30 Nisan 2015 Perşembe

“AKP-KDP-PKK ZİRVESİ” VE MİLLİ BİRLİK HAREKETİ…




“AKP-KDP-PKK ZİRVESİ” VE MİLLİ BİRLİK HAREKETİ…

Serdar Ant
Başbakan Erdoğan, Diyarbakır’a gitti, Barzani ile görüştü, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’i de makamında ziyaret etti.  Diğer bir ifadeyle Diyarbakır, dün bir AKP-KDP-PKK zirvesine ev sahipliği yaptı!

Kuzey Irak Kürt bölgesinden “Kürdistan” şeklinde bahseden Erdoğan, böylece Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi lideri Barzani'nin odasındaki Büyük Kürdistanharitasına da Kürtçülerin bu yöndeki söylemlerine de meşruiyet kazandırmış oldu!

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı’nı makamında ziyaret eden Erdoğan, Osman Baydemir ile kameralara sıcak pozlar verdi!

Satır içi resim 2
 
Oysa daha birkaç yıl önce Erdoğan’a “meşe ağacının dalları nerenize battı?” diye soran ve “Hükümete bir mesajımız var: bizi şahin ve güvercin diye ayırmayın. Ha siktir diyoruz, ha siktir!” şeklinde konuşan bu Osman Baydemir değil miydi?  Buyurun izleyin...


Şimdi bu tablodan Türkiye’nin ulusal güçlerinin çıkarması gereken ders nedir?

AKP’nin de KDP’nin de PKK’nın da kim olduğunu, neleri amaçladığını zaten biliyoruz. Onun için nasıl bir ihanetin sahneye konulduğunu yinelemenin, herkesin bildiği gerçekleri bir kere daha dile getirmenin zerre kadar anlamı yok. Önemli olan “ne yapmalı?” sorusuna yanıt vermektir. Bunun da ilk adımı ne yapmamak gerektiğini netleştirebilmektir.    

Yukarıdaki şu Erdoğan-Baydemir fotoğrafına, öncelikle Banu Avar ve Milli İrade Bildirisi hareketi gibi parti düşmanlığı yaparak Türk milletini örgütsüzlüğe ve dağınıklığa mahkûm kılmak için çırpınanların dikkatle bakması gerekir!

Diyarbakır’da bir araya gelen bu adamlar, bu işi kendi inisiyatifleriyle mi yaptılar? Bu isimler birer “Don Kişot” mu?

Erdoğan’ın arkasında AKP ÖRGÜTÜ var.

Barzani, zaten bir aşirete ve KDP ÖRGÜTÜNE dayanıyor.

Baydemir, PKK’NIN ADAMI

Diğerleri de BDP VE DİĞER BÖLÜCÜ KÜRTÇÜ ÖRGÜTLERDEN

Peki, sözde “ulusalcı” ve “Kemalist” geçinen Banu Avar ve Milli İrade Bildirisi hareketinin yaptığı nedir?

Bu hareketin her üç sözünden ikisi partilerden uzak durmak, partilerin halkı böleceği üzerine… Ama ne ilginçtir ki Banu Avar ve takımı, bu kadar parti düşmanı olmalarına rağmen, bugün siyasi partilerde bir liderler oligarşisine yol açan hukuki mevzuatı ve siyasi partiler yasasını eleştiren tek bir laf da etmezler!

Anladık, millet partilerden uzak dursun, hiçbir partiye de üye olmasın, oy vermesin!

Peki, 75 milyonun gözleri önünde Türkiye’yi bölmeye soyunmuş, eli kanlı katilleri af edeceğini ilan etmiş olanlarla örgütsüz bir şekilde nasıl mücadele edeceksin?ONLARIN HEPSİ PARTİLİ, ÖRGÜTLÜ

Konferanslarda nutuk atarak, fuarlarda kitap imzalayarak ulusal mücadele olur mu? Örgütlü gerici-bölücü ittifakına karşı böyle örgütsüz bir şekilde direnilebilir mi?

Açıktır ki Banu Avar gibilerin sözlerinin asıl muhatabı, CHP, MHP ve diğer muhalefet partilerinin tabanıdır. Milli İrade Bildirisi’nin öncelikle AKP tabanına hitap etmediği ortadadır. O zaman aslında yapılan, ÖRGÜTLÜ BÖLÜCÜ-GERİCİ İTTİFAKI karşısında şeklen de olsa muhalefet edenleri etkisiz kılmak, o muhalefeti daha da dağınık ve örgütsüz hale getirmeye hizmet etmiyor mu?

