28 Temmuz 2016 Perşembe

ABD ve Almanya Türkiye'deki Darbenin başarısızlığına çok Öfkeli,





ABD ve Almanya Türkiye'deki Darbenin başarısızlığına çok Öfkeli,

Peter Schwarz
20 Temmuz 2016
İngilizce’den çeviri (19 Temmuz 2016)
Amerikan ve Alman hükümetlerinin Türkiye'deki başarısız darbeye yönelik tepkilerine bakarak, onların başkaldıranları siyasi olarak desteklediği ve başarılarını beklediği konusunda hiçbir kuşkuya yer olmadığını söyleyebiliriz.
Ancak asilerin başarısız olacağı kesinleştiğinde kesin bir dille konuşan Washington ve Berlin, darbeyi kısa ve özlü bir şekilde kınamadan önce uzun süre beklediler.
Darbe gecesi ilk konuşan kişi, Moskova'dan yerel saatle akşam 11'de bir açıklama yapan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry oldu. O anda, darbe başarılı olacak gibi görünüyordu ve Kerry, kesin bir dille konuşmamak için çaba harcıyordu.
O, genel hatlarıyla, “Türkiye'de istikrar ve süreklilik” çağrısı yaptı. Kerry ve Başkan Barack Obama yarım saat sonra, ancak Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın FaceTime üzerinden halka direnme çağrısı yapmasından ve durumun değişmeye başlamasından sonra, “Türkiye'nin demokratik olarak seçilmiş hükümeti”ne destek çağrısı yaptılar.
Alman hükümeti daha da uzun süre bekledi. Alman hükümet sözcüsü Steffen Seibert, ancak Cumartesi günü erken saatlerde, Almanya saatiyle gece 1'de, Twitter üzerinden, demokratik düzene saygı ve insanların canlarının korunması çağrısı yapan bir mesaj gönderdi. Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier Cumartesi sabahı ilerleyen saatlerde konuştu ve “Türkiye'deki demokratik düzeni zor yoluyla değiştirmeye yönelik her türlü girişim”i kınadı. Öğleden sonra, Başbakan Angela Merkel kısa bir basın açıklamasıyla darbeyi kınadı.
NATO'nun ikinci büyük ordusu olan ve hem Alman hem de Amerikan silahlı kuvvetlerinin ittifakın komuta kademesinde ve günlük savaş görevlerinde işbirliği yaptığı bir ordunun saflarında gerçekleşen silahlı başkaldırının bir kınama, yorum ve tartışma dalgasına yol açması beklenirdi. Ama bunların hiçbiri olmadı.
Formalite icabı bir demokrasi savunusu ifade eden bu kısa açıklamalar yayımlandığından beri, politikacıların ve medyanın eleştirisi, neredeyse bütünüyle, darbe girişiminin hedefi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan'a yöneltilmiş durumda. Amerikan ve Alman egemen seçkinleri, Erdoğan'ın devlet ve ordu aygıtını onların ajanlarından temizliyor, başarısız darbeyi kendi muhaliflerine karşı harekete geçmek için kullanıyor ve sağcı İslamcı destekleyicilerini güçlendiriyor olmasına kızgınlar.
Türk subaylarının, darbeye, Amerikan ve Alman tarafların desteği ve teşviki olmaksızın kalkışmış olması düşünülemez. Cumhurbaşkanı Erdoğan hükümeti ile hem Washington hem de Berlin arasında Kürt sorunu, Suriye savaşı ve Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin düzelmesi üzerine yaşanan gerilimler, geçtiğimiz haftalarda artmıştı.
Bununla birlikte, başkaldıranlar ve onların iplerini ellerinde tutanlar, açıkça yanlış hesap yapmışlardı. Henüz açık olmayan nedenlerle, darbe ters gitti. Ona önderlik edenler, muhtemelen, Erdoğan'ın harekete geçirebileceği halk desteğini küçümsemişlerdi.
Darbe başarılı olsaydı, Washington ve Berlin, aynı önceki yıllarda Ukrayna'daki 2014 darbesinde ve Mısır'daki kanlı karşı-devrimde yapmış oldukları gibi, onu destekleyecekti. Eğer Erdoğan, demokratik olarak seçilmiş önceki Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi gibi şimdi hapiste olsaydı, onlar demokratik ilkeler konusunda tek laf etmeyeceklerdi. Onlar, demokrasi sorununu, yalnızca şimdi ve kendi siyasi hesaplarına uygun olduğunda ortaya atmaktadırlar.
Başkaldıranlara yönelik neredeyse hiçbir eleştiri duyulmazken, Atlas Okyanusu’nun her iki yanındaki politikacılar, Türk hükümetini “intikam, keyfi davranış ve iktidarın kötüye kullanımı” konularında uyarıyor ve “hukukun ve demokratik ilkelerin üstünlüğü”ne uyulmasını tavsiye ediyorlar.
Kerry, Pazartesi günü, Avrupa Birliği dışişleri bakanları ile yaptığı toplantının ardından, Türkiye'yi, hükümetin siyasi muhaliflere karşı davranmaya devam etmesi durumunda NATO üyeliğini kaybedebileceği konusunda, dolaylı olarak uyardı.
Erdoğan ile savaştan harabeye dönmüş ülkelerden gelen  sığınmacıların geri gönderilmesi konusunda kirli bir anlaşmaya varırken hiçbir ilke sergilemeyen Merkel, Türk hükümetinin tehditlerine uygun davranması ve ölüm cezasını yeniden uygulamaya koyması durumunda, AB üyeliği görüşmelerinin derhal son bulacağı tehdidinde bulundu.
Bu kampanyada hükümet propagandasını pompalayan ve başkaldıranlara yönelik sempatisini gizlemeyen medya özellikle sinik bir rol oynuyor.
New York Times, “Türkiye'de karşı-darbe” başlıklı bir başyazıda, saldırısını Erdoğan'ın ve hükümetin darbe sonrasında siyasi muhaliflere yönelik baskısı üzerinde yoğunlaştırdı. Darbenin başarısızlığı karşısındaki şaşkınlığını ve hayal kırıklığını pek gizlemeyen gazete şunları yazdı: “Medya üzerinde acımasız bir denetim uygulayan, insan haklarını ve konuşma özgürlüğünü sınırlayan Bay Erdoğan, düşünceyi ifade özgürlüğünün dostu değildi. Yine de, binlerce insan, onun başkaldıranları dikkate almama ve -Bay Erdoğan onun anlamını aşındırmış olmasına rağmen- demokrasiye değer verdiklerini gösterme çağrısına uydu.”Die Welt, “Ebedi kurban Recep Tayyip Erdoğan” başlıklı bir başyazıda, açıkça, “Başkaldıranlara yapılabilecek tek serzeniş başarısız olmaları değil mi?” diye sordu. Gazete yine de “hayır” yanıtını verdi ama bunu, demokratik gerekçelerle değil, “bir darbe diğerine yol açtığı” ve iktidarın ordu tarafından ele geçirilmesi kurbanlar yarattığı için yaptı.
Welt am Sonntag, “beceriksiz darbe girişimlerinin ilk on sırasına” yerleştirdiği darbeci subayları amatörlükle suçladı. Gazete, yazısını, bir sonraki girişimin daha iyi olması umudunu ifade ederek bitirdi: “Erdoğan kendi İslamcı başkanlık diktatörlüğünü sağlam biçimde oluşturduğunda, dün tankların önünü kesenler, Kemalist demokrasiyi yeniden kurmak için faydacı bir askeri ara dönem isteyecekler.”
Muhafazakar gazete Frankfurter Allgemeine Zeitung, başkaldıranların amatörce girişimlerini “ Darbe neden başarısız oldu ” başlığı altında kınadı ve işleri bir sonraki seferde nasıl daha iyi örgütleyeceklerine ilişkin tavsiyede bulundu.
Rainer Herrmann, “En önemli acil soru, uzun bir 'başarılı' darbeler geçmişine dönüp bakabilen bir ordunun nasıl olup da iktidarı almaya yönelik böylesi amatörce bir girişime kalkışabildiğidir.” diye yazdı.
O, yazısını, “ Eğer darbenin önderleri başarılı olmak istiyor olsaydılar, derhal en önemli devlet kurumlarının denetimini ele geçirmeye çalışmalıydılar. Onlar, aynı öncelleri gibi, devletin sivil zirvesini saf dışı etmeliydiler.” diye sürdürdü.
Herrmann, başkaldıranların hedeflerini açıkça destekliyordu. O, darbecilerin açıklamasının, “ Erdoğan'ın ve onun Başbakan Binali Yıldırım yönetimindeki hükümetinin çoğu karşıtı tarafından desteklenebilecek ” noktalar içerdiğini yazdı. Bununla birlikte, başkaldıranlar, “gelecek aylar için bir yol haritası ya da program” sunamamış.
Ama bu düzeltilebilirmiş. “Darbe girişimi başarısız oldu. Yine de, ordunun ve polisin, büyük kentler dışındaki kamu güvenliğinden sorumlu diğer kesimleri içindeki hoşnutsuzluk devam ediyor.”
Başka makaleler, Erdoğan'ı, darbeyi, kişisel bir diktatörlük kurmaya gerekçe yaratmak için bizzat yapmakla suçluyorlar. ABD'de yayımlanan Politico şunları yazdı: 
 < “ Kimi batılı yetkililer ve uzmanlar, önlenen darbenin, Erdoğan'ın 'Reichstag yangını' haline geleceğini öngörüyorlar. 1933'te Almanya Parlamentosu'nda [Reichstag] çıkartılan ve Hitler'in temel hakları askıya almasına gerekçe işlevi görmüş olan yangın, Nazi diktatörlüğünün başlangıcıydı.” >
Almanya'daki Sol Parti'ye yakın olan Junge Weltgazetesi de, darbeyi olası bir “Türk Reichstag yangını” olarak betimledi. O, başarısız darbenin, “Erdoğan'ın uzun süredir planlanan darbesindeki bir diğer aşama” olduğunu yazdı.
Kerry, Steinmeier ve emperyalist çıkarların diğer pervasız savunucuları, darbenin arkasında durdular. Başkaldıranların merkezlerinden biri olan İncirlik hava üssünde 50 Amerikan nükleer savaş başlığının depolanıyor olması, söz konusu Amerikan çıkarlarının duyarlılığını göstermektedir.
Erdoğan, Otoriter tutkuları olan gerici bir politikacıdır. Ancak onunla hesaplaşma, Türk ordusunun ya da Emperyalist güçlerin değil; Türkiye ve Uluslararası işçi sınıfının görevidir. Darbe girişimi, özellikle, Aşağıdan gelecek bu tür bir hareketin önünü kesmeyi amaçlıyordu. Darbenin başarılı olması durumunda, ordu, önceki darbelerde olduğu gibi, on binlerce militan işçiyi gözaltına alacak, işkence edecek ve öldürecek; Washington ve Berlin kılını kıpırdatmayacaktı.





23 Temmuz 2016 Cumartesi

Ali Hamanei'den ABD'ye: "Anlaşmayı yırtarsanız biz de onu ateşe veririz"


Ali Hamanei'den ABD'ye: "Anlaşmayı yırtarsanız biz de onu ateşe veririz"



Cemalettin Taşken

İran Dini Lideri Ali Hamanei, devletin üst düzey sivil ve asker kanadıyla yaptığı toplantıda, nükleer anlaşmanın uygulanabilirliği ve bölgesel meselelerle ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Konuşmasında ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıya dikkat çeken Ali Hamanei, “Ekonomik durgunluk” ve “işsizlik” gibi iki temel sorunun çözümü için gerekli plan ve yol haritasının belirlenmesi gerektiğine vurgu yaptı. Bu plan ve hazırlığın, İran’ın daha önceden belirlemiş olduğu “direniş ekonomisi”nin devamı için gerekli olduğunu söyledi.  Ülkenin iç meselelerine değindikten sonra özellikle nükleer anlaşmanın uygulanmasındaki aksaklıklara dikkat çeken Hamanei, öncelikle Nükleer Anlaşma metninin, belirsizliklerle dolu olduğunun altını çizerek bu durumdan rahatsız olduğunu yineledi.  

Bu belirsizliğin Nükleer anlaşmanın, Batı tarafından istismara açık bir hale getirilmesine yol açtığını savunan Hamanei,: “Biz Nükleer Anlaşmada mutabakata varılan kararları ihlal etmeyeceğiz çünkü ahde vefa Kur’an’ın emridir ancak ABD Başkan adayları, bize karşı Nükleer Anlaşmayı yırtma tehdidi gerçekleştirirse, biz de anlaşmayı ateşe veririz. Zira bu da anlaşmayı ihlal edenlere karşı yine Kur’an’ın bir emridir.” diyerek anlaşmanın uygulanabilirliği adına her iki tarafı da gelecekte zor günlerin beklediğinin işaretini verdi.[1]  Hamanei, konuşmasının devamında, ABD başta olmak üzere Batı’nın, verdiği sözleri tutmasına ilişkin şunları hatırlattı: “Anlaşma sonrası ABD’nin üzerine düşen, yaptırımları kaldırmaktı ama bu vazifesini yerine getirmedi yani yaptırımların bir kısmını kaldırmış gibi yaptı ama yaptırımlar kalkmadı. Amerikalılar ilk yaptırımları tamamıyla korudular ve bu konu, kaldırılması planlanan ikinci yaptırımları da etkiledi. Uzmanlar bu gerçeğe dikkat etsinler ve bana artık yaptırımlar kaldırıldı sözünü tekrarlayıp durmasınlar.” diyerek toplantıda hazır bulunan cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve ekibine, anlaşmanın gidişatıyla ilgili uyarılarda bulundu.[2]  

Yabancı bankalarla işlem yapabilme sorununun hallolmadığına değinen Hamanei, ABD’nin bankalar arası sorunun halledildiğini söylemesine rağmen pratikte sorunun hala çözüme kavuşmadığını belirtti. Ali Hamanei, Amerikalı bir yetkilinin İran’la ilgili çalışmaların son derece titizlikle yapıldığını söylemesine karşın ABD’nin sözünde durmamakla İran’a karşı hata yaptığını belirtti.  Hamanei, İran tarafı olarak, anlaşmanın sağlanması adına görüşmelerde verdikleri bütün sözleri yerine getirme hususunda kararlı olduklarını belirterek %20 zenginleştirmeyi sonlandırıp, Fordo ve Arak’ı kapattıklarını ancak bu gelişmelerin karşılığına denk gelen taahhütlerin yerine getirilmediğini vurguladı. Toplantıdaki konuşmasında Hamanei, santrifüjlerin üretiminde kullanılan karbon fiber ve 300 kilogram nükleer malzeme ölçümü ile ilgili Batı’nın beklentilerini asla kabul etmemeleri ve Batı’ya teslim olmamaları konusunda İran Atom Enerji Kurumu Başkanı’na da uyarılarda bulundu.  

