30 Haziran 2016 Perşembe

Neyi, Niye Konuşturuyorlar?




 Neyi, Niye Konuşturuyorlar?
Mahmut Ayaz Yazdı:
17 Şubat 2013 21:45
US Flag Around the Earth





Onca Dezenformasyon ve manipülasyon bombardımanında, kimileri Arap Baharı, kimileri Arap Sonbaharı dedi ve o baharların neyin provası olduğu çok geçmeden anlaşıldı. ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice, daha 2003 yılında Washington Post gazetesinde BOP’un ne olduğunu açıkça dile getirmişti: “Fas’tan Basra Körfezi’ne, oradan Orta Asya steplerine kadar 24 ülkenin rejimlerini, sınırlarını ve haritalarını değiştirmek.”
Kuzey Afrika ülkeleri Tunus ve Mısır’da başlayıp Basra Körfezi ülkelerine ve oradan da Libya ile Suriye’ye sıçrayan olaylardan önce şunları yazmıştık (gerekli olduğu için iki yazımdan yazı başlıklarıyla birlikte iki alıntı yapacağım):
Boşbaşkan, Fosbaşkan, Eşbaşkan, Asbaşkan, Üsbaşkan… başlıklı yazıdan:


“Fas’tan Basra Körfezi’ne, oradan Orta Asya steplerine kadar 24 ülkenin rejimlerini, sınırlarını ve haritalarını değiştirmek.”
ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice
Washington Post

7.08.2003

“… Açıklanana değil, açıklanmayana/gizlenene bakalım. Oysa açıklanmayan ve insanlara sosyoekonomik, kültürel vs. alanlarda ilerleme ve gelişme olarak sunulan bu pek insani ve demokratik söylemli proje emperyalizmin cilalı ve en sinsi maskelerinden biridir. 30-40 yıl önceki Anayasalarla yönetilen ve hala gerici özlerini koruyan rejimler ABD’nin yeni ihtiyaçlarına yanıt veremez duruma geldikleri için değiştirilecekler. Hedefteki ülkeler demokratikleşme adı altında ve küçültülerek (hem coğrafi-siyasi ülke sınırları olarak, hem rejim olarak) değiştirilecekler. Politik, ekonomik, hukuki olarak ABD’ye sıkı sıkıya bağlı, İsrail’le iyi geçinen, özelleştirmelerle altyapısı ve pazarı tamamen ya da kısmen ele geçirilmiş, eyaletlere ya da üçe beşe bölünmüş bölük pörçük küçük kukla ülkeler yaratılacak. Ortadoğu’nun despotik monarşik rejimleri ılımlılaştırılarak yeniden yapılandırılacak ve desteklenecek. Ilımlı İslam elbisesi laik yapısı nedeniyle Türkiye’ye biçilmiştir ve Ilımlı İslam modeli Türkiye’de tutarsa BOP’un hedefindeki tüm ülkelere örnek olarak gösterilecek, Fas’tan Pakistan’a kadar aynı elbise cebren ya da hile ile tek tek her ülkeye giydirilecektir.
Kısacası, emperyalizmin klasik “böl ve yönet” politikasının daha geniş bir coğrafyada ve yeni versiyonu olan demokratikleşme adıyla uygulanması sözkonusudur. İçeriden çokuluslu şirketlerce ele geçirilmiş bir pazar ve demokratikleştirilmiş müdahale, teslim almaya yeterli olmazsa dışarıdan zor yoluyla müdahale.
Birincisine örnek Türkiye, ikincisine örnek Afganistan ve Irak’tır ve üç ülkenin de yönetimleri ABD tarafından tayin edilmiştir, fena halde Amerika’ya bağlıdır ve Amerikancıdır…”
“… Tayyiplerin yeni yaptıkları Anayasa da 12 Eylül Anayasası’nın tahkim edilmesinden başka bir şey değildir ve BOP’un önünü açacak olan hamlelerin en esaslısıdır. Önceleri göğüslerini gere gere BOP’un Eşbaşkanı olduğunu ilan edenlerin şimdilerde BOP Eşbaşkanı olduğunu saklama çabaları boşuna değildir. Başbakanlık koltuğunda oturan birisi kendi Anayasası’na ve yasalarına tabidir, başka bir ülkenin projesinde emir komuta hiyerarşisinde eşbaşkan, boşbaşkan, asbaşkan, üsbaşkan gibi birimlerde/ünvanlarla rol/görev alamaz, bu Yüce Divan’lık bir suçtur…”
http://telgrafhane.org/mahmut-ayaz-yazdi-bosbaskan-fosbaskan-esbaskan-asbaskan-usbaskan/

YA KENDİNİZİ SEÇERSİNİZ, YA DA BAŞINIZA ... RIRSINIZ! başlıklı yazıdan:
“… Tüm toplumları küreselleştirerek küreklere getirip tek tipleştirmeye çalışan emperyalizm, sefaleti ve cehaleti de dayatmaktadır. Türkiye gibi dışa bağımlı çarpık kapitalizmler de bundan nasibini fazlasıyla almaktadır. Sefalet ve cehalet kötülüklerin yatakçısıdır/anasıdır. Sığ ve sıradan sığır sürüsü haline getirilen toplumları yönlendirmek ve yönetmek işten bile değildir. Din, mezhep, milliyet, cinsiyet ayırımcılığını da biraz körüklediniz mi, istediğiniz gibi bölüp parçalayabilirsiniz artık. Üstelik bunu örtülü ya da açık faşizm olarak, ama maskelemek için “ileri demokrasi” diye diye yaparsınız. BOP Eşbaşkanlığı adama boşuna verilmiyor! Küreselleşme ve BOP, önündeki tüm engelleri her türlü ahlaksız dalga dümenle ortadan kaldırmaya kararlıdır. Bunun için, ülkeler içeriden ekonomik, politik, kültürel enstrümanlarla fethedilir, ele geçirilir; yetmezse, başarılı olunamazsa, açık işgal de açık açık yapılır. Minareyi çalacak olanın kılıfı da hazırdır: Şimdiye kadar değillermiş gibi kendi işbirlikçi kuklaları birdenbire diktatör ilan edilir ve demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi nimetler o ülkelere canla başla uçaklarla, tanklarla hediye edilir. İmal edilen kamuoyuna da bu açık işgal meşru gösterilerek, bir güzel onaylatılır ve alkışlatılır. Bu sinsi oyuna, bu iğrenç tezgaha demokrasi deniyor. Şimdi Türkiye’de bu demokrasinin daha da ilerisine gitmek istiyorlar. Parola: İleri demokrasi (örtülü faşizm) için ileri! Ve her zaman olduğu gibi yine bu oyunu size onaylatmak istiyorlar. Bu oyunda başarılı olunursa eksikler tamamlanmış olacak, yeni anayasa ile anamızı yasal olarak tam belleyecekler…”
“… Lenin’in deyimiyle “Burjuvazinin ahırı”ndaki temsilcileriniz şimdiye kadar olduğu gibi, şimdiden sonra da gereğini layıkıyla yapacaklardır. Türkiye laik midir, layık mıdır, hep birlikte göreceğiz. Ya kendinizi seçersiniz, ya da başınıza sıçtırırsınız. Ama bu sefer başınızla birlikte sıçılacak olan, üstünde yaşadığınız, yurdunuz olan topraklardır ki, o topraklar da elden gittikten sonra, omuzlarınızın üzerinde taşıyacağınız baş değil, taş olacaktır ve varlığınızın ottan boktan bir farkı olmayacaktır…”

http://telgrafhane.org/mahmut-ayaz-yazdi-ya-kendinizi-secersiniz-ya-da-basiniza-sictirirsiniz/