Bugün, şu yukarıdaki tablo karşısında bilgisayar ya da televizyon başında lanet okumaktan başka bir şey yapamamamızın tek nedeni, ÖRGÜTSÜZ, PARTİSİZ, DARMADAĞINIK olmamızdır. İşte bu nedenle Türkiye’nin bölünmesi yolunda herkesin önünde utanmazca pazarlıklar yapabiliyorlar.

BU TABLO KARŞISINDA BİLE, MİLLETE HALA PARTİLERDEN UZAK DURMAYI, ÖRGÜTSÜZLÜĞÜ ÖNERENLERİNİN DE ŞU FOTOĞRAFTAKİLERDEN ZERRE KADAR FARKI YOKTUR!

17.11.2013

--
"Ya istiklal ya ölüm... İşte halâs-ı hakiki isteyenlerin parolası bu olacaktır."
Mustafa Kemal ATATÜRK


.

AYDINLIK YAZARI UFUK SÖYLEMEZ ÖNCE TÜRKÇE’Yİ ÖĞRENSİN!




AYDINLIK YAZARI UFUK SÖYLEMEZ ÖNCE TÜRKÇE’Yİ ÖĞRENSİN!


Serdar Ant
10.10.2013
Ufuk Söylemez’i tanıyoruz. Kim olduğunu da biliyoruz. Geçmişi de bugün sözde “savunduğu” görüşleri de ortada…
1990’larda Özelleştirme İdaresi Başkanı olarak Cumhuriyet’in ekonomik temelinin yok edilmesinde başrolde olan bürokratlardan biriydi. Daha sonra Milli Görüş hükümetlerinde devlet bakanlığı da yaptı. 2000’lerin başında merkez sağ partilerin tasfiye edildiği süreçte, bir süre Demokrat Parti aracılığıyla siyasette tutunmaya çalıştı. En sonunda kapağı Aydınlık saflarına attı.
Bugün “Atatürk’te birleştik” lafı dilinden düşmüyor. “Mili Merkez” Ankara temsilcisi olarak siyaset yapıyor. Aydınlık gazetesinde de köşe yazarı…
Söylemez’e göre “sağ-sol çatışması” dönemi bitmiştir. Artık “milli-gayri milli saflaşması” vardır!
Ufuk Söylemez ya da onun gibi düşünenlerden bu tekerlemeyi ne zaman duysam, aklıma hep Francis Fukuyama gelir. ABD’li ünlü emperyalist ideolog da 1990’lı yıllarda “tarihin sonu”nun geldiğini söylemiş, liberalizmin zaferini ilan ederek artık sağ-sol çatışmasının sona erdiğini iddia etmişti. Aynı dönemde bir de ideolojilerin artık değerini yitirdiğini, ideolojilerin sonunun geldiğini ileri süren görüşler türedi. Bunlar da küreselleşme tartışmalarıyla beraber piyasaya sürülmüştü.
Oysa “tarihin sonu” mavalı da “ideolojilerin sonu” palavrası da ideolojik bir duruşun ürünüydüler. Aynen bugün Ufuk Söylemez’in kendi sağcı geçmişinin günahlarını, solun da sonunun geldiğini ilan ederek unutturmaya ve Amerikancı tutumunu millete “milli” etiketiyle yutturmaya çalışması gibi…
Ne ilginçtir ki bugünlerde dilinden “milli” sözünü düşürmeyen, her iki lafından birinde “Atatürk’te birleşmek”ten bahseden bu kişi, öyle 1990’lı yıllarda değil, henüz bir yıl önce, 2012 yılında, TBMM’de bir komisyon önünde  “Ben, Amerika Birleşik Devletlerinin düşmanı, ideolojik olarak karşıtı, kategorik olarak muhalifi değilim. Ben Amerikan-Türk iş adamları derneğinde görev yapmışım. Amerikan bankalarında yöneticilik yapmışım” şeklinde konuşmaktan utanmamıştı!
Şimdi çıkmış, hiç sıkılmadan “milli-gayri milli” saflaşmasından söz ediyor, bir de bunun teorisini yapıyor aklı sıra…
2012 yılında yukarıdaki sözleri söyleyen biri, acaba bu milli-gayri milli saflaşmasının hangi cephesinde yer almaktadır?
Ufuk Söylemez’in sözde “millici” duruşunun yapaylığını görmek için yazılarını okumaya, üzerinde düşünemeye bile gerek yok aslında… “Milli” sözünü dilinden düşürmeyen biri, daha o milliyetin dilini bile doğru düzgün konuşamıyorsa, üstelik köşe yazarlığına soyunduğu halde hatasız ve düzgün bir şekilde iki satır yazı bile yazamıyorsa hiç inandırıcı olabilir mi?
Örneğin Ufuk Söylemez’in Aydınlık gazetesinde 10 Ekim 2013 tarihinde yazdığı yazının başlığı aynen şöyle:
“Atatürk’te birleşmek için; ne sosyal demokrasiye, ne muhafazakârlığa, ne de liberalizme ihtiyacımız yok!”
İşte “millici” geçinen, Aydınlık “yazarı” Ufuk Söylemez!
Yazının içeriğini de savunulan görüşleri de bir yana bıraktım. Şu satırların yazarı daha başlıkta sıfırı hak ediyor!
“Ne…… ne…..” kalıbı  cümleye olumsuzluk anlamı katar. Bu kalıbı içeren bir cümlede eylem olumlu olmalıdır. Örneğin “ne seni ne Ahmet’i sevmiyorum”denilmez.   Çünkü iki olumsuzluk durumu, bir anlam kayması yaratır. Doğrusu “ne seni ne Ahmet’i seviyorum” olmalıdır.
Ufuk Söylemez’in yazısının başlığı da bozuk ve yanlış bir Türkçe ile yazılmış!
Doğrusu, “Atatürk’te birleşmek için; ne sosyal demokrasiye, ne muhafazakârlığa, ne de liberalizme ihtiyacımız var!” olmalıydı. Ya da “Atatürk’te birleşmek için sosyal demokrasiye de muhafazakârlığa da liberalizme de ihtiyacımız yok!” şeklinde olmalıydı.
Bütün bunları dilbilgisi konusunda ukalalık yapmak için söylemiyorum. Ama ortaya “yazar” olarak çıkan, bir ulusal gazetede köşe yazarlığı yapan, dahası “milliyetçilik” konusunda da teorisyenliğe soyunup millete akıl öğretmeye kalkan biri, daha konuştuğu dili bilmiyorsa, doğru düzgün yazamıyorsa zerre kadar inandırıcılığı olur mu?
İnsan böylelerini görünce, “şu ülke kimlerin eline kaldı? diye kaygılanmadan edemiyor doğrusu…
Yazık ki yazık…