Ali Hamanei, İran’ın dış ülkelerde bloke edilen paralarının hala serbest bırakılmamasına da değinerek İran’ın, daha önce sattığı petrol paralarını İran’a geri getirmenin kendileri için zor ve masraflı olduğuna dikkat çekti. Petrol paralarının, kendilerine hala teslim edilmemesi konusunda yetkilileri uyaran Hamanei, ABD liderliğindeki Batı’nın, sözünde durmadığı gibi borcunu ödemek isteyen kurum ya da ülkeleri de engellediğini iddia etti. İran’ın ödenmeyen petrol parası ve yaptırım uygulanan malzemelerin satışıyla ilgili el konulan paralarına tepkisini sürdüren Hamanei, ABD’nin bu tavrı karşısında kendilerinin de gerekli gördükleri durumda tekrar eski kapasitelerine dönebileceklerini ve yeni nesil santrifüjlerin sayısını bir buçuk yıldan daha kısa bir sürede, 100 bine çıkarabileceklerini iddia etti. Bu durumda karşı tarafın, İran’ın elinin bağlı olduğunu düşünmekle hata yaptığının altını çizdi.  Ayetullah Hamanei, ABD’nin olası bir sabotajına ciddi bir şekilde cevap verilmesi gerektiğini vurgulayarak toplantıda hazır bulunan devlet yetkililerine şöyle seslendi: “Hak alınmalıdır, hele bu hak ABD gibi bir kurttaysa ağzından çekerek alınmalıdır.” Hamanei, İran’ın %20 zenginleştirilmiş uranyum ve gelişmiş santrifüj elde etmiş olmasının, P5+1 grubunu, kendileriyle anlaşmaya mecbur ettiğini savunarak: “ Eğer İran’ın bilimsel ve teknolojik gücü olmasaydı, ABD bizimle anlaşmayı kabul etmezdi. Dolayısıyla bu gücümüzü artırmalıyız ” diyerek İran’ın, nükleer meselenin geleceğiyle ilgili fikrini ortaya koymuş oldu. Dini Lider, konuşmasını Nükleer Anlaşma Denetleme Kuruluna hitaben sonlandırdı ve kurula: 

Anlaşmadaki muhataplarınızın kötü davrandığını ya da sizi aldattığını düşündüğünüz yerlerde, daha fazla dikkatli olmalı ve halkın menfaatlerini savunmalısınız ” uyarısında bulundu. 

 [1]http://mobile.reuters.com/article/idUSKCN0Z02MA?feedType=RSS&feedName=topNews&utm_source=twitter&utm_medium=Social  

[2] http://www.farsnews.com/13950230000964   


http://www.ankarastrateji.org/yorum/hamaneden-abdye-anla-may-y-rtarsan-z-biz-de-onu-ate-e-veririz/

..

21 Temmuz 2016 Perşembe

Millî Kıbrıs Davamız Nereye?! BÖLÜM 5



Millî Kıbrıs Davamız Nereye?!   BÖLÜM 5



Millî Kıbrıs Davamız Nereye?!


E. Büyükelçi Tugay ULUÇEVİK
Emekli Büyükelçi














Toplum Mühendisliği - Algı Operasyonu

Öteyandan KKTC'de ve Türkiye'de toplum mühendisliğinin Kıbrıs konusunda ustaca uyguladığı iç ve dış kaynaklı bir algı operasyonun cereyan ettiği izlenimi altındayım. Bunun asıl başlangıç döneminin de Annan Plânı üzerindeki çözüm süreci olduğu kanaatindeyim.
Annan Plânı'nın merhum Rauf Denktaş'a kabul ettirmek ve Kıbrıs Türk halkına da benimsettirmek için Türkiye'nin ABD ve AB ile birlikte baskılar yaptığı zamanda, ABD ve AB, 2003 Aralık ayında KKTC’de yapılan erken genel seçimde açıkça Sayın Talât’ın liderliğindeki CTP’den yana tavır koymuşlardır. Daha sonra ABD Kongresine sunulan 27 Haziran 2006 tarihli bir raporda  ABD’nin “Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston’ın, çözüm şanslarını arttırmak için (KKTC’deki ) Aralık 2003 seçimlerinden önce Kıbrıs Türk siyasî muhalefetine açık biçimde yardım ettiği” ifade edilmiştir. Bu rapora internetten erişmek mümkündür.[liv]
Kıbrıs Rum kesiminde müzakere süreciyle ilgili olarak cereyan eden tartışmalar ve Rum - Yunan ortaklığının Kıbrıs sorununun çözümüyle güttükleri niyetlere, ortak amaçlara, hedeflere dair demeçler Türk medyasına gerektiği ölçüde yansımamaktadır.
Türk kamuoyunu çözüme odaklamak ve desteğini sağlamak için çözüm halinde Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de varlığı söylenen hidrokarbon yataklarının işletilip değerlendirilmesinde pay ve rol sahibi olacağı; Türkiye'nin, enerji koridoru olma niteliğini güneyinden de elde edeceği gibi temalar işlenmektedir.
Kamuoyumuzda görüşme sürecinin suhulet içinde ilerlediği intibaını uyandıracak haberler ve yorumlar ön plâna çıkarılmaktadır. Bütün bunlar hangi sonuçları doğuracak, nasıl bir çözüm şekline doğru ilerlenmekte olduğundan söz edilmeden yapılmaktadır.
Oysa sorununun çözüme kavuşmasının Doğu Akdeniz bölgesinin istikrarına katkı yapabilmesi ve bu çerçevede başlıklar Türkiye'ye önemli çıkarlar sağlayabilmesi için her şeyden evvel kalıcı bir çözüm şeklinin ortaya çıkması lâzımdır. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından ihdas edilmiş olan dengenin bozulmaması gereklidir. Bunun için de Türkiye'nin de AB üyesi olması zorunludur.
1960 yılında ortaya çıkan ve o zaman Türkiye'de kalıcı olacağına inanılmış bulunan çözüm şeklinin 3 yıl 4 ayiçinde Ada'yı ateş topuna döndürdüğü bir tarih dersi olarak hatırdan çıkartılmamalıdır.
Türk kamuoyuna yönelik algı operasyonunun en çarpıcı örneklerinden biri Rum Yönetimi'nin Türkçe'nin AB'nin resmî dilleri arasına dahil edilmesi için geçtiğimiz Ocak ayı içinde AB dönem başkanlığına yaptığı başvurunun medyada takdim şeklidir. Rumların bu hareketi gazetelerde Türk kamuoyuna "Anastasiadis'ten Türkiye'ye jest", "Anastasiadis'in büyük jesti" şeklindeki başlıklar altında ve baş sayfada duyurulmuştur.
Aslında Rumların bu girişiminin Türkiye'ye yönelik bir jest olma vasfı yoktur. Rum tarafı,  Kıbrıslı Türkleri de içerir şekilde Hükûmeti olduklarını iddia ettikleri 1960 Cumhuriyeti'nin Anayasası'ndan kaynaklanan bir vecibeyi yerine getirmek;  gecikmiş biçimde bu anayasal açıklarını kapatmak amacıyla bu girişimi yapmıştır. Esasen, Kıbrıs Rum Hükûmet sözcüsü de, Türk ve uluslararası basında Rum tarafının teşebbüsünü "Türkiye'ye jest" olarak takdim eden haberler çıkması üzerine açıklama yapmış ve Türkçe'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'nin resmî dillerinden biri olduğunu hatırlatarak, AB üyesi olan Kıbrıs'ın bu girişimi yaptığını söylemiştir. Burada hatırlatmam gerekir: Daha önce 2015 yılı içinde Avrupa Parlâmentosu'nda bir İngiliz parlâmenter "madem ki Rumlar 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bütününü temsil, ettiklerini beyan ediyorlar ve bizler de bu beyanı kabul ediyoruz; o zaman neden Devlet'in anayasasına göre Türkçe de AB'nin resmî dili olmuyor" mealinde bir soru tevcih etmiştir.

Rum - Yunan Ortak Hedefi "Enosis" idi, ""Enosis" olmaya devam Ediyor

Kıbrıs konusunun BM Genel Kurulu'nun gündemine Yunanistan tarafından dâhil ettirildiği 1954 yılından bu yana Kıbrıs sorununun geçirdiği bütün aşamalarda Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan'ın güttüğü ortak hedef "enosis" olmuştur.
Kıbrıslı Rumlar, aldıkları acı derslerden sonra, şiddet yoluyla "enosis" hedefine ulaşamayacaklarının idraki içinde görünmektedirler. Bu idrakle 1994 yılında, Klerides'in liderliği altında, "enosis" i, içinde Türkiye'nin tam üye olarak yer almayacağı AB bünyesinde gerçekleştirme hedefine yönelmişlerdir. Bu hedefi, AB'nin yardımıyla, Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi'nin aldığı kararla ve bu karara dayanarak 16 Nisan 2003 tarihinde Atina'da AB Katılım Antlaşmasını imzalamak suretiyle kısmen gerçekleştirmişlerdir. "Kısmen" diyorum; çünkü, onlar tam "enosis" için, içinde Türkiye'nin yer almayacağı bir AB'de, Ada'nın tümünün AB üyesi haline geleceği günü beklemektedirler. Şimdiki çözüm süreci kendilerini tarihî emellerinin gerçekleşeceği güne doğru götürmektedir.
ANNAN Plânı'nı da, "nasıl olsa AB üyesi olduk; bundan böyle Türkiye'nin AB üyeliğini önünü keserek, Kıbrıslı Türkleri sorunun çözümü çerçevesinde Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanmasını sağlayalım; böylece içinde Türkiye'nin bulunmadığı AB'de Ada'nın bütününün AB'de yer almasını gerçekleştirelim ve enosis hedefine ulaşalım" gibi düşüncelerle reddettiklerine kaniim.
Burada bir parantez açarak ifade istiyorum. Tabiî, Rum tarafının Annan Plânı'nı reddetmesinde Rusya'nın tesirini de bir olgu olarak hatırda tutmalıyız. Çünkü Rusya (daha önceleri Sovyetler Birliği) Kıbrıs için Batının mutfağında pişirilip kotarılmış çözüm şekillerine karşıdır.
Hatırlayanlar olabilir. Rusya Federasyonu, Annan Plânı temelinde Kıbrıs'ta çözüm ortaya çıkması halinde BM çerçevesinde yapılması gerekebilecek işler ve işlemler hakkında İngiltere tarafından BM Güvenlik Konseyi'ne sunulan karar tasarısı üzerinde 21 Nisan 2004 günü cereyan eden oylamada vetosunu kullanmıştır. Bu veto, soğuk savaşın ertesinde Rusya Federasyonu'nun kullandığı ikinci veto olmuştur. Rusya ilk vetosunu 1994'de Bosna Hersek ile ilgili olarak kullanmıştır. [lv]
Bununla beraber, şayet ABD, Rusya'yı Suriye'deki bilinen askerî varlığını sürdürmesi  ve Suriye'nin geleceği hakkında yeterli ölçüde tatmin etmişse veya edebilirse, ve ayrıca yakın bir gelecekte Türkiye - Rusya münasebetlerinde hızlı bir düzelme meydana gelemezse, o zaman Rusya'nın da bu sefer Kıbrıs'ta çözüme AKEL vasıtasıyla yeşil ışık yakabileceğini ihtimal dışı tutmam.
Tekrar asıl konumuza dönüyorum: Türkiye ve Rauf Denktaş döneminde KKTC, Rumların "enosis" hedefini AB potasında gerçekleştirme stratejisinin zamanında farkında olmuştur. Bu farkındalıkladır ki, Türkiye ve KKTC, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliği için yaptığı müracaatın işleme konulmaması ve daha sonra da, Türkiye de AB'ne tam üye olmadan Rum tarafının AB'ne üye olarak kabul edilmemesi için yoğun diplomatik girişimlerde bulunmuşlardır.

Türkiye'nin 1995'deki Çekincesini Hatırlayan Var mı?

Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kuran kararın alındığı 6 Mart 1995'deki Türkiye - AB Ortaklık Konseyitoplantısında Dışişleri Bakanı Sayın Murat Karayalçın Türkiye'nin Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliğine karşı olan itirazını kesin ifadelerle toplantının resmî zabıtlarına kaydettirmiştir.
Karayalçın, yaptığı konuşmada, Türkiye'nin, Kıbrıs Rum yönetiminin AB'ne vaki tek taraflı müracaatına dair Kıbrıs Türk tarafının ileri sürdüğü hukukî, siyasî ve ahlâkî savları paylaştığını; bu müracaatın Kıbrıs için öngörülen federal çözüm şekli bakımından esas olan karşılıklı rıza unsuru ile çeliştiğini vurgulamış; 1960 Kıbrıs Antlaşmalarının men edici hükümlerine de atıfla, Türkiye’nin üyesi olmadığı AB’ne “Kıbrıs’ın” tamamının veya bir kısmının üye olarak  kabul edilmemesi gerektiğini; çünkü Türkiye'nin kendisinin de AB’ne tam üye olmadan “Kıbrıs’ın” tam üye yapılmasının, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan arasında 1960 Antlaşmalarıyla kurulmuş olan hassas dengelerin bozulmasına sebep olacağını; “Kıbrıs’ın” üyeliği yönündeki çalışmalara bu gerekçelerle Türkiye’nin hukuken ve siyaseten karşı çıkmaya devam edeceğini beyan etmiştir. 