Bu alıntıları niçin yaptım? Yazının girişindeki ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice’ın (aslında gayet açık olan) şu sözüne açıklık getirmek için: “Fas’tan Basra Körfezi’ne, oradan Orta Asya steplerine kadar 24 ülkenin rejimlerini, sınırlarını ve haritalarını değiştirmek.”
BOP’un başı kimdir? ABD Başkanı. Eşbaşkanlarından biri kimdir? ABD’nin iktidara getirdiği Ilımlı İslam’ın yeni halifesi ve Neo-Osmanlı’nın yeni Sultanı RTE. BOP’un hedef aldığı coğrafya neresidir? Yukarıda Condolezza Hanım açıkça belirtmiş. Yani?! Yanisi şu:
Bin bir türlü hile hurdayla, fitne fesatla hedefteki kaleleri tek tek düşürmeye çalışıyorlar. Ne kadar başarılı olurlar, onu zaman gösterecek! Afganistan ve Irak bataklığında tökezlediler, Suriye’de de öyle. Ama planlarından vazgeçmiyorlar. Ve bok(bop) gelip kapımıza dayandı. Niye dozu gittikçe art(tırıl)an milliyetçilikleri, bölünmeleri, özerklikleri konuşturuyorlar sanıyorsunuz! Hedef aldıkları her ülkede farklı milliyetler, farklı mezhepler, aşiretler, tarikatlar var. Tabii bizde de! (Ve elbette kendilerinde de, ama hedef alan onlar, hedef alınan bizler olduğumuz için onların iç işleri asla gündeme getirilmez.) Yıllar önce sınıf savaşlarının sona erdiğini ilan etmişler ve etnisiteye, dini inançlara vurgu yaparak, onları ön plana çekmeye başlamışlar ve gittikçe artan dozda da desteklemişlerdi. Kafkasya ve Balkanlar’da da aynı senaryoyu uygulamışlardı. Sonuç: Balkan ülkeleri paramparça oldular ve şimdi hemen hepsi AB-D ile IMF’ye bağlı perişan ülkeler durumundalar. Ayrıca Balkan ülkelerinin çoğuna NATO üsleri kurulmuştur. Kafkaslar’da kısmen başarılı oldular, Rusya engeli nedeniyle şimdilik bir iki mevziyle yetiniyorlar. O süreçlerde Soros destekli/beslemesi “Demokratik” muhalefetleri de anımsayınız!

Aynısını şimdi BOP’un hedefindeki ülkelere uyguluyorlar; hem fonluyor, hem silahlandırıyorlar. Libya’daki isyancı çeteleri/aşiretleri NATO silahlandırmıştı, Suriye’dekini de Türkiye üzerinden silahlandırdılar. Ortam Haçlı saldırılarına uygun hale getirilmektedir. Sarkozy açıkça NATO ordularına Haçlı ordusu dememiş miydi? O Haçlı ordusunun yardakçıları, yalakaları kimler? İktidara getirdikleri Ilımlı İslamcı badem bıyıklı, muhafazakar demokrat Müslümanlar. BOP’un hedefindekiler kimler? Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar olan coğrafyada hemen hepsi Müslüman olan ülkeler! Bu Müslüman ülkelerin yönetimleri, BOP’un, NATO’nun Haçlı ordusunun saldırı ve işgaline karşı çıkacaklarına, birkaç ülke dışında hemen hepsi destekliyor. En başta da ABD’nin İsrail ve İngiltere’den sonra en has müttefiki olan Türkiye’nin Müslüman yöneticileri! Irak’ta emperyalist işgalciler Ramazan, Bayram demeden o ülkedeki camileri bile bombalarken gıklarını çıkarmayanlar, şimdi Ramazan’da Suriye’deki olaylara fena halde duyarlı oluyorlar!

AKP iktidarına kadar her Cuma namazı çıkışında türban için ortalığı yıkanlar, niçin yıllardır Müslüman kardeşlerinin bombalanmasına sessiz kalıyorlar acaba?! Balık baştan kokar! Sakallı cüppeli “muhafazakar demokrat/ileri demokrat”ların badem bıyıklı başına bakınız! Böyle başa böyle tıraş: Anımsayınız; RTE, Libya’ya NATO müdahalesine karşı çıkmış, ama iki gün sonra kıvırmış ve üstelik asker göndermiş, bununla da yetinmemiş, isyancılara da destek vermişti. Ve yine bununla da yetinmemiş İzmir’i NATO’nun merkezi haline getirmişti. Düne kadar komşularla ve tabii Suriye’yle de sıfır sorun diyenler, bugün ne oldu da çark edip ABD’nin maşası, emir kulu gibi hareket ediyorlar? Bu kadar iğrenç bir takkıyecilik, bu kadar ikiyüzlü bir Müslümanlık görülmüş müdür? Görülmüştür: Türkiye’nin dahiline bakınız! ABD nereyi, kimi hedef alıyorsa, düğmeye basılmış gibi dincisinden liboşuna kadar hep aynı kesimler anında harekete geçiyorlar.

ABD’nin düzlediği ve düzenlediği Meclis’e bakınız: ABD’ye karşı çıkmasa da sessizce ve içten içe onaylayan, onu alma beni al, AKP’yi alma beni al, ben daha iyi hizmet ederim dercesine zavallı durumda sessiz hık deyici 3 muhalif partiyi göreceksiniz. Meclis’in iktidarıyla muhalefetiyle Amerikancı olduğunu anlamamak için Türkiye’de yaşamak gerekiyor galiba! Baksanıza, dincisiyle, liboşuyla, Türk ve Kürt milliyetçisiyle, Neo-Sosyaldemokratlarıyla, merkez ve yandaş basınıyla, sermayesiyle, bürokrasisiyle, Cumhur’un başı Çankaya’sıyla, NATO’türkçü ordusu ve Fetocu polisiyle önemli konularda hemen fikir birliğine varıyorlar, beynini uyuşturup dumura uğrattıkları halkın karşısında da minik ayrıntıların kavgalarını yaparak, oyunlarla oyalayıp duruyorlar. Bağımsızlık, antiemperyalizm, sınıf mücadelesi diye bir dertleri var mı? Özellikle yoktur! Ve emperyalist proje olan etnikçilikte, dincilikte, mezhepçilikte elbirliğiyle tam gaz ileri. Neyi, niye konuşturduklarını anladınız mı?

