10 Nisan 2016 Pazar

'' Batı Taleplerini Karşılama Komitesi ''



'' Batı Taleplerini Karşılama Komitesi ''




Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 
27 Aralık 2008 Cumartesi


Efendim çok yanılıyorsunuz, bunlar vatan haini falan değiller. Hele cehalet, bilgisizlik meselesinde, işlerin ayrıntılarını sizden benden iyi biliyorlar.

Meseleye yanlış yerden bakıyorsunuz bunları suçlarken; onlar suçlu falan değiller görevlerini yapıyorlar, misyonlarını sürdürüyorlar, yani misyonerler gibi…

Kendilerini dine değil Batı’ya, kapitalizme, emperyalizme adamışlar sadece, hepsi bu…

Ey onları suçlayan Türk halkı, yanılıyorsunuz; nerede yanıldığınızı söyleyeyim; onları kendiniz gibi bu ülkenin yurttaşları, vatandaşları sanıyorsunuz. Onlar ne akıl, ne mantık ve ne de ruh hali olarak sizin gibi bakmıyorlar, sizin gibi düşünmüyorlar, sizin gibi hissetmiyorlar, sizden çok farklılar, iş bu kadar basit…

-İki kutuplu dünyada sosyalist olan ya da Sovyetlere yakın duran kimi eski aydınların birçoğu 1990’dan sonra yavaş yavaş Batı’dan esen rüzgârları arkalarına almaya başladılar.“Libero kapitalist” kimliğe, bir bukalemun gibi dönüştüler. Neoliberallerse liberalizmi kapitalizmle özdeşleştiren, Batı kapitalizminin arkasında duran “saldırgan emperyalizmi” görmemezlikten gelen bir tür haline dönüştüler.

Profesör, bilgiç gazeteci, çok bilir romancı ya da işadamı görüntüsü içinde medyatik üne ve Batı desteğine bu kimlik değiştirme ile ulaşmışlardır. Vahşi kapitalizmin yorganının altına hiç çekinmeden dalıp, kendilerini sundular.

-Türkiye’de Batı’nın yönettiği yerli oligarşinin içine yerleşerek “Batı ile çatışma noktalarında” Türkiye’yi ödün için hazırlarlar. Bu çok önemli bir görevdir. Kıbrıs’ta Batı ile çatıştırmadan, işi tereyağından kıl çeker gibi hallettiler. Fener patrikhanesinde ilerleme sağlanması için altyapıyı hazırladılar.

ABD politikasına ters düşen “Türk Ortadokslarının” sesini fiili darbeler ve tecritlerle kıstılar. Kala kala bir “Ermeni meselesi” kaldı. Obama yönetimi ile birlikte talepler art arda gelecek. Şimdi Türk kamuoyunda, “Batı talepleri ve dayatmaları ile çatışmayı engellemek için” imzalar toplanıyor, görevliler görevlerini yerine getiriyorlar.

Amortisör görevi…

Önümüzdeki yıllarda ABD ve AB’nin Türkiye üzerindeki talepleri karar aşamasından uygulama aşamasına sokulacak. Türk kamuoyundan ve TSK gibi kurumlardan “sert tepki gelme olasılıklarını” ortadan kaldırmak gerek.

-Kimi akademisyenler, gazeteciler, sanatçılar hatta politikacılar önce özürle işe başlayacaklar. Kamuoyu “buna da alışacak...” Düşünceleri böyle.

-Türkiye’de halk, kurumlar ikiye ayrıştırılacak; evet diyenler ve hayır diyenler televizyonlarda, gazetelerde tartışmaya başlayacaklar. Batı’nın yeni talepleri böylece toplumda “meşrulaştırılacak”, olağan gelişmeler gibi algılanacak.

Batı Lozan’ı ortadan kaldırmak istiyor. Kimilerimizin hain, akılsız diye adlandırdığı bu insanlar Batı ile birlikte, Lozan’ın tasfiyesini benimsemiş kişilerdir.

ABD ve İngiltere Irak’ta durup dururken yalanlar uydurarak, haksız yere 1,6 milyon insanı katledip insanlık suçu işlerken bu “imzacı aydınlar” kıllarını bile kıpırdatmadılar. Bir imza kampanyası açmadılar, açamazlardı. Çünkü ABD ve AB bundan hoşlanmazdı.

İmzacılar Türkiye’ye ve bölgeye ABD ve AB’nin gözü ile onların penceresinden bakıyorlar. Dolayısıyla hain, cahil demek yanlış, onlardan biri olmuşlar. Kısacası “Batı’ya aitler”…

İlle de bir isim vermek gerekirse “karşı taraftakiler için” kullanacağınız bir tanımlama en uygunu olur. Bunlar, gerçek “ötekiler”.

Büyük Darbenin Öncüleri…

Üç-beş yıl sonra AB ülkeleri ve ABD’nin en yetkili üst kurumları soykırım tasarılarını benimseyip onaylayacaklar. Para talepleri ve toprak ödünleri dayatılacak. Bunların Türkiye’de büyük tepkilere ve Batı karşıtı hareketlere neden olması en korktukları şey.

-İlk etapta öncü olabilecekleri “enterne ettiler”, kapattılar.

-Şimdi kamuoyunun, yeni Batı taleplerine hazırlanması gerekiyor.

İçimizdeki, “bize ait olmayan kimilerinin” ortaya çıkıp, yarın Batı’dan gelecek taleplerin öncülüğünü yapmaları gerekiyor. Aynen, “Yes be annem”, “Hepimiz Ermeniyiz” kampanyalarında olduğu gibi psikolojik savaşın yürütülmesi zorunlu.

Ama lütfen bu imzacılara hain, cahil gibi yakıştırmalarda bulunmayın, onları küçümsemiş olursunuz. Onlar zaten karşı tarafın bir parçası, onlara ait; kullanacaksanız daha yerli yerine oturacak okkalı sözcükler bulun.

Sorunun temelinde Batı emperyalizminin siyasal İslamla kurduğu ortaklık var. Aydın adı altındaki işbirlikçiler, bu ortaklığın “halkla ilişkiler” ayağını yürütüyorlar; görevleri bu...

Bunlara, “ Batı Taleplerini Karşılama Komitesi ” demek en doğrusu...

***

Bir kutlama notu: İki gün önce Muazzez İlmiye Çığ ve Hayrettin Karaca’nın TBMM önünde ulusal çıkarlarımız adına taleplerini övgüyle ekranlarda izledim. “Topraklarımız yabancılara satılmasın” diyorlardı. Bakalım, “milletin vekilleri” kimin tarafında yer alacaklar: Milletin mi, yoksa yabancıların mı?

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/31098/_Bati_Taleplerini__Karsilama_Komitesi__.html


..