"Yurtta Sulh Cihanda Sulh" Düsturuna Dönülmelidir

2002 yılının sonundan itibaren Türkiye'nin dış politikasında eksen kayması olmuştur. Bu durum dış politikamızda hedef sapmaları meydana getirmiştir.  Büyük Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" düsturu Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasının pusulası olmuşken "komşularla sıfır sorun" gibi hayalî hedefler yaratılmıştır. Söylemlerle hedeflerin birbirini tutmadığı dış politika uygulaması yapılmıştır. Bu yüzden ülkemiz uluslararası ilişkilerinde bazı düşünürler tarafından "değerli" olarak vasıflandırılan bir "yalnızlık" içine düşmüştür.  Suriye krizinin Türkiye'yi Ortadoğu'nun stratejik derinlikteki bataklığının içine çekmiş olması; "Stratejik Ortak" dediğimiz Rusya ile iki düşman Devlet haline gelmemiz; İsrail, Mısır ve hattâ Birleşik Arap Emirlikleri ile olan ilişkilerimizde ortaya çıkan talihsiz tablo; ABD ve AB ile ilişkilerimizdeki çarpıklıklar, Türkiye'nin uluslararası sahnedeki "yalnızlığının" sözde değerini de sıfırlamış bulunmaktadır. Türkiye iç ve dış tehditlere ve tehlikelere maruz kalmıştır.
Türkiye halen iç ve dış terörle topyekûn bir mücadelenin içindedir.
Günümüzde Suriye'nin yeniden şekillendirilmesi yapılırken, Türkiye'nin güney hudutlarına bitişik olarak Suriye'nin kuzeyinden uzanan bir toprak şeridiyle Akdeniz'e çıkışı olan bir Kürt Devleti'nin meydana getirilmesi maksadıyla uluslararası plânda bir tezgâh faaliyet halindedir.
Ülkemiz Türkiye Suriye krizinde savaşan taraf olmadığı halde Ülkemizin topraklarına top mermileri düşmekte, vatandaşlarımız ölmektedirler.  Türkiye 2011 yılından bu yana 2,5 milyona varan sığınmacıyı barındırmak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin 4 yılda sığınmacılar için harcadığı paranın yıllık ortalama 5.3 milyar liraya ulaştığı medyada kayıtlıdır. 
Türkiye dış politikada kaybettiği direksiyon hâkimiyetini ve bozulan dengesini sağlamak için NATO'nun ve AB'nin desteğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyar hale gelmiştir.
Bu tablonun, Türkiye'nin uluslararası diplomaside birçok açıdan pazarlık gücünü yitirmesine ve ağırlığını kaybetmesine sebep olması; Türkiye'yi diplomatik baskılara maruz ve bunlara karşı direnemez hale getirmesi  kaçınılmazdır.
Edindiğim izlenim odur ki, bu durumda, Türkiye "millî dava" olarak benimseyip on yıllardır bu anlayış ve ruhla yürüttüğü Kıbrıs konusunda uzlaşmacı bir tavır sergilemek ihtiyacını, hattâ zaruretini hissetmektedir.
Herhangi bir uluslararası ihtilâfın konusuyla kendi çıkarları açısından ilgilenen ve o ihtilâfı kendi çıkarlarına uygun düşen şekilde halletmek için uğraşan küresel güçlerin, çözüm yönünde girişimde bulunmak için,  ihtilâfın taraflarının kendilerini en fazla esneklik göstermeğe ve taviz vermeğe mecbur hissedecekleri iç ve dış sorunlarla dolu veya herhangi bir konuda desteğe ihtiyaç duydukları dönemlerini kolladıkları tecrübelerle sabittir. Bunun tarihten ve yakın geçmişten örnekleri vardır. Osmanlı Devleti böyle bir zamanında Kıbrıs'ı İngiltere'ye vermek zorunda kalmıştır.

"Mutlaka Çözüm" İstemek; Çözüm Değil Çözülme Getirir

Kaygı içinde ifade ediyorum ki, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla 1968’den itibaren BMGS’nin iyi niyet görev çerçevesinde yürütülen  "çözüm süreci" son 14 yılda Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için, giderek hız kazanan bir "çözülme sarmalı" niteliği kazanmıştır. 
Çünkü, 2002 sonundan bu yana Türkiye Kıbrıs sorununun bir an önce çözümünün peşinde koşmaktadır.
Annan Plânı'nın 11 Kasım 2002 tarihinde taraflara sunulmasından kısa bir süre sonra TBMM'de okunan 58. Hükûmet'in Programında Kıbrıs konusuna ilişkin paragrafın ilk cümlesinde "Hükümetimiz, Kıbrıs sorununa mutlaka bir çözüm bulunmasının gereğine inanmaktadır"  ifadesi yer almıştır.
Bu ifade bizde, o zaman, Kıbrıs sorununun tarihî geçmişine ve gelişmelerine; sorunun neden ve nasıl ortaya çıktığına; hangi sebep ve saiklarla Kıbrıs konusunun Türkiye'de 1950'li yılların başlarından itibaren "millî dava" olarak benimsendiğine; sorunun hangi sebeplerle on yıllardır çözülemeden BM Güvenlik Konseyi'nin gündeminde kalmış olduğuna; Kıbrıs adasının önemine ve özellikle Türkiye için jeostratejik değerine dair gerçekler ve olgular sanki bilinmiyormuş, ya da dikkate alınmıyormuş izlenimini bırakmıştır. 
Annan Plânı, Türkiye tarafından "Kıbrıs sorunu mutlaka çözülmelidir" zihniyetiyle ve bu zihniyetin şekil verdiği siyaset ve diplomasiyle ele alınmıştır. Çözüm sürecinde Rumların "bir adım önünde yürüme" stratejisi uygulanmıştır.
Sonuç malûmdur. Ne Kıbrıs sorunu çözülmüştür; ne AB ve ABD, Türkiye'nin yönlendirmesiyle referandumda Plân'a "evet" oyu veren KKTC halkını siyasî ve ekonomik bakımlardan ödüllendireceklerine dair verdikleri sözleri tutmuşlardır; ne de Türkiye'nin AB tam üyeliği yolundaki engellerin kaldırılması sağlanmıştır. Aksine Plânı pervasızca yüzde 76 oyla reddeden Rum tarafı, referandumdan bir hafta sonra 1 Mayıs 2004 günü tam üye olarak AB'de koltuğa oturmuştur. Böylece Kıbrıs Rum tarafına üyelik yolunda Türkiye'ye devamlı surette kırmızı kart göstermesi sağlanmıştır.
Olan Kıbrıs Türk halkına ve KKTC'ne olmuştur. Çünkü, BMGS yayınladığı ve Güvenlik Konseyine sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda [lvi] Kıbrıs Türk halkının çözüm Plân'ına "evet" oyu vermiş olmasının sonuçlarını bakınız nasıl değerlendirmiştir:
Paragraf 87:  "...Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken, on yıllar boyunca sürdürdükleri, 1983'te yarattıklarını iddia  ettikleri 'devletin' tanınmasını amaçlayan politikaları da terk etmişlerdir."
Paragraf 90:  "Tanıma ve ayrılmaya yardım etmek BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki (tanıma) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder."
Görüleceği üzere, başta BM Genel Sekreteri olmak üzere uluslararası toplumda sözü geçen devletler, çözüm teşebbüsünün Rum Tarafı’nın reddetmesi üzerine sonuçsuz kalmış olmasına rağmen, yine, tabir caizse, faturayı Kıbrıs Türk Tarafı’na ödettirmişlerdir. Bırakınız Kıbrıs Türk Tarafı’nın statüsünü yükseltmeyi düşünmeyi, Kıbrıs Türk halkının Annan Planı için verdiği "kabul" oyunu dahi KKTC'nin tanınmasını isteme hakkından feragat olarak yorumlamışlar ve kayıt altına almışlardır.
Bu sonuçlara rağmen, Kıbrıs'ta çözümün peşinde koşan yine Türkiye ve KKTC olmuştur ve olmaktadır. Annan Plânı'na ilişkin süreçte referandum sonuçlarının ortaya koyduğu gerçekler ve tarihî dersler; AB'nin Kıbrıs sorununun çeşitli aşamalarında Türkiye'ye vermiş olduğu sözlerin hiçbirisini tutmamış olduğu olgusu ve Kıbrıs konusuna ilişkin daha birçok olgu ve gerçekler de göz ardı edilmiş ve bugün de edilmektedir.

Kıbrıs Konusuyla AB Üyelik Sürecimiz Arasında Bağ Kurmak Yanlıştır

14 yıldır Türkiye'de Kıbrıs konusu Türkiye'nin AB süreciyle bağlantılı ve çözüme odaklı olarak yürütülmektedir.
Başbakan Sayın Davutoğlu 29 Kasım 2015 tarihinde gerçekleşen Türkiye - AB Zirvesi'nden sonra yaptığı açıklamada, diğer hususlar meyanında "Kıbrıs sorununun çözülmesi halinde Türkiye'nin AB üyeliğinin bir rüya olmayacağını" ifade etmiştir. [lvii]
Zirve'nin ertesinde açıklama yapan GKRY Hükûmet Sözcüsü Nikos Hristodulidis "dün Başbakan  Davutoğlu 'Kıbrıs sorunu çözülürse Türkiye’nin üyelik sürecinde gelişme olacak' demek suretiyle ülkesinin üyelik sürecini Kıbrıs sorununun çözüm çabalarına bağlamıştır" demekte gecikmemiştir.
Başbakan Davutoğlu geçen Aralık ayının başında KKTC'ne yaptığı ziyaret sırasında da "AB’ye adımı Kıbrıs’ta atabiliriz" şeklinde konuşmuştur.[lviii]
Yine Davutoğlu bu yılın başlarında verdiği bir demeçte   "Eğer Kıbrıs sorunu bu yıl içinde çözülebilirse yılsonuna doğru gerçekten yeni bir dönem başlamış olacaktır AB-Türkiye ilişkilerinde" demiştir. [lix]
Türkiye'de AB Bakanı'nın da Kıbrıs konusunu yakından takip ettiği görülmektedir.  AB Bakanı Sayın Bozkır, devam etmekte olan Kıbrıs müzakere sürecinin muhtemel sonuçları hakkında kamuoyuna umut dolu açıklamalar yapmaktadır. AB Bakanı bir konuşmasında Kıbrıs sorununun "50 yıllık tarihinde çözüme en yakın noktada" olduğu öngörüsünde bulunmuştur.[lx]
AB Bakanı verdiği demeçlerin birinde de Rum - Yunan iddialarına benzer şekilde " Kıbrıs sorununun çözülememesinin nedeni de rahmetli Denktaş'tır. Uzun yıllar hep çözülebilecek noktalara geldiğinde hep çözmemek yönünde bir tavır sergilemiştir" demek suretiyle tarihî bir yanılgıya düşmüştür. [lxi]
Özellikle, AB Bakanı'nın Kıbrıs konusunda demeçler vermesi, değerlendirmelerde bulunması, Türkiye'nin, Kıbrıs konusunun AB'nin etki ve yetki alanında olduğunu; Türkiye'nin AB üyelik sürecinin Kıbrıs konusuyla irtibatlı ve süreçte ilerleme olabilmesinin de Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı bulunduğunu kabul ettiğinin en bariz göstergesi olmaktadır.
Türkiye'nin Kıbrıs konusunu kendi AB üyelik süreciyle irtibatlandıran söylemleri AB çevrelerinin Kıbrıs konusunu yakından izlemelerine hız ve yoğunluk kazandırmıştır. BMGS son raporunda  "AB'nin barış sürecinde daha güçlü bir rol oynaması hususunda müzakere eden tarafların mutabakat halinde bulunmalarının Kıbrıs müzakere sürecinin şimdiki döneminin en göze çarpan vasfını oluşturduğunu"  ifade etmiştir.[lxii]

Diplomaside "Çözüme İhtiyaç Duyan Biziz" Sözü Teslimiyet İfadesidir

KKTC Cumhurbaşkanı seçildiğinden bu yana Sayın Mustafa Akıncı'nın dile getirdiği bazı söylemleri kaygı verici bulduğumu ifade etmeliyim.
Rumların ve Yunanistan'ın, "Helenizim" den "Helenizmin ortak çıkarlarından" her vesileyle söz ettikleri bir dönemde, Sayın Akıncı'nın sebebiyet verdiği "anavatan - yavru vatan" polemiği beni ve benim gibi düşünenleri yaralamıştır. Sayın Akıncı'nın ortaya koyduğu anlayış belki bazı iç ve dış çevreler tarafından alkışlanmış olabilir. Ama uzun vadede bu anlayışın Kıbrıs Türk halkı için de zararlı olduğu elbette anlaşılacaktır.
Diğer taraftan, Ada'da Sayın Akıncı'nın da sık sık "çözüme ihtiyaç duyan biziz" mealindeki sözleri dile getirmesi, Türk tarafının pozisyonu için ilâve bir  zafiyet oluşturduğunu söylememe lüzum yoktur.
Bu söz diplomaside "teslim olma" anlamına gelir. Bir taraf "çözüme ihtiyaç duyduğunu" tekrarlarsa, çözümün ortaya çıkm    ası için bütün esneklikleri göstermeğe, taviz vermeğe hazır olduğunu beyan ediyor demektir.
"Real" politikanın üstatlarından kabul edilen ABD eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger'ın şöyle bir meşhur sözü vardır:
 “Anlaşma için istek göstermek nadiren müzakereyi hızlandırır. Hiçbir tecrübeli devlet adamı sırf muhatabı çözüm için istek ve acelelik gösteriyor diye anlaşmaya meyletmez; aksine karşı tarafın anlaşma için gösterdiği sabırsızlığı daha da iyi şartlarda çözüm elde etmek için kullanmak ister.”
(Showing EAGERNESS rarely speeds up negotiations. No experienced statesman settles just because his opponent feels a sense of urgency; he is far more likely use such impatience to try to extract even better terms.)
Bu söz adeta Türkiye'nin günümüzdeki Kıbrıs politikası için söylenmiş gibidir.