Yugoslavya’yı aynı ayaklarla parçalara ayırıp yuttuklarında, Yugoslav sosyalistleri canları pahasına direnmiş, ama ne yazık ki, kör ve azgın milliyetçiliğin ayakları altında kalmış ve yenilmişlerdi. Türkiyeli yoldaşlarını da, “sırada Anadolu var, aman dikkat!” diyerek uyarmışlardı. Irak’ta, Libya’da, Suriye’de Arap’ı Arap’a kırdırıyorlar. Irak’ı fiilen üçe böldüler. Şii ve Sünni Arapları birbirine kırdırdılar. Irak Komünist Partisi de emperyalist işgalcilere destek verdi ve Meclis’te koltukla ödüllendirildi. Emperyalist işgale destek veren alçak Komünist! Tarih bunu da yazacak! Bizde de öyle soysuz satılmışların olması bizim için şaşırtıcı değil. Halk/lar dört koldan kuşatılmış, emperyalizm dört koldan yükleniyor, sosyalistlerin sesi ne yazık ki siyaset sahnesinde herkese ulaşamıyor.
Önümüzde, emperyalizmin halkları birbirine düşürüp boğazlatarak, paramparça edip yuttuğu bir sürü örnek varken, bu ülkelerden ders almayıp Türk ve Kürt milliyetçiliğinde ısrar etmek ve dozu artırmak, emperyalizmin değirmenine su taşıyan bir bölücülüktür. Halkların kardeşliğinde ısrar, antiemperyalizmde ısrar yurtseverliktir, sosyalistliktir, vicdanlı olmaktır. Bu sefer ve Anadolu’da ayaklar altında kalıp ezilmeyeceğiz!
Neyi, niye konuşturduklarını şimdi anladınız mı?!…
Mahmut Ayaz
Telgrafhane.org
http://www.telgrafhane.org/mahmut-ayaz-yazdi-neyi-niye-konusturuyorlar/

..



29 Haziran 2016 Çarşamba

Müzakereler Yine Başarısız Olur İse



Müzakereler Yine Başarısız Olur İse?

Yazar: Ümit Özdağ


Güvenlikçi yöntemler başarısız olduğu için müzakerelerden başka çıkar yol olmadığını ileri süren çevrelerin unuttuğu husus, PKK ile müzakerelerin 2006’da başladığı ve birinci dönem müzakerelerin 2011’e kadar sürdüğüdür. Bu dönem boyunca her gün televizyonlarda ve gazetelerde terörle müzakerenin “Erdemleri ve Başarıları” Türk milletine anlatılmıştır. 
Sonuçta, terörle müzakereler büyük bir başarısızlık ile sona ermiştir.  

Terörle müzakere sürecinden sadece PKK karlı çıkmıştır. PKK, 2006’dan buyana hem terörü tırmandırmış hem siyasal bölücü çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Üstelik bunları yaparken Oslo’da müzakerelere devam etmiştir. Ankara ise 2009’dan itibaren TRT Şeş ile başlamış ve ardı ardına bir çok taviz vermiştir. Bu tavizler, PKK’yı terörü durdurmaya sevk etmemiş aksine, asker, polis ve sivillere yönelik katliamlar devam etmiştir.

2011’in ikinci yarısından 2012 sonuna kadar PKK’ya karşı PKK terörüne yarı mücadeleci yöntemler ile karşılık verilince 1200’den fazla PKK’lı terörist öldürülmüş, KCK operasyonları ile terör örgütünün dağ kadroları etkisiz hale getirilmiştir. PKK ile mücadele yolunun etkinlik kazandığı bir dönemde 2012 sonundan itibaren tekrar PKK ile müzakere süreci başlamıştır. 

Halen Türkiye bu sürecin içinden geçerken 2009’dan 2011’e kadar müzakerelerin önemini, doğruluğunu, erdemini bize anlatan kadrolar televizyonlarda yine aynı müzakerelerin erdemlerinden bahsetmeye başlamışlardır.  

Peki ya bu müzakere süreci de başarısız olur ise? Ne olur? Üstelik başarısız olma ihtimali çok yüksektir, çünkü 2013 Mart ayı itibarı ile Kandil, Türkiye’ye karşı bir zafer kazandığını düşünmektedir. Kandil’deki terörist liderler terör eylemlerini sürdürerek daha fazla zafer kazanma ve daha büyük tavizler alma imkanının olduğuna inanmaktadırlar. Kandil, bir yandan Suriye iç savaşının Esad’ın Şam’dan ayrılmasından sonra kazanacağı boyut ile “ Kuzey Suriye’de devletleşme ” imkanına sahip olacağını, öte yandan Türkiye’de ardı ardına gerçekleşecek üç seçimin, terör örgütüne Hükümete yönelik şantaj politikasını artırma imkanı vereceğini görmektedir. Bundan dolayı, Öcalan bir an önce İmralı’dan çıkmak için uzlaşmacı davransa da Kandil’deki şefler, Öcalan kadar aceleci davranmayacaklardır. Kandil, Öcalan’a açık bir şekilde cephe almadan ve karşı çıkıyormuş gibi görünmeden İmralı Süreci diye takdim edilen görüşmeleri süreç içinde sabote etmeyi tercih edeceklerdir. Ancak Kandil süreci sabote etse de süreçten çok boyutlu kazanımlar elde edecektir. Bu kazanımlar şu şekilde sayılabilir:

1. Terör örgütü büyük ölçüde meşrulaşan taraf olma doğrultusunda devlete adımlar attırmış olacaktır.
2. PKK’nın sadece meşrulaşması değil aynı zamanda Kürtlerin meşru temsilcisi konumuna yükselmesi doğrultusunda önemli bir gelişme sağlanmış olacaktır.
3. Bu PKK’yı Cenevre Konvansiyonunda savaşan taraf konumuna tırmandırırken, uluslar arası meşruluğunu güçlendirecektir. Bir çok ülke PKK’yı terörist örgüt listesinden çıkaracaktır. PKK, Filistin Kurtuluş Örgütü konumuna doğru ilerleme kaydedecektir.
4. PKK, Suriye’nin kuzeyinde devletleşme sürecine girecektir, hatta girmiştir. Bu süreç daha da güçlenerek devam edecektir.
5. Güneydoğu Anadolu’da halk PKK’yı bölgede “geleceğin egemeni” olarak göreceği için sürecin sabote edilmesi ile durmasından sonra devletin teröre karşı mücadelede halk desteğini alması mümkün olmayacaktır.    
6. PKK, Türkiye’nin hangi tavizleri vermeye hazır olduğunu bu süreçte görecek, gelecek müzakere sürecinde masaya bunları almış olduğunu düşünerek oturacaktır.

Evet, PKK müzakere de etse mücadele de etse kazanan taraf. Mesele ne kadar çok kazanacağı. 

Çünkü PKK oyunu doğru kuruyor. 
İŞTE KANITI;

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi

http://www.21yyte.org/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/07/6986/pkk-ile-muzakere-mutareke-ve-kirli-baris-surecinin-analizi


  ..


..