'Kuralsızlık Kuralı' ve Toplumun Kendine Yabancılaşması,



'Kuralsızlık Kuralı' ve Toplumun Kendine Yabancılaşması



Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
20 Aralık 2008 Cumartesi

Türkiye, kendine yabancılaşıyor.

- Bireyler farkında olmadan, “ Kendilerine Yabancılaşıyorlar ”.

- Aynı şey kurumlarda da görülüyor. Acaba “bu yabancılaşma değişiminin” özelliği ne? “İyileşme yönünde” bir değişim mi? Örneğin teknik konularda ya da insan haklarında bir düzelme mi getiriyor? Yoksa bir iyileşme getirmeden, sadece yabancılaştırıyor mu?

Toplumun kendine yabancılaşmasında “Türkçenin yabancılaştırılarak bozulması” başı çekiyor. Bazı örnekler:

- “Çingene” sözcüğü yerine “Roman”ın sokulması… Roman Çingenenin yerini aldığında eski romanlarımızı, şiirlerimizi, şarkılarımızı gelecek nesiller anlamayacaklar. Bedri Rahmi’nin “Çatal karam, Çingenem…” dizeleri bir anlam taşımayacak.

- “Devre” sözcüğü yerine “seksiyon”un girmesi, Halit Kıvanç’ın kitaplarının okunmasını, radyo kayıtlarının dinlenmesini anlamsız kılacak, gelecek nesiller için.

- Geçenlerde Hürriyet’e verilmiş bir otomobil ilanı (reklamı) gördüm; başlıkta yer alan beş sözcükten dördü yabancıydı. Birinin ne anlama geldiğini ben de bilmiyordum. Diğer bildiklerimin Türkçe karşılıkları vardı. Televizyonda tenis maçı izliyorum, yorum yapan gencin kullandığı sözcüklerin yüzde doksanı İngilizce. Oysa çoğunun Türkçe karşılığı var. Türkçe yerine, sanki İngilizce dinliyorum.

Yine Hürriyet’teki haberde bir olay anlatılıyor. İçinde iki yerde “harika” veya “olağanüstü” yerine “fantastik” sözcüğü kullanılmış. Haberci artık “harika” sözcüğünü unutmuş veya bilmiyor.

İşin uzmanları, benim bu söylediklerimin çok daha vurucu olan binlercesini sıralayabilirler. Ben “esas meseleye” gelmek istiyorum; toplumdaki, “kendine yabancılaşmayı” doğuran öğeler neler? Bunların bireysel ve toplumsal boyutlarıyla ortaya konması gerekiyor. Ben yalnızca bir boyutuna değineceğim.

Toplumsal boyuttaki yabancılaşma

- Toplumda (ülkede, devlette) belirli bir ulusal politikanın bulunmaması en önemli etkendir. Ulusal (bütüncül) ne eğitim, ne kültür, ne iktisat ve ne de sosyal politikamız var. Fransa’nın ya da İsveç’in açık veya yarı açık politikaları vardır.

Ben bunu, “bireysel ve toplumsal özgürlüklerin dengelenmesi” olarak algılıyorum. Otomobil alıp trafiğe çıkma özgürlüğü vardır ama, trafik kuralları içinde kalmak koşuluyla kullanılır. İktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel konularda da iş böyledir.

- Türkiye’de bütüncül (makro) politikalar terk edilirken işler tamamen, kendi haline ve serbest piyasaya terk edilmiştir.

Aynen Amerika’nın mali piyasalarındaki başı boşlukta olduğu gibi, “kuralsızlık kuralı” getirildi.

AKP’nin çelişkisi ve Eygi

AKP iktidarı döneminde toplumun “kendine yabancılaşması” hız kazandı. AKP’nin üst yönetimine göre bu bir yabancılaşma değil, “kendine geliştir”.

Ancak bu “kendine dönüş” şu gayri milli ve yabancı dayanaklar üzerine oturtuluyordu;

- “Piyasalaştırma, özelleştirme ve yabancılaştırma uygulamaları” ulusal kimliği ve sosyal devleti tasfiye ederken yabancıların denetimi altındaki iç ve dış piyasaları, Türkiye’ye egemen duruma getiriyordu.

- Kurumsal olarak da AB ve ABD’nin Türkiye’ye her alanda, doğrudan müdahale edebilme kapılarını açıyordu.

- Milli (ulusal) kimlik yerine Arapçı bir yapılanma ortaya çıktı. AKP üst yönetiminin siyasal İslamı öne çıkaran ve bunu “özüne dönüş” olarak sunan politika ve uygulamaları “toplumdaki kendine yabancılaşmayı” tetiklemiştir.

Bu nedenle, İslamcı kesim arasında en baştan ayrışmalar ortaya çıktı. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün Necmettin Erbakan’dan kapmalarının gerisinde, bu çelişki yatmaktadır.

Son zamanlarda M. Şevket Eygi’nin İslami burjuvaziyi yerden yere vuran eleştirileri, bu yabancılaşmaya ve seçkinciliğe karşı çıkıştır. Daha açık söylemek gerekirse, “emperyalizmle yapılan işbirliği”, toplumun kendine yabancılaşmasını hızlandırdı.

Bir süre önce Canan Barlas ve benzerleri te- levizyon ekranlarında, “türbanı kadının şıklığı ve modernliği” olarak tanımlıyorlardı. Bu tanımlamalar, Eygi’nin söylediği “İslami Burjuvaziyi” yerli yerine oturtmaktadır.

15 Aralık’ta Cumhuriyet’teki yazımda Türkiye’deki dinci oligarşi üzerinde durmuştum. Dinci oligarşiyle İslami burjuvazi Türkiye’de tamamen aynı şeylerdir. Siyasal İslam, kurmak istediği dinci düzende, “kendi oligarşisini de beraberinde getirmeye çalışıyor”.

Batı kapitalizmiyle bağları, dinci oligarşi üzerinden yürütülmek isteniyor. Bu durum Batı’ya uyuyor; ılımlı İslam modelinde dinci oligarşi, Batı’nın taleplerini karşılayan bir zemin oluşturuyor.

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/29502/_Kuralsizlik_Kurali__ve_Toplumun_Kendine_Yabancilasmasi_.html


...


Kemalist Devrim ve ‘Osmanlı Cumhuriyeti’ Filmi



Kemalist Devrim ve ‘Osmanlı Cumhuriyeti’ Filmi


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
13 Aralık 2008 Cumartesi


Kemalist devrim, “ Dincilerin ve Sömürgecilerin Egemenliğine karşı bir Savaştır”.

-Bağımsızlık, bunun vazgeçilmez bir parçasıdır.