Kıbrıs Türk Halkının "Hak Ettiği Yer" Rumlara Yamanarak AB'ne Girmek Değildir

Sayın Akıncı sürekli olarak çözümle birlikte "Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yeri alacağını" söylemektedir.
Bu ifade tarzı aslında  Türkiye'de 62. ve 64. Hükûmetlerin programlarında da yer almıştır. Örneğin, 64. Hükûmetin Programında şöyle denilmektedir: "Kıbrıs’ta müzakere edilmiş bir çözüm ve Kıbrıs Türk Halkının uluslara­rası toplum içerisindeki haklı yerini alabilmesi, temel önceliklerimizden biridir."
Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yer, şimdiki çözüm sürecinin sonucu olarak sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'ne" yamanarak AB üyesi olmak değildir. Kıbrıs Türk halkının hak ettiği şerefli yerbağımsız KKTC'nin çatısı ve bayrağı altındaki yerdir. Hedef, Türkiye'den başka Devletler tarafından da tanınmasını sağlamak suretiyle KKTC'ne uluslararası camiada daha sağlam bir yer bulmak olmalıdır.

"Kıbrıslı Çözüm" Söylemi Türkiye'yi Dışlamak İçindir

Öte yandan Sayın Akıncı "Kıbrıs Türk halkının içine sindireceği çözümden" söz etmiştir. Çözüm sadece "Kıbrıs Türk halkının" değil, Türkiye'nin, Türk Milleti'nin içine sindireceği bir çözüm olması gerektiği unutulmamalıdır.
Talât - Hristofyas arasındaki müzakere sürecinden itibaren "Kıbrıslı çözüm" kavramı geliştirilmiş ve yerleştirilmiştir. BMGS raporlarında "Kıbrıslıların yürüttüğü" (cypriot-led) ve "Kıbrıslıların sahiplendiği" (cypriot-owned) kavramları kullanır olmuştur. Bununla beraber, daha önceleri Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm bahsinde "Kıbrıs sorununun doğrudan ilgili dört tarafından" (four parties concerned) söz edilirdi. Bu çerçevede, Kıbrıs Türk ve Rum toplumları ile Türkiye ve Yunanistan zikredilirdi.
"Kıbrıslı çözüm" anlayışını, Kıbrıs konusunu Türkiye'nin ilgi, etki ve yetki alanından uzaklaştırarak çözme tasavvur ve gayretinin bir belirtisi olarak görüyorum.
Öte taraftan, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın Kıbrıs konusu hakkında Türkiye'deki ilgisizlik ve sessizlikten memnun olduğu anlaşılmaktadır. Sayın Akıncı, geçtiğimiz Ocak ayında KKTC'ni ziyaret eden bir CHP heyetini kabulünde "Kıbrıs sorunun Türkiye'de artık iç politika malzemesi olarak kullanılmadığına" işaret etmiş ve " ....geçmişte, duruma ve yerine göre, Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıs konusunu Türkiye’nin gündemine taşıyarak, orada kaşınmasına yol açıyordu. Biz de bu konularda çok dikkatliyiz. Böyle bir şeyin olmasını arzu etmiyoruz. Kıbrıs üstünden Türkiye’deki siyasi partilerin birbirini vurmasını istemiyoruz. Kıbrıs’ı daha farklı bir noktada kucaklamak gerekiyor...” şeklinde konuşmuş. [lxiii]
Oysa hatırlanmalıdır ki 1940'lı yılların sonundan itibaren Kıbrıs'ta belirginleşen "enosis" niyet ve hareketlerinin hem Ada'daki Türk varlığı, hem Türkiye için arzettiği tehdit ve tehlikeler, o zamanlar, millî Kıbrıs davamızın kahraman önderleri Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş ile arkadaşları tarafından "aman Kıbrıs Girit olmasın" gibi söylemlerle Ankara'nın dikkatine ve gündemine taşınmıştı. Bu sayede Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı kenetlenmiş ve "enosis" e karşı tarihî direnme başlatılmıştı. Bu direnme on yıllarca sürmüştür. Daha uzun yıllar sürmesi gerekecek gibi de görünmektedir.
Kıbrıs sorununun çözümü sadece Kıbrıs Türk halkının tercihine ve iradesine bırakılabilecek bir konu değildir. "Kıbrıs sorunu" denen konu Türkiye'nin kendi öz çıkarlarını da ilgilendiren "millî davasıdır".

Kıbrıs İngiltere İçin Önemlidir de Türkiye İçin Önemsiz midir?!

Konumu itibariyle Kıbrıs adası Türkiye'yi, Yunanistan'ı ve İngiltere'yi olduğundan daha fazla ilgilendirmektedir.  Bugün İngiltere kendi ülkesinden 3.000 km. uzaktaki Kıbrıs adasındaki egemen üslerini dikkat ve titizlikle muhafaza ediyorsa; bu üslerin muhafazası İngiltere'nin Kıbrıs konusundaki tutumuna şekil ve yön veren temel etken oluyorsa, 80 km güneyindeki Kıbrıs adası Türkiye'yi neden ilgilendirmesin?

Türkiye de AB'ne Tam Üye Olmadan Kıbrıs Sorunu Tabiî  Çözümüne Kavuşamaz

Kıbrıs adasının Doğu Akdeniz'de kalıcı biçimde bir barış ve istikrar unsur olmasını elbette istiyoruz. Ada'ya kalıcı barış gelebilmesinin vazgeçilmez ön şartı, öncelikle Türkiye'nin kendi öz çıkarlarına ve millî güvenliğine uygun düşen bir çözüm şeklinin ortaya çıkabilmesidir.  Avrupa Birliği faktörü, Türkiye'nin tutumundan kaynaklanmayan sebeplerle Kıbrıs sorununun çözümü için gerekli dengeleri bozmuştur. Bu dengeler İngiltere'nin, Yunanistan'ın, Kıbrıs Rum yönetiminin Avrupa Birliği üyesi olmaları olgusu yüzünden bozulmuştur. Halen sürdürülmekte olan müzakereler sonucunda çözüme ulaşılır ve Kıbrıs Türk halkı da bu çözüm çerçevesinde Avrupa Birliği'ne dahil olursa, Kıbrıs "sorunu" işte o andan itibaren Türkiye için daha büyük boyutlarda ortaya çıkacak demektir.
Kıbrıs adasına dengeli ve kalıcı barışın ancak Türkiye'nin de Avrupa Birliği'nin tam üyesi olması ile gelebileceğinin uluslararası plânda artık idrak edilmesinin zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Günümüzde Kıbrıs konusunda sakat ve dengesiz bir çözüme razı olanlar, Türk tarihinde Girit'i Yunanistan'a kaptıranlarla aynı safta yer alacaklarını bilmelidirler.

2004'de "Siz Kendi Yolunuza, Biz Kendi Yolumuza" Denilmeliydi

Kısa bir süre önce Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan vizenin kaldırılması için terörle mücadele yasamızın değiştirilmesini isteyen AB'ne "biz yolumuza gidiyoruz, sen de yoluna git" dediler.
Aynı sözün, Ada'daki gerçekler temelinde bir çözüme razı olmayacakları belli olan Kıbrıs Rum tarafına KKTC halkı tarafından ve uluslararası çevrelere de Türkiye tarafından kararlılıkla ifade edilmesinin zamanının çoktan geldiğine inanmaktayım. Aslında 24 Nisan 2004 gecesi bu söz getirilmiş olmalıydı. Ne yazık ki tarihî bir fırsat kaçırıldı.

Rauf Denktaş'tan Vasiyet Gibi Söz

Millî Kıbrıs Davamızın yılmaz savunucusu KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Millî Kahraman merhum Rauf R. Denktaş'ın hastalığa duçar olmasından kısa bir süre önce bana göndermiş oldukları bir mektuptan bir paragrafı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
“Kıbrıs’ta ‘biz Türküz; Türkiye Anavatanımızdır’ diyen insanlar var oldukça Rum-Yunan ikilisi bu davaya son noktayı kalıcı bir anlaşma yaparak koymayacaktır. Her yeni anlaşmayı, 1960’daki gibi esas millî hedefine bir sıçrama tahtası yapmak için uğraşacaktır. Yeni anlaşmanın temelinde bağımsız devletimiz yoksa 'sıçrama tahtası'maceralarından kurtulamayız. Annan Plânı ve benzeri bağımsızlık temelinden yoksun anlaşmalar Kıbrıs’ı Girit misali Türk’ten arındıracaktır. Kıbrıs’ın Türkiyesiz bir AB’ne girişine izin verilmiş olması Kıbrıs'tan yok oluşumuzun kapılarını açmıştır. Bu hatadan dönülmesi için sonuna kadar uğraşmak boynumuzun borcu olmuştur.”


Not: Bu yazı 2016 Mayıs ayı başında kaleme alınmıştır.





[i] CUMHURİYET Gazetesi, 17 Temmuz 1952, s. 1 - 7.
[ii]  Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, Kıbrıs Meselesi 1954 – 1959, Ankara, 1963, Sevinç Matbaası, s.41
   Ayrıca bknz.  HÜRRİYT Gazetesi, 3 Haziran 1953
[iii]  Dr. Fazıl KÜÇÜK’ün çeşitli makaleleri için bknz:
Yar. Doç Dr. Osman YILDIZ ve Öğr. Gör. Güven ARIKLI, 40 Yıl Halkın Sesi Olarak Dr. Fazıl Küçük, Makaleler (1942 – 1981), 1. Cilt.
[iv]  Prof. Dr. M. Derviş MANİZADE, 65 Yıl Boyunca Kıbrıs,  Kıbrıs Türk Kültür Derneği (İstanbul Şubesi) Yayınları, No.9, Mart 1993, s. 75
[v] CUMHURİYET GAZETESİ, 2 9 Ağustos 1954, s. 1 - 6.
[vi] CUMHURİYET GAZETESİ, 24 Eylül 1954, s. 1 - 9.
[vii] CUMHURİYET Gazetesi , 25 Ağustos 1955, s. 7.
[viii] CUMHURİYET GAZETESİ, 25 Ağustos 1955, s. 1 - 7
[ix]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, s. 7.
[x]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, S 1 - 7.
[xi]  AYIN TARİHİ, 1 Eylül 1955.
[xii]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP23.htm
[xiii] TBMM Zabıt Ceridesi, 28 Şubat 1959 Cumartesi,  Devre:  XI, Cilt: 7, İçtima: 2,
[xiv]  CUMHURİYET GAZETESİ, 13 Eylül 1967, s. 1 - 7; MİLLİYET Gazetesi, 13 Eylül 1967, s. 1
[xv]  TBMM Tutanak Dergisi (Gizli Oturum), 20 Temmuz 1974, s. 36 - 38
[xvi]  6. Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk'ün bu sözlerini  Sayın Rauf Denktaş nakletmektedir. Örneğin, Sayın    Rauf Denktaş'ın 15 Nisan 2004 Perşembe günü TBMM'nin 74. Birleşimindeki nutku.
[xvii] TBMM Tutanak Dergisi, 25 Ağustos 1992 Salı, Dönem: 19, Yasama Yılı : 1, 94. Birleşim (Olağanüstü).
[xviii] Ibid
[xix] Ibid
[xx] TBMM Tutanak Dergisi, 10 Haziran 1993 Perşembe, Dönem: 19, Cilt: 36, Yasama Yılı: 2, 111. Birleşim.
[xxi] TBMM Tutanak Dergisi, 21 Ocak 1997 Salı,  Dönem: 2, Cilt: 19, Yasama Yılı: 2, 48. Birleşim.
[xxii] Ibid
[xxiii] Ibid
[xxiv] Ibid
[xxv] Ibid
[xxvi]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP55.htm
[xxvii] http://www.milliyet.com.tr/2004/04/13/son/sonsiy24.html
[xxviii] https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP61.htm
[xxix]  TBMM, 18 Haziran 2014 Çarşamba, 24. Dönem, 4. Yasama Yılı, 105. Birleşim, Genel Kurul Tutanağı, s.16-17.
[xxx] Doçent. Dr. Sevin TOLUNER, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No. 2309, Fakülteler Matbaası, İstanbul – 1977, s. 21.
      Bknz. Murat SARICA/ Erdoğan TEZİÇ/ Özer ESKİYURT, Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No.2071, Fakülteler Matbaası, 1975, s. 5 – 7.
     Ayrıca bknz. Seha L. MERAY, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Devletler Hukuku Profesörü, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 2, s. 57 - 58, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 300.
[xxxi] Ahmet DAVUTOĞLU, Stratejik Derinlik, Türkiye'nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, 1. Kitap, 2001, s. 169 - 182.
[xxxii]  http://www.milliyet.com.tr/-kibris-ta-cozume-cok-yakiniz--kibris-2206533/
[xxxiii]  http://www.turksam.org/tr/makale-detay/1060-eroglu-anastasiadis-ortak-bildirisi-hakkinda-degerlendirme
        http://www.oncevatan.com.tr/eroglu-anastasiadis-ortak-bildirisinin-muhtevasi-hakkinda-degerlendirme-   makale,31104.html
[xxxiv]  http://www.mgk.gov.tr/index.php/24-nisan-2008-tarihli-toplanti
[xxxv] http://www.mgk.gov.tr/index.php/05-nisan-2004-tarihli-toplanti
[xxxviii] http://www.haberler.com/cozum-adadaki-gercekler-temelinde-mumkun-haberi/
       http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp
[xxxix] http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp
[xl] BMGS'nin 8 Mart 1990 tarihli  ve S/21183 sayılı Raporu.
[xli] BMGS'nin 21 Ağustos 1992 tarihli ve 24472 saylı Raporu.
[xlii] http://www.abhaber.com/yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kocaskibrisli-turkler-ile-rumlar-arasinda-osmosis-telkin-etti/
[xliii] http://famagusta-gazette.com/introductory-statement-by-the-president-of-the-republic-on-the-joint-declar-p22308-69.htm
[xliv] http://www.spiegel.de/international/europe/turkish-cypriot-foreign-minister-says-reunification-close-a-961776-druck.html
[xlvi]  http://www.aksam.com.tr/siyaset/basbakan-davutoglu-muzakereler-yeni-bir-ivme-kazandi/haber-339102
[xlvii] John REDDAWAY, Burdened with Cprus, The British Connection, 1986, s. 159.
[xlviii]  http://cyprus-mail.com/2016/02/11/anastasiades-tells-cypriot-solution-will-be-an-honourable-compromise/
[xlix]  http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kotzias-ile-ortak-basin-toplantisi.tr.mfa
[li] http://www.mfa.gr/en/current-affairs/top-story/joint-statements-of-foreign-minister-kotzias-and-the-president-of-the-cyprus-house-of-representatives-yiannakis-omirou-following-their-meeting-athens-20-january-2016.html
[lii]  http://www.kibrisgenctv.com/güney/cavusoglu-fileleftheros-gazetesi-ne-konustu.html?tmpl=component&print=1
[liii] http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-kibris-rum-_fileleftheros_-gazetesine-verdigi-mulakat_-28-subat-2016_-istanbul.tr.mfa
[liv] (Carol Migdalowitz  CRS Report for Congress, Cyprus: Status of U.N. Negotiations and Related Issues,  June 27, 2006, s. 19.  
https://www.fas.org/sgp/crs/row/RL33497.pdf
[lv] http://www.un.org/apps/news/story.asp?NewsID=10481&Cr=cyprus&Cr1=#
[lvi] BMGS'nin 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı Raporu.
[lvii] http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=53510.
[lviii] http://www.haberturk.com/gundem/haber/1161288-davutoglu-abye-adimi-kibrista-atabiliriz.
[lix]  http://www.trthaber.com/haber/gundem/ab-turkiye-iliskilerinde-yeni-bir-donem-baslayacak-230446.html.
[lx] http://www.abhaber.com/bozkir-kibrista-cozumu-umut-ediyoruz-insallah-baharda/.
[lxi] http://www.detaykibris.com/belki-kibris-sorununun-cozulememesinin-nedeni-de-rahmetli-denktastir-video-72428h.htm
[lxii]  BMGS'nin 7 Ocak 2016 tarihli ve S/2016/15 sayılı Raporu.
[lxiii]  http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=59957





..