Milliyetsiz Yurttaşlık, Anayasa ve Parçalanma

Milliyetsiz Yurttaşlık, Anayasa ve Parçalanma



Yazar: Ümit Özdağ

06 OCAK 2012  CUMA

Siyasal kimliğin belirlenmesinde tarihsel süreçte değişik coğrafya ve kültürlerde değişik unsurlar ön plana çıkmıştır. Roma İmparatorluğu'nda siyasal kimliği belirleyen Roma hukuku çerçevesinde yurttaş olmaktır. Bu hak başlangıçta sadece Roma kenti yurttaşlarına verilmiş, diğer İtalyan kentlerinde dahi esirgenmiştir. Zaman için önce İtalya'yı sonra diğer imparatorluk parçalarını kapsamıştır.
Ortaçağ'da dinin yönetici hanedan ile harmanlanması siyasal kimliği belirleyen husus olmuştur. Millet, hukuku, hanedan veya kurumsallaşmış din üst yapısının altındaalt yapı olarak varlığını sürdürmüştür. 18. Yüzyılın sonu 19. Yüzyılın başında itibaren devletlerin alt yapısını oluşturan milletler, kimliklerini devletin siyasal kimliğine de damga olarak basmaya devam etmişlerdir. Diğer bir ifade ile millet kimliği aynı zamanda siyasal kimlik olmuştur. Tabii ki bu süreç kolay olmamış, eski kimlikler direnmeye çalışmıştır. Ancak sonuç, milli kimliğin aynı zamanda siyasal kimliğe dönüşmesi olmuştur. Yurttaşlık hukuku da bir dine, bir hanedana veya bir devlete bağlı olmaktan, bir millete bağlı olmak çerçevesinde şekillenmiştir.
20. Yüzyılın başında milletten kopan ve millet üstü bir yurttaşlığı hedefleyen üç büyük girişim gerçekleşmiştir. Bu modele milliyetsiz yurttaşlık diyebiliriz. Bunlardan en büyüğü Sovyetler Birliği'nin kurulması ile çıkan Sovyet yurttaşlığıdır. SSCB'nin kurucu ideolojisi, sadece toplumu ve insanı izah etme değil, evreni de izah etme iddiasını taşıyan kapsamlı bir ideolojidir. Bu ideoloji, Sovyet devleti çerçevesinde sadece yurttaşlarına Sovyet yurttaşı kimliği vermekle kalmamış, kapitalizm üzerinde nihai zaferden sonra sınıfsız bir dünya ve komünist bir toplum amacı etrafında birleştirmeyi hedeflemiştir.
SSCB ile aynı tarihlerde, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun parçalanması sonucunda kurulan Yugoslavya Krallığı, değişik din, mezhep ve dildeki bir çok Balkan milletini, "Yugoslav" veya güney Slavlığı şeklinde özü itibarı ile ırki bir zeminde milletten bağımsız bir yurttaşlık kimliği etrafında örgütlemeyi hedeflemiştir. Keza, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra Çekler ve Slovakların kurduğu Çekoslavakya'da milletten arınmış bir siyasal kimlik oluşturmuştur. Milliyetten arındırılmış yurttaşlık modeli, bu üç devletin yok olması ile 1980-1990 arasındaki dönemde tamamen ortadan kalkmıştır. Anılan ülkelerin coğrafyalarında yaşayan milletler, yaşamaya devam ederken, Sovyet, Yugoslav ve Çekoslovak kimlikleri tarihte bir dipnot olarak kalmıştır.
Bu olağanüstü başarısız model, milliyetsiz yurttaşlık şimdide yeni Anayasa yapımı sürecinde Türkiye'ye önerilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı Türk milleti siyasi kimliğinden kaynaklanan bir yurttaşlıktır. Türk milletine mensubiyet ise hukuki anlamda bu ülkenin yurttaşı olmak demektir. Türk milletinin % 96'sının esas olarak bu durum ile ilgili bir sorunu yoktur. Yapılan Anketlerde % 85'in üzerinde bir çoğunluk kendisini "Türk" olarak tanımlamaktadır. Bütün bunlar, Türkiye'nin iddia edildiği gibi bir etnik mozaik değil, aksine bir granit parçası olduğunun sosyolojik olarak delilleridir.
Buna rağmen küçük bir çete/terör örgütü, Türkiye'yi, milliyetsiz yurttaşlık modeline sürüklemekte, zorlamaktadır. Yeni anayasanın yurttaşlığı Türk milleti kavramından koparması ve Kürtçe eğitime izin vermesi durumunda Türkiye millet ve toprak bütünlüğünü 20 sene bir arada tutamaz. Kimse aksini söyleyemez. İçinden geçtiğimiz süreçte bu konuda alınacak tavır ve atılacak adımlar, atanları, Allah, millet ve tarih önünde sorumlu bırakacaktır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/anayasal-duzen-hukuk-adalet-arastirmalari-merkezi/2012/01/06/6444/milliyetsiz-yurttaslik-anayasa-ve-parcalanma


27 Haziran 2016 Pazartesi

ABD’NİN GELECEĞİ





ABD’NİN GELECEĞİ




Metin Aydoğan


Dünyanın ‘süper gücü’ ABD, bugün giderek ağırlaşan toplumsal sorunların etkisi altında çözülmeye doğru gitmektedir. 

Üretimsizliğin ve mali sermaye ticaretinin yol açtığı ekonomik açmaz, kamusal yaşamın her alanını kalıcı biçimde bozmuştur. 

Bir zamanlar, yaşam biçimi ve varsıllığıyla göz kamaştıran ABD, bugün “ikinci sınıf bir ülke olma” durumuyla karşı karşıya. Başka uluslara “sermaye ve teknoloji bağımlılığı” artıyor. 

Nüfusun “yüzde 10’u açlık sınırında”

Her üç çocuktan birinin “17 yaşından önce bir kamu yardımına gereksinimi var”

35 milyon Amerikalı “sağlık sigortasından yoksun”

Her yirmi beş dakikada bir cinayet işleniyor. 

Bütçe açıkları ve devlet borçları hızla artıyor. 

Eğitim düzeyi düşüyor... 

Bunları Amerikalı uzmanlar söylüyor.


“İkinci Sınıf Ülke...”

Amerikalı yatırımcı, banker, eski hükümet görevlisi ve Massachuesetts Teknoloji Enstitüsünün (MIT) dekanlarından küreselleşmeci Profesör Jeffry E.Garten ABD’nin bugünkü durumunu kaygı ile şöyle açıklıyor: “ABD bugün ikinci sınıf bir ülke olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yaşam standartı, sürekli düşmektedir, toplumsal karışıklık ve başka uluslara sermaye ve teknoloji bağımlılığı artmaktadır. Nüfusun yüzde 10’u açlık sınırındadır. Her üç çocuktan birinin on yedi yaşından önce bir kamu yardımına gereksinimi vardır. 35 milyon Amerikalı sağlık sigortasından yoksundur. Her yirmi beş dakikada, bir cinayet işlenmektedir. Federal bütçe açıkları hızla artmaktadır. Eğitim düzeyi düşmüştür, toplumun fiziksel alt yapısı çökmekte, teknoloji temellerimiz hızla aşınmaktadır. Bankalarımız karışıklık içindedir, siyasi kutuplaşma, sinizim yayılmakta (Sinizm: insanın erdem ve mutluluk için hiçbir değere sahip olmaması. y.n.), ulusal yönetim zayıflamaktadır”. 1
CIA görevlisi Graham E.Fuller’in ABD için kaygıları Garten’den farklı değil: “ABD eğer, ekonomik ve toplumsal sorunlarını çözmede başarı gösteremezse, Birleşik Devletler’deki etnik yapı Amerikan Demokrasisi’ni tehlikeye düşürecek ölçülerde çatlatacaktır”.2
Bir başka Amerikalı ekonomist, J.Bradford De Long, ABD ekonomisinden, eskiye özleme dönüşen bir umutsuzlukla söz ediyor ve şöyle söylüyor:“Amerikan kapitalizminin kalp nakline gereksinimi var. Amerikan kapitalizminin can damarı haline gelen finansman ticareti yapanların tasfiye edilmesi ve Amerikan endüstrisinin yeniden doğuşunda can damarı işlevini üstlenebilecek olan gerçek kapitalistlerin onların yerini alması gerekiyor. Amerika’nın eksiği; eski tarz kapitalistlerden, yeni teknolojiler icat eden ve kişisel varlıklarını, kurdukları şirketlerden edinen büyük yatırımcılardan yoksun olmasıdır. Amerika artık onları yitirmiş durumda. Henry Ford, IBM’in Thomas J.Watson’ı ve J.P.Morgan gibi adamlar, tarihteki en büyük ekonomik gücü, en yüksek yaşam standartını yaratan sistemin can damarlarıydı”.3