- “Dinci ve sömürgeci işgale karşı” uygarlık ve aydınlanma, Kemalizmin doğal bir hedefidir.

-Halkın, “dinciye ve sömürgeciye üstünlüğünü sağlamak için”, katılımcı demokrasi gerekir. Bu da, Kemalist devrimin sonunda ortaya çıkmış olacaktı.

1923-1938 dönemi, bu hedeflerinin bir bölümünü, daha doğrusu “ön koşullarını” sağlamıştır. Dinci ve sömürgecilerin egemenliği ortadan kaldırıldı, bağımsızlık sağlandı, çağdaş uygarlık değerleri için dil, kültür, hukuk, iktisat alanlarında altyapı hazırlıklarına başlandı.

Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Kemalist devrimlerin amaçlarına aykırı uygulamalara dönüldü.

-Kemalist devrimlerin karşısına aldığı “kapitalist ve sömürgeci odaklara, kapılar yeniden açılmaya başlandı”.

-Dinci odaklara yeşil ışık yakıldı, “çağdaş ve laik sosyal hukuk devleti yerine”, bu odaklar filizlenmeye başladılar.

Emperyalist ve dinci odaklar aralarında sürekli işbirliği yaptıkları ve birbirlerini tetikledikleri için, Kemalist devrimlere karşı ortak bir cephe oluşturdular.

Kemalist devrimlere karşı cepheyi oluşturan unsurlar şunlardan oluşuyor:

-Cumhuriyet’i en baştan istemeyen “dinci odaklar”.

-Lozan’a ve Türkiye’nin ulus-devlet kimliğine karşı çıkarak Sevr’i savunan bölücü çevreler.

-Batı ile yakın göbek bağları olan kapitalist çevreler.

Bölücülerin tamamı, dinci ve kapitalist çevrelerin bir bölümü Batı emperyalizminin Türkiye’deki yerel ortakları durumuna gelmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı açıktan veya örtülü, doğrudan ya da dolaylı olarak emperyalizmin işbirlikçisi konumundadırlar.

Bir kara mizah yapıtı…

Son yıllarda Cumhuriyet’e, Atatürk devrimlerine ve Lozan’ın kazanımlarına karşı tezgâhlanan saldırıların gerisinde bu odaklar ve onların dışarıdaki destekçileri vardır.

-Medyada, hatta sanat çevrelerinde çoğunlukla Washington’ın, Brüksel’in politikalarına uygun bir hava estirilir. Örneğin “Mustafa” filmi gündeme getirilip her yerde tartışılırken “Osmanlı Cumhuriyeti” yapıtı özellikle saklanır. Çünkü Osmanlı Cumhuriyeti filminde Amerika’nın ve Avrupa’nın Türkiye üzerindeki kirli hesapları, kara mizahın zenginliği içinde seyircinin önüne serilip maskeleri indirilmiştir.

Osmanlı Cumhuriyeti filmini gündeme getirmek, tartışmak dış odakların ve tabii onların içerideki uzantılarının işine gelmez. Ben okurlarıma bu filmi mutlaka izlemelerini öneriyorum. Cumhuriyet, Osmanlı, ulusallık, sömürü tartışmalarını kara mizahın çarpıcı dili ile sergileyen bir eser. “Mustafa” filmi gibi tartışılmaması, Türkiye’deki örtülü faşizmin varlığının en önemli kanıtıdır.

Buna karşılık Osmanlı Cumhuriyeti, “Hayır diyenlerin” tarafındadır. Eğer Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı ve Kemalist devrimler olmasaydı, ülkenin başına gelecekleri gözler önüne seriyor.

Filme kimler kızar?

Güncel tartışmaların harika sergilendiği “Osmanlı Cumhuriyeti” filmine kimler kızar? Kimlerin rahatı kaçar? Kimlerin maskesi düşer?

-İşbirlikçi dinciler bundan çok rahatsız olurlar, maskeleri düştüğü için.

-İçimizdeki açık ve örtülü taşeronlar kendilerini aynada görürler.

-Hele hele Amerika’nın ve Avrupa’nın kucağına oturan kimi siyasilerimizin yüreği ağızlarına gelecektir. Kendilerini fırçalayan Batılıların söylediklerini halk birebir duyacaktır, kepazelikleri ortaya çıkacaktır.

Eğer Atatürk ve Kurtuluş Savaşı olmasaydı Türkiye’nin Amerika ve Avrupa’nın emrinde parçalanmış topraklara nasıl dönüşeceği kara mizahın güldürürken ağlatan zenginliği ile sunuluyor.

Engizisyona karşı direnen Galileo misali yönetmen Gani Müjde ve başoyuncu Ata Demirer insanlık, uygarlık ve sanat adına “Mustafacı” işbirlikçilere karşı bir onur savaşı vermişler.

Film Türkiye’de medyanın ve sanat çevrelerinin içine itildiği ikilemin ortaya konulması yönüyle de büyük önem taşıyor.

-Bir tarafta, “Mustafacı örtülü faşistlerin” uyguladığı karartma,

-Öte yanda bu karartmayı yırtmaya çalışan aydınlanmacı ve devrimci düşünce ve sanat …

“Mustafa” ve “Osmanlı Cumhuriyeti” filmleri, Türkiye’deki ayrıştırma ve bölünmedeki iki farklı cepheyi temsil ediyorlar. Birinde sömürgecilerin hoşlanıp kullandıkları malzeme sunuluyor, diğerinde işbirlikçilerin ve patronlarının kirli yüzü sergileniyor.

Mustafa filmi, Batı’nın yeni Türkiye politikasına “Evet diyenlerin” malzemesidir. Buna karşılık Osmanlı Cumhuriyeti filmi, “Hayır diyenlerin” tarafındadır.

Osmanlı Cumhuriyeti filmini herkes görmeli.


www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/27864/Kemalist_Devrim_ve___8216_Osmanli_Cumhuriyeti__8217__Filmi.html


..

Türkiye’nin AB ve ŞİÖ İlişkileri



Türkiye’nin AB ve ŞİÖ İlişkileri

Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 


11 Şubat 2013 Pazartesi


- Bir taraftan “ Türk Uydusu ” Çin’den uzaya fırlatılıyor;

- Öte yandan Türkiye’nin AB ile imzaladığı yoğun anlaşmalar var.
Ve tabii, Ankara hükümetlerinin ABD ile derin, köklü, yoğun bağları ve işbirliği söz konusu.

Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde Türkiye öne çıkmış, Arap Baharı’nın öncüsü olmuş, İran’ın bölgedeki nüfuzunu Bağdat ve Şam üzerinden zayıflatmaya çalışıyor. Rusya ile krizin eşiğinden dönülmüş.
Hal böyle iken Başbakan Erdoğan’ın AB’den yakınması ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ile yakınlaşma mesajları vermesi ne anlama geliyor? Ankara’nın yeni Avrasya politikası mı? AB’ye dirsek göstermek mi? Yoksa kamuoyuna yönelik sözler mi?
AB bize ayıp ediyor, biz de yüzümüzü Asya’ya döneriz ” yaklaşımları ne kadar gerçekçi? Ankara’nın böyle bir lüksü bulunuyor mu?
Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan’dan biraz farklı bir açıklama yaptı; “ŞİÖ, AB’nin alternatifi olamaz” dedi. 


ŞİÖ, AB’nin Tamamlayıcısı olur mu?


Gül’ün değerlendirmesinde gerçek payı var; ŞİÖ, AB’nin alternatifi olamaz ama “ Tamamlayıcısı 0labilir ”.

Önce, ŞİÖ neden AB’nin alternatifi olamaz, onun nedenlerini sıralayalım:

1) Türkiye AB’nin üyesi değildir ama AB’ye ikili anlaşmalarla tek yanlı bağlanmıştır. 6 Mart 1995’ten bu yana iş çevreleri, sendikalar, akademik kuruluşlar, medya, bürokrasi projeksiyonlarını bu doğrultuda yaparak “bir reel politika geliştirmişlerdir”. Hatta, fiili durum yaratmışlardır.
Ben en baştan beri bunu eleştirenlerden biriyim; ancak beğenmesek de, eleştirsek de “fiili bir durum ortaya çıkmıştır”. “Erasmus” burslarından, özgürlükler konusunda Brüksel ve Strasbourg’dan (Avrupa Konseyi) medet umulmasına kadar “yanlış zeminde bazı doğrular fiilen yaşanmaya başlamıştır”.
Medeni haklardan (ve hukuktan) yararlanamayan kumanın fiilen giyiminin ve gıdasının gelişmesi gibi ironik bir durum ortaya çıktı.

2) Gümrük Birliği ve uzantıları ile o kadar iç içe geçtik ki iş hayatında, kültür ve sanat alanlarında fiili entegrasyonlar ortaya çıktı. Gayrimeşru da olsa bir çocuk doğdu, hatta büyüdü. Türkiye ile AB (ve Avrupa) arasındaki bu fiili entegrasyon, ŞİÖ’nün AB’ye alternatif olmasını ortadan kaldırmıştır. Bugün artık Türkiye ile AB’yi, aşağıdan yukarı birleştiren güdüler oluşmuştur.

3) Türkiye’de çağdaş ve katılımcı demokrasinin gelişmesi açısından, yaşam tarzı ve kültürel olgunluk boyutlarıyla “Türkiye, Avrupa değerlerine yaklaşmak zorundadır”.


İlişki başka bir şey


Bütün bu nedenler ŞİÖ’nün AB’ye alternatif olmasını engeller; ancak Türkiye açısından ŞİÖ, “AB’yi ve Batı’yı tamamlayan ve dengeleyen bir boyuttur”.
- Türkiye’nin ŞİÖ ile iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkileri gelişirse bu durum, hem Türkiye-AB, hem de Türkiye-ABD ilişkilerinin daha sağlıklı bir zeminde seyretmesine katkı sağlar. Türkiye’nin tek yanlı bağımlılıkları azalır.
Öte yandan Asya büyüklerinin de eski ideolojik kutuplaşma noktasından ayrılarak “küresel sisteme uyum sağlamaya başladıklarını” unutmamak gerekir.
Uzun yıllardan beri savunduğum görüşler bu doğrultudadır, okurlarım bilirler.(*) Türkiye iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkilerinde “denge politikası izlemek zorundadır”.

- Evet, Avrupa ile ilişkilerimiz olağanüstü köklü bağlardır. Her alanda fiili entegrasyonlar fiilen gelişmiştir.

- İşin demokratik ve çağdaş boyutunda da Avrupa’nın alternatifi bulunmamaktadır. ŞİÖ Türkiye’nin elinde, AB ve Batı’ya, “alternatif değil, tamamlayıcı” bir denge faktörü olarak değerlendirilmek durumundadır.
Siyasilerin AB ve ŞİÖ ile ilgili değerlendirmelerini bu bağlamda ele almak gerekir.

(*) E. Manisalı, “ Batı’nın Yeni Türkiye Politikası ” içinde muhtelif bölümler, Cumhuriyet Kitapları, 2009.


 Batı’nın Yeni Türkiye Politikası 



















ABD ve AB 1990’dan sonra Türkiye’ye nasıl bakmaya başladı; ABD Türkiye’ye "ılımlı İslam" modelini niye uygun gördü; "Batı"nın Türkiye politikası ile AKP’nin "Batı" politikası birbiriyle nasıl örtüşüyor; AKP için "AB süreci" ne anlam taşıyor?  )

http://www.babil.com/batinin-yeni-turkiye-politikasi-kitabi-erol-manisali
..

Yoksa Uygarlık Eşitsizliğin Türevi mi?



Yoksa Uygarlık Eşitsizliğin Türevi mi?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 
03 Ocak 2009 Cumartesi


- Acaba uygarlık, dengesizlik ve eşitsizlik üzerinde mi ortaya çıkıyor?

- “Gelişme” adını verdiğimiz şeyin özünde, farklılıkların ve haksızlıkların kaçınılmaz olarak bulunması mı gerekiyor?

- Acaba “ Haksız Rekabet ”, sistemin özünü mü oluşturuyor?

Roma İmparatorluğu, “zenginliğin adaletsizliği ve dengesizliği” üzerine oturmuştu. Roma’nın gücü, “askerlerinin aralarındaki tatbikatta bile birbirlerini öldürebilme özgürlüğünden” kaynaklanmıyor muydu?

Büyük Britanya’nın güneş batmayan topraklarına 19. yüzyılda götürdüğü Batı uygarlığı, özünde “güçlünün güçsüzü yönetmesi ve sömürmesi” üzerine oturmadı mı?

- Yoksa, üstün (ve gelişmiş) bir taraf ve azınlık olmadan uygarlık ve insanlık ilerleyemez mi?

Diğer bir deyişle, bir toplumun katmanları arasında farklar bulunmadan, ülkelerin bir bölümü gelişmiş, diğer bölümü az gelişmiş olmadan “dünyada uygarlık ilerleyemez” gibi bir sonuç çıkarmamız mı gerekecek?

Olaylara bu pencereden bakanlara toplumcu düşünürler, genellikle faşist nitelemesi yaparlar. Daha diplomatik bir dil kullanmaya çalışanlar “emperyal bakış” diyerek her tarafa çekilebilecek ifadelere sığınırlar.