Millî Kıbrıs Davamız Nereye?! BÖLÜM 4




Millî Kıbrıs Davamız Nereye?!   BÖLÜM 4




Millî Kıbrıs Davamız Nereye?!


E. Büyükelçi Tugay ULUÇEVİK
Emekli Büyükelçi














6. Yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması:

MGK'nın 2008'de Kıbrıs sorununun çözümü için belirlediği ve KKTC tarafından da benimsenmiş parametreler çerçevesinde, çözüm ile "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yerine "yeni bir ortaklık devletinin" kurulması parametresi veya hedefi de vardır. Bu hedefin gerçekleşemeyeceğini söylemem gerekir.
Çünkü iki Lider'in kabul edip ortak olarak yayınladıkları Bildiri'nin 3. maddesinde açıkça "Birleşik Kıbrıs, Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliği'nin bir üyesi olarak..." ifade yer almaktadır.
Bu ifade, çözümün, halen kendisini "Kıbrıs Cumhuriyeti" olarak takdim eden "Kıbrıs'ın" temelinde yeniden birleşme suretiyle ortaya çıkacağını iki Lider'in önceden kabullenmiş olduklarının kanıtıdır. Liderlerde yeni bir ortaklık Devleti kurma iradesi olsaydı, bu takdirde kurulacak yeni devlet için peşinen "Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliği'nin üyesi olarak" şeklinde bir ifadeye Ortak Bildiri'de yer vermezlerdi. Yer verilse bile hukuken caiz olmazdı. Çünkü BM ve AB üyeliği ilgili Devlet ortaya çıktıktan sonra gerçekleşebilecek bir durumdur.
Diğer taraftan, bilindiği üzere, Kıbrıs Türk halkının bağımsız devlet kurma yolundaki iradesini içeren 15 Kasım 1983 tarihli Bağımsızlık Bildirisi'nin 22. Maddesi'nde "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilânı, iki eşit halkın ve onların kurdukları yönetimlerin, gerçek bir federasyon çatısı altında yeniden bir ortaklık kurmalarını engellemez” ifadesi yer almıştır. Böylece, Kıbrıs Türk halkı kapıyı federal çözüme açık bırakmıştır. Bununla beraber, kurulabilecek federasyonu da "gerçek bir federasyon" olarak nitelemiştir.
Bu niteleme rastgele yapılmış değildir. Üzerinde düşünülerek, kavramlar ve deyimler bakımından seçici davranılarak Bağımsızlık Demeci'ne dercedilmiş kararlı bir ifadedir. Bu gerçeği, KKTC'nin kuruluş günlerini Ankara'da Kıbrıs dosyasını elinde tutan kişi olarak yaşamış bulunduğum için biliyorum.
Gerçek federasyon”, BMGS'nin, 1990 yılında tarifini yaptığı ve BM Güvenlik Konseyi'nin de benimsediği  “eşitlik” kavramı esas alınarak sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasının tadili suretiyle ortaya çıkarılması hedeflenen federal yapı değildir.  “Gerçek federasyon”, Ada'da var olan iki bağımsız ve egemen Devlet’in, müzakere sürecine eşit statüde katıldıkları; kurulmasına halklarının egemen iradeleriyle ayrı ayrı karar verdikleri ve içinde, egemenliğin kaynağı ve eşit ortağı federe devletler olarak yer aldıkları; egemen yetkilerinin, üzerinde mutabık kaldıkları bir bölümünü, federal Hükûmete devrettikleri yeni bir ortak devlet yapısıdır; yeni bir ortaklık devletidir.
Yani, Bağımsızlık Bildirisi'ndeki ifadeyle, esasen yok hükmünde sayılmış olması gereken 1960 "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" lağvedilerek, ortak Federal Devlet çatısının altında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin "Kıbrıs Türk Federe Devleti"; "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" de  "Kıbrıs Rum Federe Devleti" statüsü kazanması; gerektiği düşünülmüş ve öngörülmüştür.
Bu çerçevede Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'nin KKTC Anayasası'nın hükmünde olduğunu vurgulamak gerekir. Anayasa'nın "Başlangıç" bölümünde Kıbrıs Türk Halkı'nın "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Meclisi'nin yaptığı .... Anayasayı, 15 Kasım 1983 tarihinde kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Anayasası olarak kabul ve ilân ederken" güttüğü amaçlardan birinin de "Bağımsızlık Bildirisini yaşama geçirmek" olduğu ifade edilmiştir.
Sürdürülmekte olan müzakerelerde, Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'ndeki "gerçek federasyon" anlayışına ve güdülen hedefe uygun bir federal devlet kurma egzersizi cereyan etmemektedir. Çünkü müzakereler için esas alınan BM parametreleri ve çözümün çerçevesi olarak alınan 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri "gerçek federasyon" hedefi doğrultusunda çalışma yapmağa müsait değildir.
11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nin açıklanmasını müteakip Anastasiadis'in tertip ettiği basın toplantısında bu konuda ifade ettiği görüşler de, müzakerelerde "yeni bir ortaklık devletinin" kurulması hedefinin güdülmediği gerçeğini ortaya koymaktadır.
Anastasiadis şunları söylemiştir: [xliii]
"Ortak Bildiri'nin sanki Kıbrıs'ın iki ortak kurucu devletin (two co-founding states) temelinde yeniden birleşmesine yol açacakmış gibi kaygılı tavır takınanlar var.
Ortak Bildiri'de önceden var olan veya kurucu (founding) veya ortak kurucu (co-founder) olan devletlerden söz ediliyor değildir.  Aksine görüşmelerin iki toplumun liderleri arasında cereyan ettiği açıkça ifade edilmiştir. İki oluşturucu eyaletin (constituent states) Federal Anayasa'ya göre kurulacağına ve federasyonun iki oluşturucu eyaletten müteşekkil olacağına dair sarih bir hüküm vardır. Başka bir deyişle, oluşturucu eyaletler, önceden var olan ve federasyona katılmak için (anlaşmayı) ortaklaşa imzalayan ve (federasyonu) ortaklaşa kuran devletler değillerdir.
Bundan başka, AB'ne Katılım Antlaşması katılımın Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ülkesinin tamamı bakımından gerçekleştiğini hükme bağlamıştır. Antlaşmaya göre hükûmetin kontrolü altında bulunmayan bölgesinde AB müktesebatının uygulanması askıya alınmıştır.  Böylece işgalci rejimin gayrimeşruluğu açıkça kabul edilmiştir.
Ortak Bildiri'de, ayrıca, 'Birleşik Kıbrıs BM ve AB üyesi olarak...' diye başlayan bir hüküm vardır.
Bütün bunlar sadece 'kendiliğinden türemenin' (parthenogenesis) reddedildiğini ortaya koymakla kalmıyor, aksine, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin federal yapıya dönüşerek devam edeceğinin temin edildiğini gösteriyor.
Şayet bu söylediklerimin aksi varit olsaydı, BM üyeliği için yeniden müracaat etmemiz ve AB üyeliği için yeniden başvuruda bulunup katılım için meşakkatli bir süreci yeniden yaşamamız gerekirdi. Böyle bir mecburiyet öngörülmemiştir. Aksine Birleşik Kıbrıs'ın BM ve AB üyesi olduğu vurgulanmıştır."
The phobic position is being posed that supposedly, through the provisions of the Joint Declaration, the Turkish position is adopted, that the united Cyprus will result by the consolidation of two co-founding states.
There is no reference in the Joint Declaration on the preexisting or founding or co-founding states. On contrary, it is explicitly stated that the talks are being conducted between the leaders of two communities, that even the two constituent states are resulted by the Federal Constitution with an explicit provision, which provides that the federation will be constituted by two constituent states. Namely, the constituent states do not preexist in order to join or co-sign or co-establish a state that exists.
In addition to the above, I would add the following:
i. The EU Accession Treaty provides that the accession refers to the entire territory of the Republic of Cyprus, suspended the implementation of the acquis in the non government controlled area, clearly acknowledging the illegality of the occupying regime.
ii. In the Joint Declaration, it is also quoted that: “The united Cyprus, as a member of the United Nations and of the European Union, shall…”.
Of the aforementioned, it becomes clear that not only the parthenogenesis is not accepted, but on contrary, the continuation of the Republic of Cyprus is ensured in the evolving form of the new status quo, namely the federal structure.
If the contrary was occurred, new application would be required for the country to become a member of the UN, as well as a new application and arduous negotiation for EU accession. There is no such requirement, on the contrary, it foresees the United Cyprus as member of the United Nations and of the European Union. ]
Anastasiadis'in Ortak Bildiri'nin yayınlanmasından 48 saat sonra basın toplantısında dile getirdiği bu görüşler, KKTC Liderliği tarafından teker teker zikredilerek derhal reddedilmiş olması gerekirdi. Bu yapılmamıştır.
Anastasiadis aynı görüşlerini 11 Şubat 2016 tarihinde Kıbrıs Rum Parlâmentosu'nda yaptığı konuşmada da tekrarlamıştır.
Anastasiadis'in bu beyanları Türk basını tarafından kamuoyumuza yansıtılmış da değildir.
Yunanistan Başbakanı Tsipras GKRY'ni ziyareti sırasında 3 Şubat 2015 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada "Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bağlamında iki kesimli, anayasal bağlamda ise iki toplumlu.....bir federasyona dönüşmesini hedefleyen müzakereleri desteklediklerini” ifade etmiştir.
Diğer taraftan, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için BMGS'nin iyi niyet görevi çerçevesinde yürütülmekte olan müzakerelerin hedefi, BMGS Kofi Annan'ın döneminden itibaren BMGS'nin raporlarında, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin  "yeniden birleştirilmesi" (reunification) şeklinde belirtilmeye başlanmıştır. Yürütülen müzakereler için de "yeniden birleştirme görüşmeleri" (reunification talks) deyimi kullanılmıştır.   BMGS'nin Akıncı - Anastasiadis görüşmelerinin başlamasından sonra yayınladığı raporlara da göz attığımız zaman, çözümün temel hedefinin  "birleşik Kıbrıs" (united Cyprus) olarak zikredildiğini görüyoruz.
"Birleşik Kıbrıs" deyiminde geçen "Kıbrıs" uluslararası toplumun halen mevcut saydığı sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'dir".
Konu hakkında üçüncü ülkelerde verilen resmî demeçlerde ve yabancı basında çıkan yazılarda da Kıbrıs sorununu çözmek için yapılmakta olan müzakereler "yeniden birleşme görüşmeleri" (reunification talks) adlandırılmaktadır.
Öte yandan, Avrupa Parlâmentosu'nun 2015 yılına ait Türkiye Raporunda, Kıbrıs müzakere sürecine ilişkin olarak yer alan ifadeler arasında şöyle denilmektedir:
"Avrupa Parlâmentosu.....Kıbrıs Cumhuriyeti'nin iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyona.....dönüşmesini destekler....."
["European Parliament.....supports the evolvement of the Republic of Cyprus into a bi-communal, bi-zonal federation....."]
Bu ifade de, şimdiki müzakere sürecinde sorun çözüldüğü takdirde ortaya "yeni bir ortaklık devletinin" çıkmayacağı gerçeğinin bir başka kanıtıdır.
Kısaca bir kere daha ifade etmem gerekirse, cereyan etmekte olan müzakerelerde anlaşmaya varılırsa, çözüm sözde"Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" temelinde ve çatısı altında bir anayasa değişikliğiyle ortaya çıkacaktır. Yani, halen ikiye bölünmüş şekilde var olduğu Türkiye ve KKTC tarafından varsayılan "Kıbrıs Cumhuriyeti" yeniden birleşecektir.  Böylece, "Kıbrıs Cumhuriyeti" yaşatılırken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti lağvedilmiş olacaktır.
Gerçek budur. Bununla beraber bu gerçek KKTC'de ve Türkiye'de iktidarlar tarafından dile getirilmemektedir. Türk basınında da işin bu veçhesi üzerinde, sınırlı sayıdaki istisnalar dışında, hiç durulmamaktadır. Çözüm süreci sonunda anlaşmaya varılırsa ve bir referanduma gidilirse, Kıbrıs Türk halkının bu gerçeği dikkate almalıdır. Referandumun KKTC'nin varlığı üzerinde bir oylama olduğunu bilmelidir.