“Kumarhane Ekonomisi”

De Long’ın, Amerika Birleşik Devletleri’ni “kalp nakline ihtiyaç duyulacak” düzeyde ölümcül hasta olarak görmesine yol açan ve üretimsizlikten kaynaklanan sorunlar; ABD kadar olmasa da tüm gelişmiş ülkeleri etkisi altına almıştır. “Parayla para kazanmak” global ekonominin temel özelliği haline gelmiştir. Bilgisayarlar, uluslararası para piyasalarında; döviz işlemleri, bonolar, master cardlar, “paranın yeniden paketlenip satılması” için olağanüstü becerikli araçlar haline getirildi. Günün yirmi dört saati, trilyonlarca dolar, dünyanın belli başlı döviz piyasalarında, saniyenin binde biri oranında hızlarla dönüp duruyor. Bu dolaşımda para, kendisini “iyi” kullanan sahibine “büyük bir bağlılıkla”, az riskli ve zahmetsiz yeni paralar getiriyor. John Maynard Keynes’in deyimiyle“kumarhane ekonomisi”, dünyanın en etkin gücü haline geliyor.
Amerikan Bank Of International Settlementın verilerine göre, dünya üzerinde bir ülke parasının bir başkasına çevrilmesi biçimindeki uluslararası mali dolaşımının günlük hacmi 1991 yılında 640 milyar dolardı. Bu miktar 1995 yılında 1,5 trilyon dolara çıktı. Şimdi 9,2 trilyon dolar. Bu muazzam para hacminin yalnızca yüzde 10’u, yabancı mal ve hizmet satın alma gereksinimlerinden doğan, normal döviz ticaretine aittir. Geri kalan yüzde 90 pay, hergün spekülatörler, borsa cambazları ve kredi uzmanları tarafından yönlendirilmektedir.4

“Gereğinden Çok Küreselleşme”

ABD ekonomisinin temeli haline gelen mali sermaye egemenliği, Batılı ekonomistlerin deyimiyle, “gereğinden fazla küreselleşmiştir.” Bunun doğal sonucu, üretimsizlikten kaynaklanan; işsizlik, ücret düşüklüğü, alım gücündeki global düşüşler ve küresel bunalımlardır. Mali sermayenin ekonomi üzerindeki egemenliği ne ilginçtir ki artık, gelişmiş ülke yöneticilerini de rahatsız ediyor. İsviçre’nin kayak merkezi Davos’ta, 2 Şubat 1999 tarihinde toplanan “Dünya Ekonomik Forumu”nda konuşan Almanya Başbakanı Gerhard Schröder şunları söylüyor: “Spekülatörler ulusal ekonomileri yıkıma sürüklüyorlar, binlerce insanın ümitlerinin yıkıldığını görüyoruz. Dünya ekonomisinde istikrarsızlığa yol açan; spekülatif sermaye hareketleri ve küresel finansal yapı üzerinde, zaman geçirmeden bağlayıcı önlemlerin alınması gerekmektedir”.5
Dünya Bankası Direktörü E.Stern’e göre; dünya ekonomisi bir “kumarhaneye” çevrilmiştir. Bu “kumarhanede” para çevirenler, artık finansal sermayeyle de sınırlı değildir. Bir zamanların“sanayi imparatorlukları” olan ülkeler; bugün, “çağdaş tefeciler” haline gelmişlerdir. Üretim alanında istihdam azalmıştır. İnsanlar kendilerine sanayi dallarında değil, özel beceri ve eğitim gerektirmeyen hizmet sektörünün alt birimlerinde iş bulabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1950 yılında toplam işgücü hacminin yüzde 50’si üretimle ilgili alanlarda çalışırken, 1991 yılında bu oran yüzde 16’ya düşmüştür.6 1980–1990 arasında, hizmet sektöründe çalışanların, üretim sektöründe çalışanlara göre artış oranı yüzde 1650’dir.7

Amerikan Yaşam Biçimi; Yok Olan “Mutluluk”

ABD, üretimden uzaklaşma oranında, işsizlik ve işsizlikten kaynaklanan sosyal sorunlarla karşılaşıyor. Yönetim sistemindeki çözülme ve “demokrasinin” çöküşü, Amerikan yaşam tarzının bilinen geleneklerini teker teker ortadan kaldırmaktadır. Dünyadaki benzerlerinden daha yüksek standartta yaşayan orta sınıftan Amerikalılar, eski “mutlu” günlerini artık yitiriyorlar ve kitleler halinde alta doğru sınıf değiştiriyorlar.
Ekonomik ve siyasal çözülme, büyük boyutlu yeni sosyal sorunlar yaratıyor. Düzensiz ve örgütsüz bir sosyal çatışma toplumun her kesimine yayılıyor. Cinayet olayları sürekli yükseliyor. 1990 yılında cinayete kurban gidenlerin sayısı bir yıl öncesine göre yüzde 30 daha fazlaydı. ABD o yıl, her yüzbin kişide 10.5 cinayet oranıyla dünya birincisiydi. 1980’ler boyunca adli işler için yapılan harcamalar; eğitim harcamalarından dört, sağlık harcamalarından iki kat daha fazla arttı. Suç oranları yükseliyor ve sanık sandalyesine oturan Amerikalıların sayısında sürekli artıyor. Birleşik Devletler, öteki ülkelerle kıyaslandığında nüfusun daha büyük bir bölümü cezaevinde yaşayan bir ülke haline geldi.8
Birçok azgelişmiş ülkede bile denetim altına alınmış olan tüberküloz hastalığı, hızlı yoksullaşma nedeniyle ABD’nde artmaktadır ve bu artış son yedi yıl içinde yüzde 18’e ulaşmıştır.9Kriminal suçlarla ilgili araştırmalar yapan Andrew H.MalcolmThe New York Timesta şunları yazıyor: “Birleşik Devletler’de yeni bir silahlanma yarışı başlamıştır. Bu kez yarış bir başka ülkeyle değil, Amerikan Polisi ile Amerikalı suçlular arasında sürüyor. Bu yarışta yalnızca tabancalar ve küçük çaplı silahlar değil, yarı otomatik silah çeşitleri de yer alıyor”.10