Liberal düşüncede olduklarını söyleyenler ise daha hoşgörülüdürler! Bunun doğal bir toplumsal gelişme olduğunu, bu tür zıtlık ve çatışmaların yeni gelişmelere ve ilerlemelere yol açtığını düşünürler.

Avrupa’nın dayanağı

Avrupa Birliği kendisinin eski Yunan ve Roma’ya dayandığını söyler ve bugün onun devamı olan “bir aidiyet ve kimlik içinde olduğunu” varsayar. Bu kabulleniş, belgelerine geçmiştir.

Atina’da ve Roma’da kurulan eski uygarlıklar, “diğerlerinin ezilmesi ve onlara karşı üstünlük sağlanması sonucu ortaya çıkmıştır”. 

Bir yanda farklılık ve ezilmişlik, diğer yanda ise “uygarlık” vardır. Bu ikisi, birlikte mi yaşamak zorundadır? Avrupa’nın tarihsel dayanaklarında, “sömürü olmadan uygarlık olmaz” sonucu mu çıkıyor?

Esas olan haksız rekabet mi?

Bütün bunları felsefi bir siyasal egzersiz olarak söylemiyorum; buradan piyasa mekanizmasına ve kapitalist düzene gelmek istiyorum. Acaba kapitalist düzenin işlemesi ya da ayakta kalabilmesi için farklılıklar, baskılar ve sömürü düzeni vazgeçilmez bir dayanak mı?

20. ve 21. yüzyılda kapitalizmin işleyebilmesi için sömürü düzeninin devamı kaçınılmaz mı? Olayın teknik dişlilerinden felsefi boyutuna kadar düşünürlerin ve uzmanların binlerce, hatta on binlerce kitap yazdığı bu konuda, elimizde basit ama net bir gerçek var; “kapitalist piyasa düzeni rekabete değil haksız rekabete, yani haksızlığa dayalı bir düzen (düzensizlik) üzerine kuruludur”.

Aynen eski Yunan ve Roma’nın üzerine oturduğu “demokrasi anlayışı” gibi günümüzde kapitalist piyasa düzeni de “haksız rekabet üzerinde yürür”.

- Avrupa Birliği, kendi içindeki on binlerce sayfalık düzenlemeleri (müktesebatı) ile neyi sağlıyor; küresel boyutta kendisine dışarıda üstünlük getirmek için bir düzen oluşturuyor; “içerde rekabetçi, dışarıda ise haksız rekabete dayalı bir mekanizma”. Avrupa kapitalist piyasalarının ayakta kalabilmesi için “sistemi, dışarıya karşı haksız rekabet üzerine oturtmak zorundadır”.

ABD ise daha şanssız; haksız rekabeti oluşturabilmesi için dışarda, “askeri ve siyasi müdahaleler yapmak durumunda”. Kuveyt’i, Irak’ı işgal edip yönetimlerini ve petrolünü tekeline almak zorunda; Hindistan ve Çin’i sıkıştırmak için Afganistan’ı ve Pakistan’ı operasyonlarla denetlemek durumunda. Kısacası, iktisadi mekanizmalar ve paylaşım “serbest piyasa ekonomisi” ile değil, “haksız rekabete dayalı” baskıcı ve tekelci piyasa düzeni üzerine kurulmak zorunda.

Demokratik ülke farkı…

Batı’nın demokratik ülkeleri “haksız rekabeti ve tekelciliği içerde değil, dış ilişkilerinde oluşturuyorlar”. AB içinde İspanya veya Finlandiya için “haklı rekabet koşulları” işlerken “dışarıdaki Türkiye ile haksız rekabet düzeni kuruluyor”.

Gümrük Birliği, Türkiye için, AB ve üçüncü ülkeler lehine tek yanlı çalışan, “kurumsal bir haksız rekabet düzeni oluşturmak zorunda”. Türkiye’deki oligarşi, bunu gönüllü olarak kabullenir.

“Sürdürülebilir üstünlükler kuramı”…

Son on yıldır üzerinde çalıştığım ve kitaplarımda işlediğim sürdürülebilir üstünlükler kuramı, kapitalizmin üstün güçlerinin, “üstünlüklerini ancak haksız rekabet üzerine oturtarak ayakta kalabileceklerinin” mekanizmalarını inceler. (*)

Bu kuram, toplumların tarihsel gelişim süreci ile de örtüşmektedir. Özellikle son üç yüz yıl içinde Avrupa’nın gösterdiği iktisadi, sanatsal ve bilimsel gelişmelerin, “bu bozuk düzenin dışarıdakilere karşı kurulması ile sağlandığını doğrular”.

“ Göreceli üstünlükler ” geçmişte Avrupa devletlerine ve toplumlarına, her alanda getiri sağladı. “ Göreceli üstünlük ” haksız rekabet koşulları sonucu ortaya çıktı.

Haksız rekabet, göreceli üstünlük ve uygarlık zincirinde, akılda hep sonuçlar kalmıştır. Mısır’daki piramitleri hayranlıkla seyredenler, bunların on binlerce kölenin kanları karşılığında inşa edildiğini akıllarına bile getirmezler…

(*) Prof. Erol Manisalı, The Bush Administration’s Policy in the Middle East and Sustainable Superiority, Journal of Middle Eastern Studies (Japan), No. 481, 2002, p. 143

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/32284/Yoksa_Uygarlik_Esitsizligin_Turevi_mi_.html


..


Ortadoğu’da Yeni Dengelere Doğru



 Ortadoğu’da Yeni Dengelere Doğru


Erol Manisalı
8 Temmuz 2013


Mısır’da Mursi’nin gidişinin anlamı ne? Hem de ABD desteği ile.

– Müslüman Kardeşler ağırlıklı bir yönetim sağlanacaktı.

– Ordunun da desteği ile sağlanmıştı da.

– ABD bu girişimleri destekledi.

Tahrir’de o dönemde ortaya çıkan halk gösterisinin estirdiği rüzgâr da kullanılarak bu oluşum sağlandı. Mursi, “ Seçilmiş bir lider ” olarak sahneye çıkarıldı.

Mısır’daki bu gelişmeler “ Fas’tan Körfez’e, Arap dünyası için bir sembol niteliğindeydi; Müslüman Kardeşler iktidarı Arap dünyasına egemen kılınacak ve ‘ılımlı İslam üzerinden’ Ortadoğu Arap dünyası yeniden yapılandırılacaktı.”

Hatta Türkiye de onlara örnek olarak gösteriliyordu. Ancak model tutmadı; Mursi (ve Müslüman Kardeşler) Mısır’daki geleneksel günlük yaşam tarzı üzerinde yeni baskılar getirmeye başladı. Kadınlar üzerinde baskı arttı; ordunun belirlediği koşullar içinde seçilen yeni başkan yetkilerini, neredeyse Mübarek’i aratmayacak düzeye çıkarmaya başladı. Radikal İslamcılar, 10 milyonu aşan Hıristiyanın yaşadığı Mısır’da Hıristiyan din adamlarına da saldırmaya başladılar.