10.10.2013

..

ÖĞRETMENİM?




ÖĞRETMENİM?

24 Kasım Öğretmenler Günü’nde, “öğretmen” sıfatını gerçekten hak eden tüm eğitim emekçilerini kutluyorum. Ne var ki şu soruyu da sormadan edemiyorum:

Bugün Türkiye’de “öğretmen” sıfatını gerçekten hak eden kaç kişi kaldı? Hani şu Köy Enstitüleri’nden mezun olduktan sonra Ortaçağ koşullarında yaşayan, bin bir yoksunluk ortasında debelenen köylere gidip, gericiliğin her türlüsü ile “tek tabanca” savaşarak anıtlaşan Cumhuriyet öğretmenlerinden kaldı mı hiç?

Her yıl binlerce öğretmen “eğitim ordusuna” katılmasına rağmen, Türkiye’nin doğusundaki öğretmen açığı bir türlü neden kapanmıyor mesela? Çünkü birçok yeni mezun o bölgelere gitmiyor bile... Milli Eğitim Bakanlığı bilmem şu kadar bin öğretmenin alınacağını ilan ediyor, başvurular yapılıyor, kuralar çekiliyor. Ama beğenilmeyen bir yer çıkarsa oradaki kadro yine boş kalıyor! Bu bencillikle hareket edenlerin Öğretmenler Günü’nü de kutlayacak mıyız bugün?