Eğitimde Çöküş

Amerika’daki kolej ve üniversitelere dünyanın her yerinden yabancı öğrenci hâlâ geliyor ama bu okulları bitirmeden bırakan Amerikalı öğrencilerin oranı yüzde 25’e yakın. Kent merkezlerinde yeterli eğitim görmemiş gençler arasında işsizlik oranı yüzde 50’yi buluyor.11 Zenciler ve İspanyol asıllılar arasında bu oran daha fazla. Bu kesim, hiçbir mesleki eğitim görmüyor. Bunların yüzde 60’ının en az bir kez cezaevine girdiği, kızların yüzde 87’sinin küçük yaşta gebe kaldığı belirlenmiş.
17 yaşındaki Amerikalıların yüzde 13’ünün okuyamadığı, yazamadığı ve toplama çıkarma bilmediği açıklanmıştır. Yetişkin nüfus içinde bilisizlik (cehalet) daha da yüksektir. Amerika’daki işçilerin yüzde 30’dan fazlası okumayı bilmemektedirler.12 34 milyon Amerikalı işsiz. Bugün, ABD’nde 5 milyon evsiz insan her gece sokakta yatıyor.13 Bu saptamaları Amerikan kaynakları yapıyor.

Gelir Dağılımında Ara Açılıyor, Halk Yoksullaşıyor

ABD’nin tarihsel sorunu gelir dağılımındaki aşırı dengesizlik, artmaya devam etmektedir. Nüfusun en düşük gelirli yüzde 20’lik kesimi ulusal gelir toplamından, 1970 yılında yüzde 5.4 pay alırken; bu pay 1990’da yüzde 4.6’ya, 20 19'da yüzde 3.9’a düştü. Aynı dönemde en zengin yüzde 20’nin payı ise yüzde 41.5’den yüzde 44.5’e ve yüzde 48’e yükseldi. 1970–1980 arasında yoksulluk sınırı altında yaşayan insan, sayısı yüzde 4 arttı. Bu 10 milyon yeni yoksul demektir.14 1990 yılı resmi verilerine göre Amerika’lıların yüzde 14’ü yani 32 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Bu sayı şimdi 44 milyon.15

Sermaye Göçü; Fabrikalar Kapanıyor, İşsizlik Artıyor

Amerikalı araştırmacılar; Amerika Birleşik Devletleri’nde 1969 ile 1976 arasında fabrikaların kapanması ya da üretimin denizaşırı ülkelere taşınması sonucu, 22.3 milyon kişinin işinden olduğunu hesaplamaktadır.16 Araştırma 70’li yılların tümüne uygulandığında on yıllık dönemde bu sayının 35 milyona çıktığı görülmektedir.17 ReaganBush ve Clinton yönetimleri, milyonlarca yeni işyeri açıldığını tekrarlayıp durdular ama bu işlerin büyük çoğunluğu, perakende satış elemanı, hemşire, sağlık hizmetlisi, hastabakıcı, hizmetçi ve garsonluk türünden işlerdi.18

Yapılan bir araştırmaya göre; işten çıkarılan otomotiv işçilerinden iş bulabilenler, çalışmaya devam eden arkadaşlarından yüzde 43 daha az ücret almaktadırlar. Bir bölümü; KmartMc Donaldsgibi yerlerde iş bulmuşlardı. Oysa, küreselleşme ideologları; “bilgi çağına” ulaşan dünyada ölmekte olan “bacalı sanayide” çalışan işçilerin, yeni yüksek teknolojili endüstrilerde “iyi ücretli”“temiz”işlerde çalışacaklarını söylüyordu. Fabrikaların kapatılması nedeniyle işsiz kalan New Englandlı 674 bin işçiden yalnızca yüzde 3’ü yüksek teknoloji sektöründe iş bulmuştu.19 Amerikalı işçilerin ücretleri 1992 yılında 1973’e göre enflasyon düşüldükten sonra net olarak yüzde 9 azalmıştı.20ABD’nde 2.Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez 1991 yılında aile gelirleri enflasyonun gerisinde kalmıştı.21
Ücret düşüklüğüne karşın sürekli artan işsizlik sorunları, şimdiye dek 3. dünya ülkelerinde görülen manzaraların Amerika’da da yaşanmasına neden olmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, “Politik platformların ve ulusal ekonomi politikasının oluşturulmasında yönlendirici bir ses” haline geldiği söylenen ve The New York Times’ın yayın kurulunda bulunan ekonomi profesörü Lester E.Thurow “The Future Of Capitalism” adlı kitabında şu bilgiyi veriyor: “Orta büyüklükteki bir metal–seramik firması, saat 17.00’de bülten panosuna on tane başlangıç düzeyinde iş olanağı açıldığını belirten bir not astığında, sabaha karşı 05.00’te bu on iş için başvurmayı bekleyen iki bin kişi sıra oluyordu”.22 Ford Motor Company, Kentucky’de açtığı yeni fabrikasına alacağı 1300 işçi için ilân verdiğinde, tam 110 bin kişi işe girmek için başvurmuştu.23

DİPNOTLAR

1      “Soğuk Barış” Jaffry E. Garten Sarmal Yay. sf.36
2      “The Democracy Trap: Theperils of the Postcold World War” Graham E. Fuller Newyork 1991
3  “Multinationales et Systemes de Communication” Armand Mattclard Anthropos, Paris 1976, ak. Serge Latovche, “Dünyanın Batılılaşması” Ayrıntı Yayınları 1995, sf.134
4   “Growth, Income Distribution and Household Welfare in the Indus-trialised Countries Since the First Oil Shock” A. Boltho, Innocenti Occasional Papers, (Floransa; UNICEF) ak. Rence Prendergast ve Frances Stewart, “Piyasa Güçleri ve Küresel Kalkınma” Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1995, sf.57–58
5     “Ulusal Ekonomiler Yıkıma Sürükleniyor” Cumhuriyet 03.02.1999
6    “Manufacturing Mattes” Stephen S. Cohen–J.Zysman, New York Basic Books 1987, sf. 4, ak. R.J. Barnet–J.Cavamagh “Küresel Düşler” sf.180
7      “US Department of Labor” Employment and Earning 12.01.1991 sf.10, ak. Lester Thurow, “Kıran Kırana” Ata Yayınları, sf. 184
8     “U.S. Expands Its Lead in the Rate of Imprisonment” Fox Butterfield, The New York Times, 11.02.1992, , ak. J. E. Garten “Soğuk Barış” sf.219
9       “Dipsiz Kuyu” Umur Talu, Milliyet 31.12.1999
10    “Many Police Forces Rearm to Counter Criminals Guns”, The New York Times, 04.09.1990, ak. J. E. Garten “Soğuk Barış”Sarmal Yay. sf.219
11      “Soğuk Barış” Jeffry E.Garten, Sarmal Yay. sf.219
12      “A Nation in Crisis: The Dropout Dilemma” Byron N. Kunisawa, National Education Association Today, Ocak 1988, sf. 61; The Congress of the United States, The 1990 Joint Economic Committee Report (Washington, D.C.: U.S. Goverment Printing Office, 1990 sf. 6; “Losing the War of Letters” Ezra Bowen Time, 05.05.1986, ak. J.E. Garten, a.g.e. sf.219)
13   “Report to Clinton Sees Vast Extent of Homelessness” John De Parle, New York Times 17.02.1994 sf.20 ak. Lester C. Thurow, “Kapitalizmin Geleceği” Sabah Kitapları sf.25
14      “Macroeconomic Performance and the Disadvantaged” D. Culter–L. Katz (1991) Brooking Papers On Economic Activity (Washington D.C. Brooking Institution, ak. Dharam Ghai, “Yapısal Uyum, Küresel Bütünleşme ve Sosyal Demokrasi” “Piyasa Güçleri ve Küresel Kalkınma” Rence Prendergast–Frances Stewart Yapı Kredi Yayınları, sf.57
15       “Küresel Düşler” Richard Barnet–John Cavanagh Sabah Kit., sf.233
16       “Küresel Düşler” Richard J. Barnet–Cohn Cavenagh Sabah Kit., sf.232
17      “Deindustrialization and Unemployment in America” Barry Bluestone sf.31, ak. R. J. Barnet–J. Cavangh, “Küresel Düşler” Sabah Yay. sf.232
18      “Küresel Düşler” Richard J. Barnet–Cohn Cavanagh Sabah Kit., sf.233
19      “Küresel Düşler” Richard J. Barnet–Cohn Cavangth, Sabah Kit., sf.232
20      “Senato Çalışma Alt Komitesi Önünde Tanıklık” Jeff Faut ABD Sena-tosu, 07.04.1992, sf. 2 ak. a.g.e. sf.2
21      “Küresel Düşler” Richard J. Barnet–John Cavanagh, Sabah Kit., sf.233
22    “Carpenter Technology” Nicholas Fiore, at Conference on Leveraging Taiwanese Resources MITEPOCH Foundation, 12–14.10.1995, ak Lester E. Thurow “Kapitalizmin Geleceği”, Sabah Kitapları sf.138
23       “Generating Inequality” Thorow, ak. Lester E. Thurow, a.g.e. sf.148
http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2016/06/abdnin-gelecegi.html
..