Durumdan vazife çıkaran Darbeciler!

Geniş halk hareketlerinin rüzgârından yararlanan ordu darbe yaptı ve Mursi ve kimi liderleri gözaltına aldı. Ordunun koyduğu kurallarla getirilen (ve seçtirilen) Mursi yine ordu tarafından gönderiliyordu.

– ABD, Mursi’den rahatsız olmaya başlamıştı; radikal ve Batı karşıtı İslami çevreler yavaş yavaş güçleniyorlardı.

– Benzer hareketlerin diğer Arap ülkelerine yayılma tehlikesi vardı. Bu nedenle Mursi’nin ordu tarafından bertaraf edilmesine kayıtsız kaldı ve “darbe” sözcüğünü bile kullanmadı.

Şimdi ne olacak?

– ABD’nin Arap ülkeleri için tercih ettiği Müslüman Kardeşler modeli Mısır’da yürümemiştir. Halk daha özgür, baskı altında kalmadan yaşamak istiyor, milyonlar meydanları dolduruyor. Artık geniş halk kitleleri yeni iletişim araçları ile her şeyi ve her yeri görebiliyor. Gizlilik kalmadı.
– Ancak demokrasiyi getirecek altyapı, örgütlenme ve kurumlaşma yoktu ya da çok yetersizdi.
– “Sisteme, iktisadi ve ticari entegrasyonu” ülkenin sosyal ve siyasal sorunlarını çözmüyordu. Çoğunlukla da ters yönde etkiler yaratıyordu.

Son duruma üzülenler ve sevinenler

– Suriye çok mutlu; çünkü Ortadoğu Arap dünyasının yeniden yapılandırma projesi büyük yara aldı.
– Müslüman Kardeşler’in kendi ülkelerinde egemen olmasından korkan kimi Arap ülkeleri de mutlu; başta S. Arabistan Kralı.
– Ankara ise en mutsuzların başında geliyor; elindeki kartların büyük bir kısmını kaybetmiş durumda.
– ABD biraz sıkıntılı olmasına karşın elinde oynayabileceği daha çok kart var; üstelik her an ortaklarını değiştirme olanağına da sahip. AB ise ABD’nin çizgisinde kaldı.
Müslüman Kardeşler odaklı Batı politikasının Ortadoğu’da terk edilmeye başlandığını söylemek yanlış olmaz. Tabii kimsenin görmek istemediği şeyse Mısır’da iç savaş çıkması olasılığıdır.
Son 48 saatteki gelişmeler bu olasılığı gündemde tutuyor. Cezayir bu felaketi yaşadı. Şayet böyle bir felaket yaşanırsa Mısır’da da Sudan’da olduğu gibi 10 milyonluk bir Hıristiyan devleti ortaya çıkar.

Cumhuriyet
8 Tem, 2013

http://www.ilk-kursun.com/haber/151212/erol-manisali-ortadoguda-yeni-dengelere-dogru/


..

Ortadoğu’da Demokrasi Yaşar mı?



Ortadoğu’da Demokrasi Yaşar mı?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 
28 Ocak 2013 Pazartesi


Arap ülkelerinden, İran’dan, İsrail’den ve Türkiye’den oluşan Ortadoğu coğrafyasında demokrasi yaşar mı? Yaşamasını kim ister? Kimler istemez ve karşı çıkar?


Demokrasi açısından Ortadoğu “azgelişmiş bir bölgedir”. İç dinamikler, demokrasinin gelişmemesi için her türlü özellikleri yarattılar ve yaratmaktalar.


- Tarihteki Atina demokrasisi, kentteki küçük bir azınlığın egemenliği üzerine oturtulmuştu.


- Roma mı? Romalı azınlığın hukuku, geri kalan büyük çoğunluğun hukuksuzluğu üzerine inşa edilmişti.


Atina ve Roma uygarlıkları (ve demokrasisi) üzerine kurulduğu savı ile yükselen Batı, Atina ve Roma’daki azınlık demokrasisini küresel bir boyuta uzun yıllar taşımış ve sürdürmüştür.


Bugün Ortadoğu ülkelerinde demokrasi olmasını gelişmiş demokratik dünya ister mi?


- ABD ve Avrupa büyükleri neden istesinler ki? Irak’ta, Mısır’da, S. Arabistan’da ve Türkiye’de “kendilerinde olduğu gibi” demokrasi kurulursa onlara ne faydası olur?


Türkiye, Mısır ya da İran ABD’de olduğu gibi “ihale kanunu” uygulamış olsalar, bundan kim yarar sağlar? Kim zarar görür?


- Dış güçlerin güdümü altında demokrasiye geçmiş bir ülkeyi tarih kaydetmemiştir diyen büyük insanımız bu ironiyi ne güzel vurgulamıştır.

- ABD, İngiltere ve Fransa “Hitler belasından kurtulmak için” Almanya’nın kendi denetimleri altında demokrasiye geçmesini istemişlerdir. Hem de “aynı kültürün ve ortak değerlerin insanları” oldukları için.


Ortadoğu’da demokrasi olursa 


Semavi dinlerin Ortadoğu’dan doğmasına karşın demokrasi Avrupa’da yeşermiş ve gelişmiştir. Kendi ülkelerinde örgütlü demokrasiyi uygulamaya başlayan Avrupalı ülkeler Ortadoğu’da tayin ettikleri krallar, paşalar, ağalar ve şeyhlerle bölgeyi sömürgeleştirmişlerdir. Demokrasinin gelişmemesi için bütün yolları kapadılar.


Çöken ve Sevr ile paylaşılmaya başlayan Osmanlı’nın küllerinden Türkiye Cumhuriyeti bir istisna olarak doğdu.

O dönemdeki Avrupa’nın emperyalist güçlerine karşı kurulan Cumhuriyet, demokrasinin de temellerini atmaya ve altyapısını hazırlamaya başladı. Hem de savaştığı Avrupa iken “onun çağdaş ve uygar değerlerini benimseyerek”.

Bu bir çelişki değildi; çağdaş uygarlık değerlerine yaklaşmak için gerekiyordu. Ama Türkiye küresel güçler tarafından “çizgi dışı ve diğer Ortadoğu ülkelerine kötü örnek olarak algılandı”.


- Ya diğer Ortadoğu ülkeleri de Türkiye’nin yolundan giderlerse,


- Onlar da “Batılı gibi hareket etmeye başlarlarsa” neler olurdu neler.