Halen müzakere sürecine KKTC müzakerecisi olarak katılan Özdil Nami, Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı dönemde yurt dışı temaslarında “yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması” suretiyle bir çözüme ulaşılması arzusunu değil, “yeniden birleşme” isteğini muhataplarına ifade etmiştir. Özdil Nami 2014 Mart ayı içinde Almanya’nın Der Spiegel dergisinin muhabirinin sorularına verdiği cevaplar meyanında Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin "Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğini " dile getirmiştir. [xliv]

Bu mülâkatı bazı yorumlarla nakleden kaynaklar, Nami Özdil’in  “Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğinden” söz ettiğine hayretle işaret etmişlerdir. Bugüne kadar "Kıbrıslı Rumlardan duyamaya alışık oldukları görüşleri bu defa bir Kıbrıslı Türk’den işitmenin kendileri için sürpriz teşkil ettiğini" vurgulamışlardır.

MGK’nın belirlediği yukarıda zikrettiğimiz parametreler dikkate alındığında,  Almanya’nın yeniden birleşmesinin Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm şekline örnek olabileceğini düşünmek mümkün müdür? Böyle düşünmek gaflet değil midir?

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin lağvedilerek Doğu Almanya’nın Batı Almanya’ya yamanması suretiyle gerçekleşen yeniden birleşme, ortaya yeni bir Devlet çıkarmış değildir. Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) varlığını sürdürmüştür. FAC’nin BM, NATO ve AB üyelikleri kesintisiz devam etmiştir.

Türkiye ve KKTC ve Kıbrıs Türk halkı böyle bir çözüm şekli mi öngörmektedirler? Almanya’da tek bir milletten oluşan Alman Devleti İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak dış güçler tarafından ikiye bölünmüştür. Kıbrıs’ta tek bir millet var mıdır? 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklık Devleti’nin yıkılması ve bugünkü durumun ortaya çıkması, Ada’da yaşayan ırk, din, dil, kültür, ülkü bakımından birbirinden farklı iki halktan nüfusça büyük olanın diğerini kaba kuvvet kullanarak yok etme emelinin ve giriştiği “etnik temizlik” eyleminin sonucu değil midir?

Ne yazık ki, aynı vahim hatayı, Türkiye'nin AB Bakanı Volkan Bozkır da Lefkoşa'daki "yeşil hattı" "Berlin duvarına" benzeterek yapmıştır. [xlv]

7. "Eşit statüde iki kurucu devlet:

MGK'nın Nisan 2008'de belirlemiş olduğu parametrelerden biri de budur.

Peşinen bilinmelidir ki, şimdiki çerçevesinde yürütülen müzakereler sonucunda anlaşmaya varılırsa ortaya ne iki devlet, ne de Kıbrıs Türk tarafı için kuruculuk statüsü çıkacaktır.
Eroğlu - Anastasiadis Ortak Bildirisi'nde kullanılan "Constituent State" kavramı Türkçeye "Kurucu Devlet" olarak tercüme edilmek suretiyle, dilim varmıyor ama, bilerek veya bilmeyerek, Türk kamuoyuna yönelik bir aldatmaca yapılmaktadır. Doğrusu "oluşturucu eyalettir".
İngilizcede "kurmak" mastar  fiili için "to found" fiili kullanılır. "Kurucu Devlet" deyiminin İngilizce karşılığı "founding state" dir.
Yukarıda da işaret ettiğim üzere ANNAN Plânı'nın daha ilk cümlesinde "...1960'da kurulan Cumhuriyet'in ortak kurucuları olduğumuzu hatırlayarak" ifadesine yer verilmiştir.
[....recalling that  we were co-founders of the Republic established in 1960 ]
Oysa, ANNAN Plânı'nda 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'ne atıf suretiyle zikredilmiş olan iki toplumun "ortak kuruculuk" (co-founder) statüsü şimdi yer almamaktadır. 
"Constituent" sıfatı İngilizcede öncelikle "oluşturucu" anlamına gelir. Her federasyonda federe birimler "oluşturucu" birimdir.
Bu çerçevede hatırlatmak isterim ki, Annan Plân’ının parçasını oluşturan “Kuruluş Anlaşması’nın” 2. Maddesinde “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, O’nun Federal Hükûmeti’nin ve  oluşturucu eyaletlerinin (constituent States) statüleri ve aralarındaki ilişkiler,  İsviçre’nin, O’nun federal hükûmetinin ve kantonlarının statüleri ve aralarındaki ilişkiler   model alınarak düzenlenmiştir” şeklinde bir hüküm yer almıştır.
[“The status and relationship of the United Cyprus Republic, its federal government, and its constituent states, is modeled on the status and relationship of Switzerland, its federal government and its cantons.”]
Yani, ANNAN Plânı'nda Türkçeye alında "oluşturucu eyalet" şeklinde tercüme edilmiş olması gerekirken kamuoyumuza "kurucu devlet" olarak takdim edilmiş bulunan "constituent state" gerçekte İsviçre'deki "kanton" statüsündedir.
İsviçre’de “kantonların” bağımsız ve egemen devlet statüsünde olmadıkları bilinmektedir.
Gerçek böyle olmakla beraber, Annan Plânı halka “iki devletli” bir çözüm öngörüyormuş gibi takdim edilmiştir. Bugün de müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri ile ilgili olarak da “iki devletli” çözümden söz edildiği görülmektedir.
Kıbrıs Türk halkına referandumda sorulan soruda dahi bu yanıltıcı hata yapılmıştır.
Yanıltıcıdır, çünkü, Kıbrıslı soydaşlarımızla yaptığım görüşmelerde Annan Plânı çerçevesinde kullanılan "Kıbrıs Türk Devleti" kavramını "KKTC" olarak algılamış olduklarını samimiyetle ifade edenler olmuştur. Türkiye'de de bu algı ve anlayışın varlığına Annan Plânı döneminde şahit olmuşumdur. 
Varılacak anlaşma kamuoyuna hangi kavramlar kullanılarak takdim edilirse edilsin, müzakereler İngilizce olarak yürütülmektedir. Anlaşmadaki kavramlar, terimler de Anlaşma'nın, Antlaşma'nın İngilizce metnine göre anlam kazanacak ve uygulanacaktır.
Bu konu ile ilgili olarak NTV'deki bir canlı haber yayını vasıtasıyla şahit olduğum olaya işaret etmek istiyorum:
Çeşitli vesilelerle örneklerini gördüğümüz üzere, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan (Başbakanlığı döneminde de) Kıbrıs'a ilişkin demeçlerinde Kıbrıs'ta çözümün "iki kurucu devlet" esasına göre olabileceğini tekrarlaya gelmiştir. Rumlar Türkçedeki "kurucu devlet" deyiminin ne anlama geldiğini iyi bildikleri için Erdoğan'ın bu yoldaki demeçlerini her seferinde Yunancaya ve İngilizceye doğru biçimde tercüme etmişlerdir. Cyprus Mail ve Famagusta Gazette haberlerinde okuduğum üzere Erdoğan'ın sözünü İngilizceye "founding state" olarak çevirmişler ve Türkiye'yi mutabakatlara aykırı kavramlar kullandığı iddiasıyla BMGS'ne ve AB'ne  şikâyet etmişlerdir.

NTV'nin haberlerinde izlemiştim. Sayın Davutoğlu Başbakan olduktan sonra ilk dış seyahatini 16 Eylül 2014 tarihinde günübirliğine KKTC'ne yapmıştı. Bu ziyaret sırasında o zamanki KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Eroğlu ile birlikte basın toplantısı düzenlemişti. NTV basın toplantısını canlı olarak vermişti. Rum olduğunu tahmin ettiğim bir muhabir İngilizce olarak Davutoğlu'na 'Erdoğan Kıbrıs'ta iki "founding state" den (yani kurucu devletten) oluşan federal bir çözüm şeklinin Türkiye için değişmez bir hedef olduğunu söyledi. Bunu teyid eder misiniz" şeklinde bir soru yöneltmişti. Davutoğlu cevaben "Turkey supports a solution as defined in the joint statemet between the two leaders" (yani, iki liderin Ortak Bildirisi'nde tarif edilen bir çözümü desteklemektedir) mealinde cevap vermişti. Açıkça "yes Turkey is for a federal solution based on two founding states" (evet, Türkiye iki kurucu devlet temelinde bir federal çözümden yanadır) gibi bir  ifade kullanmaktan kaçınmıştı.

Bu millî davamız açısından son derece vahim bir durumdur. Türk kamuoyuna başka, yabancı kamuoyuna başka şey söylenmektedir.

Diğer taraftan, Başbakan Davutoğlu sözünü ettiğim ziyareti vesilesiyle verdiği bir demeçte "sembolik önemi çok yüksek olan bu ziyaretin, KKTC’nin bağımsızlığına, Kıbrıs halkının haklı davasına verilen desteğin bir ifadesi" olduğunu vurgulamıştır. [xlvi]

Oysa, halen sürdürülmekte olan Akıncı - Anastasiadis müzakereleri anlaşma ile sonuçlanırsa KKTC'nin varlığının sona ermesi, ne yazık ki önceden kabullenilmiş hazin ve vahim bir netice olacaktır. 

8. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmaları:

Bu parametreye gelince:

Ada'da 42 yıldır hüküm süren istikrarlı sükûnet ortamının devam edip etmeyeceğini; buna bağlı olarak da bulunacak çözüm şeklinin kalıcı olup olmayacağını; Kıbrıs'ın Türkiye'nin millî güvenliğine tehdit oluşturan ve tehlikeye düşüren hasım bir üs olarak kullanılıp kullanılmayacağını tayin edecek en temel parametre olduğunun bilincinde hareket edilmesi zorunludur. Bu niteliğiyle parametre, Doğu Akdeniz bölgesinde istikrarlı bir güvenlik ortamının yaratılmasında yüksek katkı payına sahiptir.
Çünkü, Kıbrıs adası sadece bölgesel güçler dengesi açısından değil, küresel güçler dengesi bakımından da stratejik bir faktördür.
Türkiye'nin hem bölgesel plânda, hem küresel ölçekte Doğu Akdeniz'de güvenlik ve istikrara katkı yapan roller ifa edebilmesi için, her şeyden evvel, kendi ulusal güvenliğine ve çıkarlarına Kıbrıs adasından yönelebilecek tehdit ve tehlikelerin ortadan kaldırılmış olması gerekir.
Osmanlı Devleti bu temel düşünceyle, yani Osmanlı ülkesine Doğu Akdeniz'de yönelen ve yönelebilecek olan tehditleri ve tehlikeleri bertaraf etmek ve Devletin menfaatlerinin önüne çıkarılan engelleri kaldırmak maksadıyla 1571'de Kıbrıs'ı fethetmiştir.
1923'de Lozan Antlaşmasıyla Ada'nın Yunanistan'ın egemenliğine altına konulması teşebbüsleri engellenmiş ve Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs adası bakımından stratejik denge oluşturulması sağlanmıştır.
1960 Kıbrıs Antlaşmalarıyla Türkiye ve Yunanistan arasındaki Lozan Dengesi sağlamlaştırılmıştır. Aynı zamanda da, İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde küresel plânda oluşan siyasî ve askerî şartlar ve güç dengeleri karşısında, Kıbrıs'ta, Doğu Akdeniz bölgesini Sovyetler Birliği'nin yayılmacı teşebbüslerinden, hamlelerinden koruyabilecek bir düzenin kurulması sağlanmıştır. Bu çerçevede 3 NATO üyesi Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'ye verilen "garantör" statüsü, 1960 Antlaşmalarıyla güdülen bu amaçların ifadesi olmuştur.
Özellikle, Türkiye'nin 1960'da Kıbrıs'ta hukuken elde ettiği etkin ve fiilî garanti hakkı ve yetkisi, bizim açımızdan öncelikle Helen ulusunun "enosis" hedefinin gerçekleşmesi suretiyle Türkiye ve Yunanistan arasında 1923'de kurulan ve 1960'da sağlamlaştırılan dengelerin tamamıyla yok edilmesinin önlenmesi maksadına hizmet etmiştir. Diğer taraftan da, küresel plânda Doğu - Batı dengesi açısından, önceleri  Sovyetler Birliği'nin, sonra da Rusya Federasyonu'nun Kıbrıs'taki komünist AKEL üzerinden Ada'da sahip olduğu nüfuz alanını genişletmesinin engellenmesinde Türkiye'nin rolünü kolaylaştırmıştır. Bu gerçeği Kıbrıs sorununun gelişmeleri açıkça ortaya koymaktadır.
Türkiye 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını 1960 Garanti Antlaşması'ndaki garanti hak ve yetkisini etkinleştirerek gerçekleştirmiştir.
Türkiye, askerî müdahale hakkını kullanma kararını alırken, Kıbrıs millî davamız uğruna bir harbin bütün risklerini ve daha sonra uluslararası plânda oluşabilecek tepkileri göğüslemeyi göze almıştır. Barış harekâtımızın temel amacı, sadece Rum ve Yunan ortaklığının o zamanki "enosis" oldubittisine mâni olmak değildi.  Güdülen amaç, aynı zamanda, Kıbrıs sorununun Ada’da 1974’den önceki şartların geri gelmesini kesin biçimde önleyen; Ada’nın Rum – Yunan ortaklığının hâkimiyeti altına girmesine yol açmayacak olan;  Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarıyla elde ettiği hukukî ve fiilî hak ve yetkilerin zafiyete uğramadan muhafaza edilmesini sağlayan; Kıbrıs bakımından Türkiye ve Yunanistan arasında tesis edilmiş olan hassas dengeyi koruyan bir çözüme kavuşturulmasını mümkün kılacak şartları yaratmak olmuştur.
20 Temmuz 1974 Barış Harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır.
Ada sathında var olan sükûnet ortamı Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtından sonra meydana gelmiş ve istikrar kazanarak günümüze kadar devam etmiştir. Bu benim kişisel bir iddiam değildir. BMGS’nin raporları teker teker incelendiği zaman açık biçimde görülen bir olgudur.
Uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit unsurlarını içeren bir liste oluşturma egzersizi yaptığımız zaman günümüzde ilk sıraya uluslararası terörizmi koymamız kaçınılmazdır.
Türkiye maalesef uluslararası terörizmin hedef aldığı ülkelerden biridir. Türkiye bir taraftan PKK teröristlerini yok etmeğe çalışırken, diğer taraftan da kendisini dış terör odaklarından koruma mecburiyetinde kalmıştır.