Demirtaş’tan Müzakere Şartlarını Okumak



Demirtaş’tan Müzakere Şartlarını Okumak

Yazar: Ümit Özdağ
26 NİSAN 2013 CUMA
























AKP iktidarı başta Başbakan Erdoğan ve sonda akil insanlar olmak üzere Türk Milletini “PKK’yı hiçbir taviz vermeden barışa ikna ettiklerine” inandırmaya çalışıyorlar. Tarihin en büyük propaganda uzmanı olan NAZİ Propaganda bakanı Goebbels, söylediğiniz yalan o kadar büyük olmalıdır ki, gerçekliğinden şüphe edilmesin diyerek, propagandanın temel ilkesini belirliyor. PKK’nın hiçbir taviz almadan çekildiği ve barışı kabul ettiği iddiası Goebbels’i bile imrendirecek bir propaganda çalışmasıdır. Ancak, AKP’nin bu propaganda sürecini zora sokan, “barış süreci ortağı” BDP ve PKK’dır. AKP’den gelen her “taviz yok” açıklamasına BDP-PKK’dan “şunlarda olmadan olmaz” cevabı gelmektedir.  

             Örneğin, Nurettin Canikli, “ Bu sürecin somut sonucu terör örgütünün tasfiyesidir” derken, Aysel Tuğluk, PKK’nın Türkiye’de “ barış geldikten ve silah bıraktıktan” sonra da bir dönem Suriye’de ve İran’da silahlı güç olarak kalacağını, Avrupa’daki örgütsel gücünü muhafaza edeceğini açıklayarak, Türkiye’yi neyin beklediğini bir kez daha ortaya koymuştur. AKP’nin “taviz vermedik” propagandasına en çok destek vermeyi amaçlayan açıklama ise BDP eş başkanı S. Demirtaş’ın 22-23 Nisan 2013’de Taraf gazetesinde Neşe Düzel’e verdiği demeçtir. Bir siyasetçiden çok bir dış işleri mensubu gibi her cümlenin zihinde üç defa “Aman AKP’nin taviz vermedik tezine zarar vermesin” diye düşünülerek formüle edildiği anlaşılan bu demeçte bile Demirtaş, AKP’den “hangi tavizleri” almadan “barışın” gelmeyeceğini açıklamıştır.

          Demirtaş, Öcalan’ın İmralı tutanaklarında açıkladığı gibi sürecin üç aşamalı olduğunu söylüyor. Birinci aşama geri çekilme, ikinci aşama yeni anayasa ve üçüncü aşama normalleşme. Demirtaş: “Birinci aşamadan sonra, Türkiye’nin demokratikleşmesi denilen ikinci aşama var. Bu aşamada yasal reformlar ve anayasal değişikler var.” “Hükümet, demokratikleşme konusunda adım atmak zorunda. Eğer PKK’ya ‘sen geri çekil ve bana fırsat ver. Ben Türkiye’de demokratikleşme yapacağım’ diyorsa..Ve PKK’da buna uyuyorsa..Şimdi adım atma sırası hükümetindir.

          Aslında İmralı tutanaklarına göre, Öcalan, Hükümetin Kürt reformlarının çekilme bitmeden gerçekleşmesini istiyordu. Ya bu şartta Hükümetin istediği üzerine bir değişiklik oldu ve Hükümetin kamuoyu karşısında elini güçlendirmek için reformlar PKK çekilmesi sonrasına bırakıldı ya da Demirtaş serbest bir yorum yaptı. İkinci ihtimal yok denecek kadar az.

        Peki PKK’nın demokratikleşme konusunda bekledikleri neler? Demirtaş, önce bir geçiş dönemi anayasası sonra ikinci anayasadan bahsediyor. AKP Hükümetinden reformları bekledikleri geçiş dönemi anayasasında Demirtaş, “Bütün Türkiye için bölgesel yönetimler önereceğiz. Bir tür özerklik bu… Seçimle iş başına gelen ve yetkileri (egemenliği diye okuyun bundan dolayı özerklik değil federasyon Ü.Ö.) merkezle paylaşan bölge meclisleri bu…Bu bölge meclislerinin içinden de bir tür bölge hükümeti olan bölge yürütmesi çıkıyor. Valinin yerini de seçimle gelen bölge başkanları alıyor.(Erdoğan valiler seçimle gelebilir demişti. Ü.Ö.) Biz parlamentoya anayasa teklifimizi bu şekilde sunduk. Ulusal güvenlik, genel adalet ve savunma, genel bütçe planlama gibi hizmetlerin dışındaki eğitim, sağlık, kültür, turizm bütün hizmet ve  yetkiler bu bölge meclislerine ait oluyor.” Şimdi Demirtaş’ın canalıcı cümlesi geliyor:

 “BİZ BU MODELİ BARIŞ SONRASI İÇİN DEĞİL, BARIŞ İÇİN ÖNERİYORUZ.”  

