Sevr ile kursaklarında kalan, Lozan ile iyice gömülen kapitülasyonlar, Ermeni ve Kürt devletleri Avrupalının ham hayali olarak sırıtmaktadır. 1536’da Fransa ile başlayıp 1569’da genişletilen kapitülasyonları 1583’de İngilizler’in “serbest ticaret izni alması, 1829’da ABD ile 1838’de İngiltere ile ticaret Anlaşması imzalanması izlemiştir. 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları, yabancı dayatmasıyla yenilik görüntüsü altında yeni ayrıcalıkların, büyük ödünlerin verilmesidir. 1876 Berlin Anlaşması ile iyiden iyiye Avrupa’nın koruması altına giren Osmanlı İmparatorluğu 1881’de Muharrem Kararnamesiyle Düyun-u Umumiye’nin esiri olmuştur. Günümüzde olumsuz sonuçları acı ve üzüntüyle izlenen 1963 Ankara Anlaşması, 24 Ocak 1980 kararları, 1995 Gümrük Birliği Antlaşması, 1999 Helsinki koşulları, 2000 Katılım Ortaklığı Belgesi, 2001 Ulusal Program AB’nin Türkiye’yi kıskaca alma, kuşatma, çevirme, uydu yapma kanıtlarıdır. Çok Yanlı Yatırım Anlaşması (MAI)’ndan sonra tahkimle başlayan, özelleştirmelerle devletin sosyal niteliğini bozan gelişmeler de bu dizidedir. Atatürk ise 1934’de Balkan Paktı’nı, 1937’de Sadabat Paktı’nı gerçekleştirmiştir.
İşte Irak Savaşı. Avrupalı kendi katılıklarını, dinciliğini unutup dünyanın müslümanların çoğunlukta olduğu 53-54 ülkesi içinde Türkiye’nin en uygar, en demokratik, dinsel gereklerin en özgür ve en mutlu biçimde yerine getirildiği, bunu da Atatürkçülüğün en belirgin ilkesi laikliğe borçlu olduğunu görmek istememektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında tüm sorunları çözmeye başlayıp dostluğu güçlendiren 30 Ekim 1930 anlaşmasını imzalayan Elefterios Venizelos’un 12.1.1934’de Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteren ve Oslo’daki yetkili komiteye yazılan mektubu, Birleşmiş Milletler Kültür Bilim Komisyonu (UNESCO)’nun ilki 1963’de, ikincisi 27.11.1978’de “Atatürk’ün doğumunun 100. yılının tüm üye ülkelerde törenlerle kutlanmasına” ilişkin kararını yeniden okumalıdırlar. Atatürkçülüğün o zaman yalnız Türkiye için değil, bölgemiz için, Avrupa için ne kadar yapıcı ve yararlı bir kaynak olduğunu anlayacaklardır. Doğunun batısında, batının doğusunda ilk demokratik devlet. İlk kez dinle siyaseti, siyasetle askerliği ayıran, dostluklara önem veren, aydınlanma devrimleriyle toplum yapısını değiştirip geleceği kurtaran Atatürk’tür. Aykırılıklar, çelişkiler, bozukluklar, olumsuzluklar Atatürkçülük’ten değil yöneticilerden kaynaklanan kötülüklerdir. Çarpıklık, siyasal alanın sayrılığındandır. Avrupa’nın kendi çirkinliğini yansıtan yakışıksız suçlamalarına, bahanelerine ve karalamalarına iktidarın sessiz kalması destekçisi şeriatçı kesimin sevinç çığlıkları atması düşündürücüdür. Yazıklar olsun!

Not: Günlük bir gazetenin kısaltarak yayınladığı yazının tam metni