Ayrıca sadece maaşını alıp emeklilik için gününü dolduran, Milli Eğitim müfredatını kuru kuruya anlatmak dışında hiçbir pedagojik kaygı taşımayan “öğretmenler”(!) de var. Okula bile zorla gidiyorlar, teneffüs zilinin çalmasını öğrenciden daha büyük bir istekle bekliyorlar. Ne kendilerini yenilemek gibi bir dertleri var, ne insan yetiştirmek gibi bir amaçları… Kitapla da okumayla da alakaları yok! Önemli bir kısmı kahvehanelerde kâğıt oynayarak zaman öldürüyor. İdare-i maslahatçılığın, “adam sen de”ciliğin esiri olmuş bu “öğretmenlerin” de gününü kutlayacak mıyız bugün?

Birkaç yıl önce yeğenim Cemre’nin okulundaki Din Bilgisi öğretmeninin verdiği ödev şöyleydi:

“Evrende birden fazla Tanrı olsaydı, nasıl bir kargaşa ortamı oluşurdu? Bunu anlatan bir kompozisyon yazınız.”

Şimdi bu adama ne demeli bilmem ki?

“İddia ettiğiniz gibi tek bir Tanrı varken bile bu kadar rezalet yaşanıyorsa, daha fazlası düşman başına!” mı demeli? Çocuklara “bütün insanlar Adem’den gelmişlerdir, kadınlar da erkeklerin kaburgasından yaratılmıştır” diyen bu adamı da “öğretmen” olarak kabul edip Öğretmenler Gününü kutlayalım mı?

Oysa 1925’te, İzmir’de “Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir ulus henüz ulus adını almak yeteneğini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, ulus denemez. Bir kitle ulus olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere gereksinim duyar” demiyor muyduAtatürk?

Cumhuriyet devriminin toplumsal planda simge kişisi öğretmen idi!

Ne var ki bugün Türkiye’de yaklaşık 67 000 okul varken, 85 000 camii, 90 000 din görevlisi bulunuyor. Artık “kurtarıcı” olarak dinden ve din adamlarından medet umuyoruz! Ne yazık ki imamlar öğretmenlerden daha itibarlı…

Ve günümüzün “öğretmeninin” öncelikli uğraşı da ulusu değil, kendini kurtarmak ne yazık ki…

Serdar Ant
24.11.2013

..