            Özetle, Demirtaş, Öcalan, PKK ve BDP’nin AKP Hükümetinden beklediği anayasal ve yasal değişikliklerin temelinde federasyonu koyuyor ve ekliyor: “‘Türkçe dışında anadilde eğitim yapılamaz’ diyen bir anayasayı asla kabul edemeyiz. Herkesi Türk olarak kabul eden bir maddeyi de kabul edemeyiz.”
            Demirtaş Öcalan’ın hapishaneden çıkması ile ilgili olarak şöyle söylüyor: “Öcalan’ın hapiste tutulmasının nedeni Kürt sorununun çözülmemiş olması ve savaşın devam ediyor olmasıydı. Bu koşullar ortadan kalktığında belki cezaevi anlamsızlaşır. Öcalan’ı orada niye tutsunlar ki? Yeterince hapis yatmadı mı? Onbeş yıl yattı.” PKK yöneticileri konusunda da Demirtaş’ın cevabı açık: “Dönmek isteyenler dönebilir sürecin sonunda bence.

           1)Öcalan ve Kandil’in “ Akil insanlar heyeti oluşturulsun” önerisini kabul eden; 


          2)Öcalan ve Kandil’in “TBMM konuya el koysun” talebine önce karşı çıkan sonra BDP ile ortak komisyon kurmayı kabul eden; 

         3)Öcalan ve Kandil’in “Geri çekilme için yasal düzenleme yapılsın” talebini sonunda kabul edip, İç İşleri Bakanlığı ile TSK arasında yetki konusunda düzenleme yapan; 

        4) Erdoğan’ın ağzından “devlete karşı işlenen suçların affedilebileceğini” duyuran, 

        5) 2023’de eyalet sistemi olabilir diyen Hükümet hala taviz vermeden PKK’yı silah bırakmaya ikna ettiğini ileri sürebiliyor.   



..

Davutoğlu’nun Radikal Sunni Merkezli Ortadoğu



Davutoğlu’nun Radikal Sunni Merkezli Ortadoğu Politikası



YAZAR; ÜMİT ÖZDAĞ
16 MART 2012



Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Arap Baharı sürecinde Türk dış politikasının eksenini radikal sunni merkezli bir eksene oturtmuştur.


Bu politika sonucunda Ortadoğu'da Türkiye'nin müttefikleri değil, AKP'nin politik müttefikleri zemininde bir dış politika izlenmektedir. 

Örneğin Türkiye'nin Suriye'de izlediği, bu ülke ile yüksek gerilim yaratan politika Şam'da Suriye Ulusal Konseyi'nin üyelerinden olan Müslüman Kardeşlerin iktidara getirilmesini hedeflemektedir.

Suriye'de Müslüman Kardeşler Mısır'da olduğu gibi demokratik bir seçimleri kazanarak iktidara gelebilecek güçte olsalar bu noktada önemli bir sorun olmaz. Ankara'nın Suriye'de demokrasiyi desteklemesi yeter. Ancak Suriye'de Müslüman Kardeşler, baba Esad'ın aldığı önlemler sonucunda ağır darbeler almışlardır. Bundan dolayı Müslüman Kardeşler Suriye siyasetinde güçlü değildirler. Yarın yapılacak demokratik bir seçimden en büyük parti çıkma ihtimali de zayıftır.

Suriye'de Müslüman Kardeşlerin İslami alanda boşalttığı yeri özellikle ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra güçlenen ve Amerikan güçleri ve Şiilere karşı savaşan Irak Selefi hareketlerinden 2003-2012 arasında etkilenen selefi hareketler büyük ölçüde doldurmuştur. Bir seneden buyana bu hareketlerin açık bir şekilde katar üzerinden Suudi Arabistan aracılığı ile desteklendiğini görmekteyiz.

Davutoğlu'nun Suriye'de Müslüman Kardeşleri destekleme politikası bir yandan Suriye'de zayıf ata oynamayı beraberinde getirirken Türkiye'nin Suriye'de hiçte küçümsenmeyecek oranda olan laik rejimi destekleyen sunni Araplardan, Hıristiyanlardan ve kısmen Esad'a kızgın olan Nasurilerden koparmaktadır. Oysa Türkiye'nin Suriye'deki etki alanı AKP'nin etki alanından çok daha geniştir. Bir sene öncesine kadar Ankara'nın izlediği ve doğru olan kapsayıcı ve içten dönüştürücü siyasette bunu çok açık bir şekilde göstermiştir.

Ankara'nın ulaşılan noktada yapması gereken hızla Annan'a BM ve Arap Birliği tarafından verilen misyonu gerçekleştirici bir politika izlemektir. Bu ise Esad rejimi ve muhalifler arasında önce ateşkesin sağlanmasını gerçekleştirmek sonra Esad'ı dışlamayan bir demokratikleşmenin çerçevesinin sağlanması için Suriye'deki bütün kanatları kapsayıcı bir söylem ile bu ülkeye yaklaşmaktır.

Davutoğlu'nun sunni merkezli siyasetinin ikinci ayağı kendisini Irak politikasında göstermiştir. Davutoğlu, bir süreden buyana Irak'ta sunni Arapların federasyoncu tezlerini desteklemektedir. Şii Araplar ise 2000'li yıllarda federasyoncu bir çizgiyi izledikten sonra federasyonun Irak'ı parçalayacağını görerek, şiddetle federasyona muhalefet etmektedir. Şii Arap erkekler yakalarından büyük bütün Irak rozetleri, şii kadınlar bütün Irak kolyeleri ile ülkelerinin bütünlüğü için çalışmaktadırlar.

Davutoğlu ve Türkiye 2003 sonrasında Türkmenleri Ankara politikalarından tasfiye eder, hatta onlara Irak'ta sunni Arapların içinde erimeyi önerirken, Ankara'nın Irak politikasını sunni Arap partiler üzerine kurmuştur. İran'ın şii Araplar üzerinde büyük bir etkisinin olduğu bir dönemde bu geçici bir zorunluluk olarak ta görülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, şii Araplar Türkiye'ye de tarihsel olarak çok uzak değildirler.

2. Abdülhamit han'ın akıllı şii Arap politikası sonucunda, şii Arap aşiretleri Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu'nun yanında sonuna kadar savaşmışlardır. Sunniler ise İngilizlerin yanında yer almıştır. Bundan dolayı İngiliz manda yönetimi Irak devletini kurarken azınlıktaki sunni Araplara dayanmış, şii Arapları ise cezalandırmıştır.

Ankara'nın sunni Arap partileri desteklemesi, şii Araplar ve Irak'ın bütünlüğü en önemli siyasi hedefi olan Maliki'yi dışlaması, karşısına alması anlamına gelmemelidir. Amerikan Ordusu'nun çekilmesinden sonra Irak Şiiliği zaman içinde üzerindeki İran etkisini azaltacaktır. Ancak bunun için Türkiye'nin Bağdat'a ve Maliki'ye yönelik siyasetinin dışlayıcı bir siyaset olmaması gerekmektedir. Oysa Ankara'nın bugün gerek Irak'ta gerek Suriye'de izlediği siyaset, Maliki'yi Tahran'a doğru yaklaştırmakta, Ankara'dan uzaklaştırmaktadır.

Türk dış politikasını sadece iktidar partisinin ideolojik çizgisi üzerine oturtmak Türkiye'nin iktidar partisinden çok daha büyük olan potansiyelini inkar etmek, kullanamamak anlamına gelmektedir.

Bugün Davutoğlu bunu yapıyor.