Bu bağlamda da Kıbrıs Adası Türkiye bakımından hayatî önem taşımaktadır.

Kıbrıs sorununun uluslararası camiayı meşgul etmesi Kıbrıslı Rumların "enosis" i sağlamak için önce Ada'daki İngiliz yönetimine, daha sonra da Kıbrıs Türk halkına karşı terör eylemlerine girişmesiyle başlamış olduğunu unutmamak lâzımdır. Özellikle, Rumların ve Yunanistan'ın konu kendileri için Türkiye olunca teröristlerle de işbirliği yapmaktan kaçınmadıklarını hatırlamalıyız ve kaçınmayacaklarını da varsaymalıyız.

Kıbrıs adasının Yunanistan'a bağlanması için mücadele etmek üzere Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan tarafından Yunan generali Grivas'ın komutasında 1955 yılında kurulan EOKA bir terör örgütüdür. Gerilla savaş yöntemlerini uygulamıştır.

Uluslararası olaylar kronolojisinde yer alan 1963 "kanlı Noel" Rum teröristlerin, EOKA'nın  eseridirAKRİTASplânı bir terörizm eylem plânıdır. Kıbrıs Türk halkına karşı etnik temizlik harekâtına girişenler EOKA teröristleridir.

Rum teröristler 19 Ağustos 1974'de ABD'nin Lefkoşa Büyükelçisi Rodeger Paul Davies'i Ada'da katletmişlerdir.

ASALA teröristlerinin Türk diplomatları hedef alan eylemleri, Rum yönetimi tarafından kınanmış değildir.

Kıbrıs Rum Yönetimi PKK teröristlerine destek vermekte ve onlarla işbirliği yapmakta beis görmemişlerdir.

Terörist başı Öcalan 1999'daki Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos'tan himaye görmüştür. Pangalos, terörist başının Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'nde koruma altına alınmasını sağlamıştır. Öcalan orada yakalanıp Türk güvenlik güçlerince 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye getirildiği zaman üzerinden Lazaros Mavros adına düzenlenmiş bir "Kıbrıs Cumhuriyeti" pasaportu çıkmıştır.

Terörist faaliyetlerin sınır tanımadan günümüzde yaygınlaştığı bir zamanda, Kıbrıs adasında özellikle KKTC toprakları, 1974'den bu yana terörist yuvalanmasından ve terörist eylemlerden korunabilmiştir. Bu da 1960 İttifak Antlaşması çerçevesinde Ada'da konuşlanmış bulunan Türk askerî varlığının ve 1960 Garanti Antlaşması'nın hükümlerini etkinleştirerek 1974'de Ada'da gerçek bir kuvvet dengesi sağlayan Türkiye'nin kararlı tutumu sayesinde olmuştur.

Güvenlik ve Garantiler konusunun bu tarihî hakikatlerin ışığında ele alınmasında Türkiye'nin millî güvenliğinin ve çıkarlarının korunması bakımından tartışılamaz bir ihtiyaç vardır.
"Güvenlik ve Garantiler" konusu irdelenirken şu tarihî gerçeğin de hatırlanması kaçınılmaz olmaktadır:
Kıbrıs'a ilişkin 1960 Antlaşmalarına esas teşkil eden mutabakat belgeleri 19 Şubat 1959'da Londra'da parafe edilirken o zamanki Rum Lider Makarios, öngörülen garanti ve ittifak sistemi başta olmak üzere, anlaşmanın çeşitli veçhelerineitirazda bulunmuştur. İngiltere'nin ve Yunanistan'ın ikna çabalarından sonra belgeleri gönülsüz parafe etmiştir. Ortaklık Devleti'nin kurulmasıyla birlikte Ada'daki 1960 düzenini yıkma amacını gütmüştür. Rumlar 21 Aralık 1963 günü Kıbrıs Türk halkına yönelik "etnik temizlik" harekâtını başlattıktan kısa bir süre sonra Makarios, önce Garanti Antlaşması'nı, sonra da İttifak Antlaşması'nı feshettiklerini açıklamıştır. Ancak, özellikle İngiltere ve ABD'den gelen sert tepkiler karşısında, Makarios, bu açıklamalarını kuvveden fiile çıkarma cesaretini o zaman kendisinde bulamamıştır.
BM Güvenlik Konseyi'nin, sadece Rumlardan oluşan bir yönetimi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Kıbrıs Türk halkını da temsil eden "hükûmeti" olduğunu varsayarak 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı Kararı kabul etmesinden sonra demeç veren Makarios “uluslararası alandaki mücadelemizin ilk aşamasında bu kararı elde ettik. Artık Türkiye gelecekte Garanti Adlaşması’nı işleterek Kıbrıs’a müdahale tehdidinde bulunamaz” demiştir. [xlvii]
Kıbrıslı Rumları eski Liderlerinden Glafkos Klerides 1995'de verdiği bir demeçte "Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştiği zaman Türkiye’nin Garanti Antlaşmasında öngörülen tek taraflı müdahale hakkını ortadan kaldırmış olacağız" sözlerini dile getirmiştir.
Geçen 53 yıl içinde Rumların ve Yunanistan'ın amaçları ve hedefleri değişmemiştir. Bu gün de ittifak ve garanti sisteminden kurtulmak için çaba sarfetmektedirler.
Ada'daki iki taraf, görünüşte, müzakerelerde "güvenlik ve garantiler" konusunun belirlenmiş olan gündeminin en son maddesi olarak ele alınması hususunda mutabıktırlar.
Bununla beraber, Rum tarafında ve Yunanistan'da yetkililer müzakere sürecine ilişkin demeçlerinde garantiler konusuna ön plânda yer vermektedirler. 1960 Antlaşmalarının hükümlerine göre uygulanmakta olan garanti ve ittifak sistemine son verilmesi gerektiğini; bu sağlanmadan Kıbrıs sorununun çözülemeyeceğini her fırsatta ifade etmektedirler. Bu çerçevede AB üyesi olan bir Devlet'in egemenliğinin ve anayasa düzeninin üçüncü bir devletin veya devletlerin kıskacına alınamayacağından dem vurmaktadırlar. Yürürlükteki ittifak ve garanti sisteminin günümüzde biranakronizm oluşturduğunu öne sürmektedirler.
GKRY Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis, geçtiğimiz Ekim ayında verdiği bir demeçte “garantörlük antlaşmalarının kabul edilemeyeceğini"  söylemiş ve 1960 garanti Antlaşması yüzünden sadece Kıbrıslı Rumların değil ve "Kıbrıslı Türklerin de kendilerini güvende hissetmedikleri” iddia etmiştir.
Rum Lider AnastasiadisEroğlu ile beraber yayınladıkları ve halen yürütülmekte olan müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri'nin 2. yıldönümüne tesadüf eden 11 Şubat 2016 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada Kıbrıs'a ilişkin garanti sistemine karşı çıkmış ve "bir AB üyesi devletin başka bir devletin garantisi altında bulunmasının kabul edilmez olduğunu" söylemiştir. [xlviii]
Rum Meclis Başkanı'nın, Savunma Bakanı'nın, Yunanistan Dışişleri ve Savunma Bakanlarının son bir yıl içinde bu yönde verdikleri müteaddit demeçler vardır.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotziaz Ankara'yı ziyareti sırasında 12 Mayıs 2015 günü Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile beraber düzenlenen ortak basın toplantısında Kıbrıs sorununun çözümünün "ortaya garantör güçlere ihtiyacı olmayan bir Kıbrıs" çıkarması gerektiğini söylemiştir. [xlix]
Kotziaz, bir tören vesilesiyle de 15 Mayıs 2015'de yaptığı bir konuşmada da "bize Türk askerinin Ada sathında kıtalar halinde yürüyüşünü hatırlatan en son çizmenin Kıbrıs'tan çıkmasına değin Kıbrıs sorununun halledilmiş olmasından söz edemeyiz" demiştir.[l]
Kotziaz, 20 Ocak 2016 tarihinde Rum Meclis Başkanı ile Atina'da yaptığı görüşme sırasında da "Yunan Hükûmeti, Kıbrıs sorunu için Türkiye'nin işgal kuvvetlerinin Ada'dan çekilmesini ve garanti sisteminin sona erdirilmesini öngören özlü ve âdil bir çözümü destekler. Kıbrıs AB ve BM içinde hem Ada'nın bütününü, hem iki toplumu koruyacak kendisine özgü bir güvenlik sistemiyle gerçek bir güvenlik ortamı içinde yaşayabilir" şeklinde konuşmuştur.[li]
Görüleceği üzere, Rum ve Yunan siyasîler 1960 garanti sisteminin kaldırılması yönünde ısrarlı ve kararlı bir tutum sergilemektedirler. Verdikleri demeçlerle kamuoyu önünde pozisyonlarını siyasî açıdan kilitlemektedirler.
Ne yazık ki, biz Türkiye ve KKTC'de aynı kararlı tutumu görememekteyiz. MGK'nın 2008 yılında vazgeçilmez parametrelerden biri olarak belirlemiş bulunmasına rağmen Türkiye'de yetkililerden "1960 Garanti ve İttifak Antlaşmaları'nın bulunacak çözüm çerçevesinde de geçerli olmaları bizim için vazgeçilmez parametredir" şeklinde kararlık ifadesi olan bir beyan işitilmemektedir.
Aksine, basında yer alan haberlerde, GKRY'de çıkan Fileleftheros gazetesine 18 Şubat 2016 tarihinde İstanbul'da bir mülâkat veren Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu'nun çözüm çerçevesinde "Kıbrıslı Rumların da güvenlik boyutundaki endişelerinin ciddi şekilde dikkate alınması gerekeceğini" söylemiş olduğunu kaygı içinde okuyoruz.[lii]
Fileleftheros gazetesi; “Ankara’dan Mesajlar” başlığıyla manşete çektiği haberinde, söyleşiyi yapan muhabirinÇavuşoğlu'nun beyanları hakkında  şu değerlendirmeyi yaptığını yazmıştır: “…Bana Ankara’nın Kıbrıs sorunundaki değişmeyen tezlerini yinelemesini bekliyordum. Belli bir ölçüde de bunu yaptı. Ancak, bir kez bile iki devletten söz etmedi, federasyon teriminde ısrar etti, ayrıca Kıbrıslı Rumların güvenliğinin de önemli olduğunu vurguladı."
Çavuşoğlu'nun verdiği mülâkatın Fileleftheros'ta çıkan Rumca soru-cevap metninin Türkçe tercümesi Dışişleri Bakanlığımızın internet sitesinde yer almaktadır. [liii]
Metni okuduğumuz zaman Hükûmetimizin Kıbrıs konusundaki duruşu ve politikası hakkında kaygılarım daha da derinleşmiştir.
Çünkü, Sayın Bakan Kıbrıs müzakere sürecinde ele alınan konular hakkında kendisine tevcih edilen soruların hiçbirisine "bu tutumumuz kesindir" veya "bu konuda kırmızı çizgimiz vardır ve şöyledir..." veya "bunun KKTC için aşındırılamaz bir parametre olduğunu biliyoruz" şeklinde veya mealinde bir ifade kullanmış değildir.
Özellikle, Bakan'ın Fileleftheros gazetesinin muhabirinin garantiler konusundaki sorusuna verdiği yanıt, konunun Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye bakımından taşıdığı ehemmiyetle mütenasip olmayan gevşek ve esnek ifadeler taşımaktadır.
Rum muhabirin sorusu şöyledir:
"Bu defa işleri değiştirebilecek en önemli meselelerden biri de güvenlik ve garantiler boyutudur. Her ne kadar endişelerini farklı meseleler üzerinde yoğunlaştırsa da her iki toplum da güvenlikleri konusunda endişe duyuyor. Çözümden sonra garantiler konusunda Türkiye’nin rolü ne olabilir? Bu konu hâlâ kırmızıçizgi mi yoksa Türkiye meseleyi tartışmaya hazır mı?"
Bakan Çavuşoğlu bu soruyu bakınız nasıl cevaplandırmış:
"Bu meselenin garantör güçler olarak ve Ada’daki iki tarafla birlikte ortaklaşa tartışılması gerektiğini vurgulamıştık. Elbette ki iki tarafın da endişeleri önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti olarak, Kıbrıslı Türklerin güvenlik meselesindeki endişelerinin giderilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kalıcı bir çözüm olması için Kıbrıslı Rumların da endişelerinin bertaraf edilmesi gerektiğinin farkındayız. Geçmişte yaşananları unutmanın iki taraf için de kolay olmadığını anlamalıyız. 1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylara dair Kıbrıslı Türklerin anıları taze. Keza Kıbrıslı Rumların da 1974’te yaşananlara dair anıları taze. Bu nedenle iki tarafın da güvenlik konusundaki endişelerinin giderilmesi gerekiyor. Garantör güç olarak bizim için Kıbrıslı Türklerin güvenliği çok önemli. Ancak bu aşamada diğer zor meselelere odaklanmalıyız..."
Sayın Bakan'ın bu sözleri karşısında sormaktan kendimi alamıyorum:
Kıbrıs Türk halkının tarihî olgularla da desteklenen güvenlikle ilgili gerçek endişeleri ile Kıbrıslı Rumların kendi sapık emelleri yüzünden yaşadıkları hakkında dile getirdikleri sözde endişeler arasında paralellik kurulabilir mi? Kurulursa diplomasi masasında sonuç ne olur?
1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylar ile 1974'de cereyan eden olayların failleri aynı değiller midir? 15 Temmuz 1974'u yaşatan Rumlar ve Yunanistan değil midir? 19 Temmuz 1974 günü BM Güvenlik Konseyi'ne hitap eden Arşövek Makarios Türkiye'yi mi suçlamıştır? Yoksa Yunanistan'ı Kıbrıs'ı işgal ve istilâ etmekle; orada kan dökmekle mi suçlamıştır?  Makarios'un konuşmasında Ada'ya askerî müdahalede bulunması için Türkiye'ye âdeta çağrı yapmış olduğunu Sayın Bakan bilmiyor mudur? Yunan darbesinden kaçan Rumlar kaçarlarken Muratağa, Atlılar ve Sandallar'da soydaşlarımızı katledip toplu mezarlara gömmemişler midir?
Bu gelişmeler durumu Millî Kıbrıs davamız bakımından gerçekten vahim olarak nitelememize sebep olmaktadır.
9. Çözüm şeklinin parametrelerinin aşınmasını önleyen, Ada'daki Türk varlığını koruyan ve yaşatan, Türkiye'nin garantörlük hak ve yetkilerini sulandırıp zayıflatmayan, iki kesimlilik ilkesinin aşınmasına yol açmayan ve çözümü sağlayan antlaşmanın hükümlerini AB'nin birincil hukuku durumuna getiren anlaşma.
Kıbrıs müzakere sürecinde nihai çözüm şekline ulaşılsa bile, Türkiye'de MGK tarafından çözüm şeklinin temel“parametrelerin korunması” yolunda izhar edilen iradeye uygun düşen bir sonucun ortaya çıkmayacağını, çıkamayacağını şimdiden söyleyebiliriz. 
Bu yargımızın iki temel sebebi vardır:
Birincisi, çözüm şeklinin bu vakte kadar oluşturulmuş bulunan sakat alt yapısıdır.
Bu alt yapının ilk temel taşı on yıllar önce BM Güvenlik Konseyi tarafından yerleştirilmiştir. Bu temel taşı, BM Güvenlik Konseyi'nin, 4 Mart 1964 tarihinde kabul ettiği 186 sayılı Karardır. Bu Kararla Konsey, Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Türk halkına uygulamaya başladığı etnik temizlik harekâtını görmezden gelerek,  1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Anayasası'na tamamen aykırı biçimde sadece Rumlardan oluşan bir heyeti Devlet'in, Kıbrıs Türk halkını da temsil eden meşru Hükûmeti olduğunu varsaymıştır.
İkinci temel taşını da AB koymuştur. AB, BM Güvenlik Konseyi'nin 186 sayılı Kararını esas almış; Kıbrıslı Rumların 1960 Anayasası'nın men edici sarih hükmüne rağmen AB üyeliği için yaptığı müracaatı işleme koymuş ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti sanki bütün anayasal organlarıyla varlığını sürdürüyormuş gibi, "Kıbrıs'ı" 1960'daki ülke bütünlüğüyle AB üyesi olarak kabul etmiştir. AB'ne Katılım Antlaşması'nı da Rumlar 16 Nisan 2003'de Atina'da, bu sahte "Kıbrıs Cumhuriyeti" hüviyetleriyle törenle imzalamışlardır. AB bu sahte hüviyeti kabul etmiştir. Bilindiği üzere, Üye Devletlerin imzaladıkları AB Katılım Antlaşması AB'nin "birincil hukukunu" oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturan Antlaşma ise, kendiliğinden AB'nin "birincil hukukuna" dahil olmayacaktır.  Dahil edilebilmesi için önce Ada'daki taraflar arasında mutabakat sağlanması, sonra da bu mutabakata uygun kararların AB üyelerinin parlamentolarında ayrı ayrı alınması gerekir. Aksi takdirde, Kıbrıs sorununun çözümüne dair Antlaşma'nın hükümleri, AB'nin "birincil hukuku" olan Kıbrıs'ın AB'ne  Katılım Antlaşması'nın hükümlerinin aşındırıcı ve tâdil ettirici etkisine maruz kalır.
Annan Plânı sırasında ve sonrasında Rumların ve AB'nin takındığı tutum ve verilen demeçler de, esasen, Kıbrıs çözüm anlaşmasının AB'nin "birincil hukuku" niteliği kazanması ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu göstermiş bulunmaktadır.  Bu olgunun da hatırda tutulması lâzımdır.
Çözüm şeklinin temel parametrelerinin korunamayacağına dair görüşümüzün ikinci temel sebebi de, Kıbrıs müzakere sürecinde çerçeve olarak kullanılan 11 Şubat 2014 tarihli Liderler Ortak Bildirisi'nin hükümleridir.
Ortak Bildiri'nin 1. Maddesi'nde Liderler "Avrupa Birliği bünyesindeki birleşik Kıbrıs'ı ortak geleceklerinin güvencesi olarak gördüklerini" ve 4. Maddesi'nde de " Avrupa Birliği’nin üzerinde kurulduğu ilkelerin muhafaza edileceğini ve (bunlara) saygı gösterileceğini" beyan ve kabul etmişlerdir.
Kaldı ki, sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti Hükûmeti'nin" 16 Nisan 2003 günü Atina'da imzaladığı Katılım Antlaşması da, 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nde "muhafaza edileceği ve saygı gösterileceği" ifade edilen "ilkeleri" kabul eden bir belgedir.
Bu fevkalâde hayatî konuda KKTC Yüksek Mahkemesi'nin eski Başkanı değerli Hukukçu Taner Erginel'in uyarıcı ve yol gösterici fikirlerinden yararlanılmalıdır.