23 NİSAN 1920 MİLLİ EGEMENLİK RUHUNU TÜRK GENÇLERİ YAŞATMAK ZORUNDADIR




23 NİSAN 1920 MİLLİ EGEMENLİK RUHUNU TÜRK GENÇLERİ YAŞATMAK ZORUNDADIR





Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çelişen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumu ve milli düşünceleri tam bir imanla her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârâne müdafaa zorunluluğu aşılanmalıdır. Yeni neslin bütün ruhsal kuvvetlerine bu özellik ve kabiliyetin zerki mühimdir. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1921)
TBMM’nin açılışının 95’inci yıldönümünü idrak ettiğimiz bu günlerde Türkiye Cumhuriyeti kötü günler geçiriyor. Hükümetin ve emrindeki basının yalan yanlış haberleri her alanda yaşanan kötülüklerin üzerini örtmeye yetmiyor. Küresel güçlerin dayatmaları karşısında her alanda tam bir teslimiyet içine giren dünün oyun kurucu devletimiz bugün kendisi üzerinde oynanan oyunlara mani olamıyor.
Halbuki 95 yıl önce Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Birinci TBMM tarafından tamamen teslim olmuş bir milletten ve viraneye dönmüş bir ülkeden mucize yaratılmış, yepyeni bir ruhla yepyeni bir devlet oluşturulmuştur. Bu mucizeyi yaratan önderimizin dayandığı en büyük kitle Türk Gençliği idi. Tüm olumsuz göstergelere rağmen bugünde sahip olduğumuz en değerli varlığımız olan Türk gençliğine güvenerek fazla karamsar olmamıza gerek olmadığını düşünüyorum.
Yetişme tarzımız gereği bizim nesiller ne kadar karamsar olursa olsunlar gençlerimizde böyle bir  karamsarlık yoktur. Sosyal medyayı iyi kullanarak dünyayı bizden iyi tanıyan gençler, geleceğe çok başka bir gözle bakıyorlar. Kendilerini asla güvensiz hissetmiyorlar. İşte bu yüzden ülkemizin geleceğinin teminatı gençliğimizi daha iyi tanımamız gerekiyor.. 
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kastettiği ve özlediği gençlik; parçalanmış, bölünmüş, ayrı ayrı idealler peşinde koşarak birbiriyle kıyasıya çatışan, ve nihayet yabancı ideolojilerin esiri olan bir gençlik değildir. O’nun idealindeki gençlik;
-Türk Milletinin müşterek eğilimlerini temsil etmelidir,
– Hiç bir yabancı ideolojiye alet olmamalıdır,
– Fikir ve inanç birliği içinde bulunmalıdır. 
Atatürkçü genç nesil üzerinde dün oynanan oyunlar bugün de oynanmaktadır. Atatürkçü Gençlik ile bu  gençlerimizin yoğun olarak bulunduğu üniversitelerimiz, ülkemiz üzerinde milli çıkarları bulunan güç merkezlerinin en önemli hedefi olmaya devam edecektir. Bu husus yöneticilerimiz tarafından kesin olarak bilinmelidir. 
Gençlerimizin her türlü yıkıcı ve bölücü fikre karşı korunması ile Atatürkçü Düşünce doğrultusunda aydınlatılması ülkenin ve Cumhuriyetin geleceği için zorunludur. 
Bu husus bizim nesillerin temel ve kaçınılamaz ödevidir. Bu bakımdan Atatürk’ün yönetici ve eğiticilere verdiği aşağıdaki talimatı her zaman hatırlayıp gereğini yapmamız lazımdır.
” Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel, Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine ve milli geleneklerine düşman olan tüm unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Fertleri bu mücadele gerekleri ve vasıtalarıyla donanmayan milletler için yaşama hakkı yoktur.”
Atatürk 1937 yılında yaptığı TBMM açış konuşmasında;  “Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkartılması” için gerekli yolları sıralamış, ülke meselelerinin çözümünde yardımcı olacak ideolojileri anlayacak, anlatacak ve nesilden nesile aktaracak fertler ile kurumların yaratılmasını istemiş ve sözlerini şu tarihi cümlelerle tamamlamıştır.
İşaret ettiğim prensipleri, Türk gençliğinin kafasında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşmektedir
Burada Gazi, üniversitelere çok önemli bir görev veriyor. Ayrıca Anayasamız ve YÖK Kanunu da üniversitelerimizin gençlerimizi Atatürkçü Düşünce doğrultusunda yetiştirmesini zorunlu kılıyor.
Peki, üniversitelerimiz bunun gereğini yerine getirebiliyorlar mı? 
Hayır üniversitelerimiz bu asli görevlerini yerine getirmiyorlar. Yapıyor gibi görünüyorlar ama yapmıyorlar. Her üniversite öğrencisinin zorunlu olarak aldığı Atatürkçülük dersleri ne yazık ki baştan savma ve zaman doldurmak gayesi ile veriliyor. Neticede angarya olarak görülen bu derslerle Atatürkçü Düşünceden giderek habersiz bir nesil yetiştirilmek isteniyor.
Fakat buna rağmen gençlerimizdeki Atatürk sevgisi giderek artıyor.  Çünkü gençlerimiz okullarda bulamadıkları Atatürk’ü internet ve sosyal medyadan daha sıklıkla arayıp bulmakta ve O’nu kendisi bulduğu için daha da iyi ve güçlü duygularla sahiplenmektedir.
Türk gençleri bilmelidir ki; bu kutsal vatan toprakları ve Cumhuriyet yönetimimiz büyük fedakarlıklar ve dökülen kanlar karşılığı kazanılmıştır. Bugün gelinen seviyenin oluşmasında binlerce şehidin ve gazinin kanlarının harcı vardır. Gençlerimiz  dimdik ayakta dururken bu vatanda Atatürk idealine ters düşen hiç bir akım yeşerme imkânı bulamayacaktır.
Bu topraklarda yeşerecek filizi Atatürk dikmiş, gelişip korunmasını NUTUK ve Gençliğe Hitabesi ile Türk gençliğine bırakmıştır. Bu bakımdan gençliğin görevi ve sorumlulukları ağırdır. Fakat asıl zorluk ve vebal bu gençliği yetiştirecek öğretmenlerin sırtındadır.
Sonuç olarak;
23 Nisan 1920’den başlayarak Türk Milleti, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği hedeflere doğru bir hayli yol almıştır. Modern ve çağdaş bir dünya devleti olma yolunda da hızla ilerlemektedir. Bugün geldiğimiz noktada 1920‘lerin 13 milyonluk Türkiyesinden çok ilerde olduğumuz kesindir. Fakat bütün teknolojik gelişmişliğimize rağmen henüz Atatürk’ün idealindeki Türkiye’ye ulaştığımız söylenemez. Bu ideale ulaşmak için;
– Türkiye Cumhuriyetini iç ve dış tehlikelere karşı koruma şuuruna erişmiş,
– Fikren, ilmen, fennen ve bedenen kuvvetli,
– Yüksek karakterli,                                                                                                               – Bilimden güç alan ve bilimi amaç edinen,
– Sağlık ve sıhhatini koruyan, sağlıklı düşünme yeteneğine sahip olan,
– Çalışkan ve kendine güveni olan bir gençlik yetiştirmek, devletin öncelikli görevidir. 
Kendisini en iyi şekilde yetiştirmek için her imkândan yararlanarak var gücü ile çalışmak ise Türk gencinin vazgeçilmez sorumluluğudur. Bunun için gençlerimizin; çalışkan, daha çalışkan ve en çalışkan olmak zorunda olduklarını özellikle vurgulamak istiyorum.
Eğer üzerinde iyi çalışırsak ve gereken asgari milli kültür eğitimini verirsek Türk Gençliği; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün en değerli emaneti olan Türkiye Cumhuriyetini kanında yaşattığı binlerce yıllık tarihinden aldığı milli heyecanı ve milli ruhuyla sonsuza kadar koruyacaktır. Çünkü ben inanıyorum ki; 23 Nisan 1920’lerinMilli Mücadele ve Milli Hakimiyet Ruhu aynen gençlerimizde yaşamaktadır.. 
Gezi olaylarındaki kararlı ve basiretli tutumları ile kendisini Türk milletine tanıtma fırsatı elde eden gençlerimizin Türkiye’nin tam bağımsızlığını koruyacaklarına ve bunu bayrak gibi nesilden nesile aktararak ülkemizi ebediyen hür ve bağımsız kılacaklarına inanıyorum.
Kalben inandığım bu gerçeğe milletimin de inanmasını arzu ediyorum.
 Dr.  Tahir Tamer Kumkale 