- İran’da seçimlerle işbaşına gelen Musaddık’ın yolu kesildi; demokrasi yerine bir şah iktidara oturtuldu. Mısır, Cezayir, Tunus ve Fas’ta kimi kıpırdanmaların yolu kesildi, vesayet altına alındılar.


- Ortadoğu ülkelerinde iç dinamikler, “ Gerçek bir katılımcı demokrasinin oluşmaması için ” etkilendi ve yönlendirildi.


- Türkiye ve İsrail iki istisna olarak kaldılar. Ancak 1990’da soğuk savaşın sona ermesinden sonra Türkiye “Müslüman Ortadoğu içinde çizgi dışı bir konumda kaldı”. Yerli yerine oturtulması gerekiyordu.


Bugün Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye’nin geçirmekte olduğu süreç, “bu küresel çelişkiler zincirinin bir halkasıdır”. İsrail de bir bakıma Türkiye ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Hem Batı’nın bölgedeki uzantısı konumundalar hem de Batı ve bölge ülkeleri ile sorunlar yaşıyorlar.


Ankara’nın Bağdat, Şam ve Tahran’la yaşamakta olduğu sorunlar, değişik bir biçimde Tel Aviv için de söz konusudur.


Küresel güçlerle yatağa girdiğiniz zaman ezilmeniz kaçınılmazdır.


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/400228/Ortadogu__8217_da_Demokrasi_Yasar_mi_.html


.

Kürt Meselesi Konusunda Niyetler Ne Kadar Farklı?



Kürt Meselesi Konusunda Niyetler Ne Kadar Farklı?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
21 Ocak 2013 Pazartesi


Ortadoğu’daki Kürt sorunu ve Kürdistan’ın oluşumu konusunda düşünceler ve nihai hedefler, değişik çevrelerde farklı biçimde algılanmaktadır.


Türkiye’nin genelinde, halkın çoğunluğu meseleye “terörün sona erdirilmesi” olarak bakmaktadır. Ancak bu geniş çevre içinde, “nasıl ve ne karşılığında” sorularının yanıtları verilememektedir.


- Kimileri genel demokratik haklar çerçevesinde görüyor

- Kimileri yerel otonomi (özerklik) hatta tam bağımsızlık çerçevesinde olabileceğini düşünüyor. Öte yandan dış çevrelerin farklı yaklaşımları var. 

Sıralayalım;


1) Ayrılıkçı politikayı savunan Kürtler, sonunda bağımsız Kürdistan’a ulaşma hedefini güdüyorlar. Bu konuda, kimi büyük devletlerden de destek aldıkları için terörü de bir politika aracı olarak, uzun zamandan beri kullanabiliyorlar.


2) Küresel güçler ise Kürt sorununa, “bölgede petrol ve doğalgazı denetim altında tutmak için”, Kürdistan’ı nasıl kullanabiliriz düşüncesi çerçevesinde kalarak ulusal çıkarlarını gözetiyorlar. Bunun versiyonlarını değerlendiriyorlar.


Türki, Arabi, Farisi öğelerin yanına Kürdi olanını da ekleyip ellerindeki kozları genişletme politikası güdüyorlar.


3) ABD ve İsrail açısından Kürdistan, “İran faktörü” için hayati bir önem taşıyor.


İran ve Azerbaycan’a kadar uzatılmış büyük Kürdistan “Çin Seddi” gibi bir kalkan oluşturabilir. “İran’ın çökertilmesi” Asya devlerine karşı da önemli bir zafer olarak değerlendirilebilir.


4) Genel demokratik açılımdan yana olan Kürt kökenli vatandaşlar Türkiye’deki Kürtlerin önemli çoğunluğunu oluşturuyorlar. Çünkü onlar Türkiye Cumhuriyeti ile her bakımdan bütünleşmiş insanlardır.


Edirne’den İzmir’e, İstanbul’dan Adana’ya toplumun ayrılmaz bir parçası konumundadırlar. Sessiz çoğunluk meseleye “genel demokratik hakların geliştirilmesi” olarak bakıyor.


Bu gerçek Kürt kökenliler dışındaki tüm yurttaşlar için de söz konusudur.\n


İktidar ve Muhalefet


10 yıldan beri iktidardaki AKP yönetiminin meseleye bakışı “önemli değişiklikler gösterdi”.


- Bir yanda iç Politika dinamikleri


- Öte yanda küresel talepler ile ayrılıkçı çevrelerin sürdürdüğü terör arasında sıkışmış durumda.


Ayrılıkçı Kürtler, “ Makul Demokratik açılımlara yanaşmıyorlar ”, terör faktörü ile çıtayı yükseltip tam bağımsızlık ortamını uzun vadede sağlamaya çalışıyorlar.


- İçerisi ikiye bölünmüş “ Makul ve aşırı çevreler ” var.


- Dışarısı da ikiye bölünmüş “görüntüsü veriyor”; bir tarafta masaya oturup görüşün diyenler; öte yanda el altından teröre destek verenler bulunuyor.


Bu durum, son birkaç yıl içinde Ankara’nın zikzaklar çizmesine neden oldu.


CHP’nin görüşmelere verdiği destek yeni bir oluşumdur. Sorun AKP-CHP iç politika kavgasından ayrılmak zorundadır.


Diğer boyutunda Balyoz ve Ergenekon sorunlarının çözümü, Kürt sorununa endekslenmiş görünüyor.


Türkiye 2013’te, bu küresel ve bölgesel kıskaçla yüz yüze. İktidarın da, muhalefetin de, sivil toplum örgütlerinin de sağlıklı ve sağduyulu düşünmeleri gerekiyor.


Bu sorunları ya çözeceğiz ya da çözeceğiz, başka yolu bulunmuyor. Aksi halde birileri bize zorla dayatarak çözdürecektir.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/398650/Kurt_Meselesi_Konusunda_Niyetler_Ne_Kadar_Farkli_.html


.

' Demokrasi Ayıbı Hangisi? ',


' Demokrasi Ayıbı Hangisi? ', 

Prof. Erol Manisalı
   
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın açtığı kapatma davası için AKP, “ Demokrasiye ayıp ” diyerek bildiri yayımladı. Eğer aşağıda sıraladıklarım AKP hükümetleri tarafından yapılmamış olsaydı, gerçekten de bu bir demokrasi ayıbı olurdu. 


1) Milletvekillerinin, “A’dan Z’ye dokunulmazlıkların arkasına saklanmaları”, demokrasi ayıplarının en büyüğü değil mi? Demokratik bir biçimde sorgulanmalarının önü, AKP tarafından kapatılmış olmuyor mu?

2) Kamusal içerikli iktisadi ve sosyal faaliyetlerin bir bir özelleştirilerek piyasanın ve yabancı tekellerin insafına terk edilmeleri demokrasi ayıbı değil mi?