Görünüşe Göre Türkiye'nin Parametreleri Çözüm Şekline Yansıyamıyor

Görüleceği üzere, Türkiye'nin öngördüğü ve zamanında KKTC liderliğinin de benimsediği parametrelerin çoğunluğunun çözüm şekline yansıması şansı yok gibidir.
Yürütülmekte olan müzakerelerin en ağır sonuçlarından birinin de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ortadan kalkması olacaktır.
Çözüme ulaşılması halinde bugün üzerinde bağımsız KKTC'nin bayrağının dalgalandığı topraklar Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanarak AB'ne katılmış olacaktır. 
Türkiye'nin AB üyesi olmadığı ve ne zaman da olacağının tahmininin dahi giderek zorlaştığı durum ve şartlarda, bu gelişme, Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Antlaşmasıyla kurulmuş ve 1960 Antlaşmalarıyla da takviye edilmiş olan stratejik dengeyi yok edecektir. Giderek Türkiye ile Kıbrıs Türk halkı arasındaki tarihî bağlar da gevşemeğe ve belki de kopmaya yüz tutacaktır.
Türkiye Ege'den sonra Akdeniz'de de kuşatılmış olacaktır.
Bütün bu sonuçların, Kıbrıs adasının Türkiye için olan önemi ve değeri hakkında Devletimizin kurucusu Atatürk'ten başlayarak, çok sayıda seçkin Devlet ve siyaset adamlarımızın, askerî şahsiyetlerin demeçlerinde ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" kitabında ifadesini bulan değerlendirmelerle bağdaşır yanı var mıdır?
Bu tablo karşısında şu soruyu sormamız gerekiyor: KKTC'de ve Türkiye'de yetkililer hangi verilere dayanarak "görüşmeler olumlu ilerliyor; 6 başlıktan 4'ü halledildi, geriye 2 başlık kaldı" mealinde açıklamalar yapıyorlar?
Sayın Başbakan Davutoğlu'nu 8 Mart'ta İzmir'de "Kıbrıs'ta çözüme çok yakınız" açıklamasını yapmaya sevkeden güvence nedir?
Başbakan Davutoğlu'nun İzmir'de ifade ettiği gibi gerçekten Kıbrıs sorununun çözümü "çok yakın" ise, Türkiye'nin millî çıkarları için son derece tehlikeli bir sonuç ortaya çıkacak demektir.
Ortaya çıkabilecek çözüm şekli ve bu çerçevede yapılacak uygulamalar ve düzenlemeler sadece Kıbrıs'taki Türk varlığının ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bekasını değil, belki de ondan da daha büyük ölçüde, bizatihî Türkiye'nin çok boyutlu ve uzun vadeli yüksek çıkarlarını ve millî güvenliğini kalıcı biçimde etkileyen sonuçlar doğuracaktır. 

Türk Kamuoyu "Millî Davayı" Unuttu mu?

Hal böyleyken, Türk kamuoyunda, 1953'den itibaren "millî dava" anlayış ve ruhuyla benimsediği konuya karşıkahredici bir ilgisizliğin ve hattâ umursamazlığın varlığını müşahede etmekteyim.
Kıbrıs konusunun bütün aşamalarının Türk kamuoyunun ilgi odağında yaşanmış olduğunu; Kıbrıs'a ilişkin haberlerin manşetlerden verildiğini; TBMM'nin Kıbrıs müzakere sürecinin önceki aşamalarında birçok kereler özel oturumlar ve olağanüstü toplantılar yapıp "millî dava" hakkında kararlılık ifade eden bildiriler yayınlamış veya kararlar almış olduğunu bilenlerdenim.  Bu defa Türkiye'nin ve özellikle kamuoyunun konu karşısında gösterdiği, suskunluğu, ilgisiz ve hattâ umursamaz duruşu 1950 ile 2000 arasındaki dönemlerle kıyaslayarak değerlendirme imkânına sahip bulunuyorum.
Çıkardığım sonucu,  sadece Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC Devletleri'nin menfaatlerini düşünerek değil, millî bütünlüğümüzün geleceği açısından da hayra alâmet görmüyorum.
"Millî Dava" sözü, kavramı siyaset adamlarımızın dilinde sadece KKTC ile ilişkilerimizde törensel vesilelerle telâffuz edilir hale gelmiştir.
BMGS Butros Ghali zamanında 1992 yaz aylarında Fikirler Dizisi denen bir çözüm plân taslağı üzerinde New York'da cereyan eden müzakereler münasebetiyle, Anavatan Partisi  ve Refah Partisi tarafından verilen önergelerle, TBMM,  yaz tatilinde olmasına rağmen,  25 Ağustos 1992 günü olağanüstü toplanmıştı.  O zaman New York'da cereyan eden müzakerelerin, günümüzdeki müzakereler kadar, Kıbrıs konusunun kaderini belirleyici bir mahiyeti yoktu. Yine de, TBMM'nin olağanüstü toplantısına ihtiyaç duyulmuştu. O toplantıda,  yapılan heyecanlı konuşmalarda KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın müzakerelerde uluslararası baskılara boyun eğmeden “millî davayı” üstün dirayet  ve vukufla  yürütüş tarzından   takdir ve övgüyle söz edilmiş; kendisine destek ifade olunmuş ve Kıbrıs konusunda sağlam bir dayanışma ortaya konulmuştur.  TBMM kabul ettiği deklarasyonda  “Kıbrıs'taki iki toplumun rızasına dayanmayan hiçbir çözümü kabul etmeyeceğini” dünyaya ilân etmiştir. TBMM'nin "millî davaya" ve Denktaş'a arka çıkan duruşu, Türk tarafının müzakerelerdeki pozisyonu kuvvetlendirmişti.


Tarihî Kavşaktayız

Günümüzde ise Kıbrıs konusunda çık önemli ve hattâ tarihî bir kavşak noktasına yaklaşmış ve hattâ gelmiş bulunuyoruz. Medyada Kıbrıs konusunun TBMM'de ele alındığına dair haberlere rastlamıyoruz.
Her Salı günü TBMM'de grubu bulunan Siyasî partilerimizin Sayın Liderlerinin Gruplarında yaptıkları konuşmaları TV'de takip etmeğe çalışıyorum. Uzun zamandır Sayın Liderlerin Kıbrıs konusuna değinmediklerini kaygı içinde görüyorum.
Siyasetçilerimizin Kıbrıs konusunda yaptıkları konuşmalarda da, Türkiye'nin benimsediği âdil ve kalıcı çözüm şekline dair bir kavram birliği olmadığını da müşahede ediyorum. Ayrıca, "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti" yerine "Kıbrıs" diyen devlet adamlarımız var. "Kıbrıs" coğrafî olarak bir adanın ismi.  Aynı zamanda da Rumların Kıbrıslı Türkleri kapsayacak şekilde varlığını iddia ettikleri ve AB'de üye olan sözde devletin adı.
Rum ve Yunan Devlet adamlarının ve siyasetçilerinin ise, Kıbrıs konusunda ağız birliği, kavram birliği içinde konuştuklarını biliyorum ve görüyorum.

Türk Kamuoyu "Millî Dava'ya" Neden İlgisiz ?

Türkiye'de Kıbrıs konusuna olan ilgisizliğin, kayıtsızlığın, umursamazlığın kuşkusuz çeşitli sebepleri vardır.
Birinci temel sebep kanaatimce, Annan Plânı temelindeki çözüm süreci döneminden başlayarak, 2002 sonundan itibaren Türkiye'de Kıbrıs konusunda yapılmış olan beyanlar ve yazılan yazılardır.
O dönemdeki beyanları ve yazılanların çoğunu kaydetmiş bulunuyorum. Hemen hemen tamamında, Kıbrıs konusu Türkiye'ye külfet, ayak bağı ve AB üyeliğimiz önünde engel oluşturan bir sorunmuş gibi  takdim edilmiştir. Çözümsüzlüğün gerçek sebepleri  bilinerek kasden veya bilmeden, sorunun çözümünün Türk tarafının tutumu yüzünden sürüncemede kaldığı bile iddia edilmiştir.
2008'den itibaren Kıbrıs konusunda çeşitli Üniversitelerimizde Konferanslar verdim. Öğrenciler arasında, hocalarının, benim Kıbrıs sorunu hakkındaki gerçeklere dair söylediklerimin tam tersini kendilerine anlatmış olduklarını samimi biçimden itiraf edenlere rastladım. 
Diğer bir temel sebep de,  11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ün de Mart 2014'de ve Şubat 2016'da ifade ettiği üzere Türkiye'nin "çalkantılı" ve "Cumhuriyet tarihinin en zor" döneminden geçmekte olmasıdır. Bu talihsiz durum aslında her sade vatandaşın dahi kolaylıkla müşahede edebileceği kadar belirgindir. Kamuoyumuzun dikkati Türkiye'nin iç ve dış vahim sorunlarına odaklanmış bulunmaktadır.

5 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


****