İNSANLIĞIN BÜYÜK KAYBI! OKTAY SİNANOĞLU ARTIK YOK,




İNSANLIĞIN BÜYÜK KAYBI! OKTAY SİNANOĞLU ARTIK YOK,


Dr.Tahir Tamer Kumkale
Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür. Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkartmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekayı terbiye etmektir. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1936)
Sadece Türkiye’nin değil insanlık aleminin yetiştirdiği değerli alim, mümtaz fikir ve düşünce adamı, büyük Türk milliyetçisi Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Türk milletinin ve insanlık aleminin başı sağ olsun.
Mekanı cennet olsun.
Allahın rahmeti üzerinde olsun..
Oktay Sinanoğlu; ömrünün son birkaç yılına özellikle Türk dilinin kullanılmasına, Türk kültürünün yaygınlaştırılmasına, Türk milliyetçiliği kavramının içinin doldurulmasına ve Türkiye üzerinde oynanan emperyal oyunların tüm açıklığı ile ortaya çıkarılmasına ilişkin pek çok eser sıkıştırarak milletimize karşı vicdani görevini tamamlamanın huzuru ile aramızdan ayrılmıştır.
Türkiye’nin yönetim kadroları her nekadar O’nun yol göstericiliğini anlamamakta dirense de Atatürk gençliği; Oktay Sinanoğlunun adını ve eserlerini iyi bilmektedir. Türk Üniversitelerinde kendisinden yeteri kadar istifade edildiği söylenemez, ama dünyanın en saygın üniversiteleri bu olağanüstü bilim insanına layık olduğu değeri her zaman vermişler ve Sinanoğlu ismine büyük bir kadirşinaslık göstermişlerdir.
Oktay Sinanoğlu, Türk milletinin yüz akıdır ve Türk insanının beyin gücünü dünyaya tanıtan milli bir semboldür. Yeri zor doldurulacak bir değerimizdir.
Emeklilik dönemimde kendisini yakından tanımak ve birebir sohbetlerini çokça dinleme fırsatı bulduğum için kendimi şanslı hissediyorum.
Nur içinde yat büyük insan . Adın insanlığın fikir aleminde daima en yüksekte kalacaktır.