3) Köylünün, ” yabancı tekellerin kölesi durumuna düşürülmeleri” demokrasi adına bir felaket değildir de nedir?

4) Ekonominin bir bir yabancı tekellere ve yeşil sermayeye terk edilmesi demokrasi ayıbından sayılmıyor mu?

5) Futbol Federasyonu’ndan işçi sendikalarına kadar “kadrolaşmanın her alanda yaygınlaştırılması” hangi demokraside görülür?

6) IMF ve büyük sermayenin dayatmaları sonucu “çalışanların sosyal haklarının kısıtlanarak, zaman içinde tasfiyesi” gerçek demokrasilerde olabilir mi?

7) Bush ve Blair ‘in ricaları sonucu bu ülkelerin şirketlerine “kolaylıklar sağlanması”, hangi demokratik ölçüye sığar?

8) Yasama, yürütme ve yargı arasında kurulan ve demokrasinin olmazsa olmaz kurallarından olan dengeyi, “yargı aleyhine bozmaya yönelik yasa ve uygulamalar” demokrasi ayıbı değil mi?

9) 2004 ve 2005 yıllarında imzaladığınız anlaşmalarla ülkeyi AB’ye tek yanlı “bağlı ve bağımlı duruma sokmanız” hangi demokratik ülkede yaşanabilir?

10) Arap ülkeleri, İran ve Türkiye’yi hedef alan BOP’ye bağlılığınızı ilan etmeniz, demokrasi ile nasıl bağdaşır?

11) Kıbrıs konusunda Türkiye’nin uluslararası anlaşmalardan doğan haklarını ve TBMM kararlarını hiçe sayarak AB (ve ABD) taleplerine boyun eğmeniz, demokrasiyle bağdaşır mı?


Olayda bir Gariplik var!..

Bu sıraladıklarım, dinle imanla ilgisi olmayan antidemokratik uygulama ve girişimlerdir. Başsavcının iddianamesinin, “sadece bazı dinci öğelerle sınırlı kalmasına” şaşırdım. Bence sıraladıklarım, en az dinsel olanlar kadar önemlidir.

Dini, iktisadi, siyasi ve kültürel öğeler (ve gerekçeler) bir bütünün parçalarıdır. Organik bir bütünleşme gösterirler. Neden sadece dini (ve dinci) öğeler üzerinde durulmuş?

Bu konularda, toplumda bir “algılama bozukluğu” gözleniyor. Türkiye’de oligarşik bir yönetimin egemenliği ve “dinciler dışında da oligarşiye katılımın varlığı”, bu çelişkileri yaratıyor.


- Kimileri bu nedenle, “ Sadece dini Sakıncalara” değiniyor.

- Diğer “antidemokratik uygulamalardan uzak duruyor”.


Bunun gerisinde, “oligarşiyle” (sistemle) olan örtülü çıkar birliği yatıyor.

Savcılığın gerekçelerinin “çok sınırlı kalmasının nedenlerini” düşünürken aklımdan bunlar geçti. Her şey ortada yaşanıyor, herkes her şeyi görüyor. Yine de “üç maymunu oynayanlar” çoğunlukta.

Başbakan ve Çalışanlar…

Başbakan’ın 14 Mart Cuma günü çalışanların ,”yeni sosyal güvenlik yasa tasarısı” ile ilgili tepkilerine karşı söyledikleri çok ilginçti;


- Çalışanların tepkisini anlayamıyor ve her şeyi “kendi patronajındaymış gibi görüyor”.

- ” İki saatinizi boşa harcıyorsunuz, gidin çalışın” diyor. Çalışanların tepkisinin, “onların toplumsal haklarına yönelik”, uzun vadeli ve kapsamlı bir girişim olduğunu göremiyor. Yanında çalışan insanlara nasihat eder gibi konuşuyor.


Demokratik ülkelerde bir başbakan, ” haklarını arayan milyonlara karşı”, bu gözle bakamaz, bu üslupla konuşamaz. Gerçek demokrasi ayıbı burada kendini gösteriyor.

Türkiye çok tehlikeli bir süreçten geçiyor. Taraflardan bir tanesi AKP ve onu destekleyen iç ve dış ortakları. ABD ve AB Türkiye’de gerçek bir demokrasi yerine, kendilerinin her dediğini yerine getirecek bir “ılımlı İslam yönetimi” istiyorlar. Suudi Arabistan ve Irak’ta olduğu gibi, demokrasi umurlarında değil. Üstelik, “halkçı bir demokrasiye” kesinlikle karşılar.

AB ve ABD’nin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın başvurusunu eleştirmeleri ve demokrasiye aykırı görmeleri büyük çelişkidir. Kendilerine şu soruları sormak gerek:


- AB içinde, AKP benzeri antidemokratik uygulamalar yapan bir hükümet var mı?

- Fransa’yı, Almanya’yı, İsveç’i “ Dışardan bölmeye çalışan devletler ” bulunuyor mu?


Onların derdi başka: Türkiye’de oluşturmaya başladıkları sömürü düzeninin engellenmesini istemiyorlar: BOP için buldukları yerli ortaklarını kaybetmekten korkuyorlar.

Cumhuriyet başsavcısının girişimini sadece dar bir “laiklik karesi” içinden değil, çok daha geniş kapsamlı görmek ve değerlendirmek gerekir.

Gerekçeler buzdağının, sadece su üstündeki küçük bir parçası…


http://www.transanatolie.com/turkce/turkiye/Turkiye%20Gercekleri/demokrasi_ayibi.htm


..

9 Nisan 2016 Cumartesi

Cumhuriyet Çankaya sı Sıfırlanıyor


Cumhuriyet Çankaya sı Sıfırlanıyor 


Ali İhsan Gürcihan 
Açık İstihbarat
Tarih:29/10/2014
Türü:İç Politika 


 Görebilen ve anlayabilenler için Cumhuriyetle hesaplaşma ve Cumhuriyet hafızasını silme yolunda çok ciddi bir hamle.

Tayyip Erdoğan’ın kurduğu sözde” Yeni Cumhuriyet” adına yazılacak tarihin yeni mekanı AK-SARAY’ın devreye girdiği gün. 

Ulu Önder’in adı geçmesin diye, adres olarak Atatürk Orman Çiftliği yerine BEŞTEPE’de denilen ucube bir sarayın Sivil-Asker Devlet yetkililerine onaylatılacağı, Çankaya’nın ise gözden düşürülmeye başlanacağı kara bir gün. 


 
www.acikistihbarat.com
29.10.2014


Yıl 1923,tam 91 yıl öncesi;

29 Ekim’de,Cumhuriyet’in ilanı. 

Kurtuluş Savaşı sonrası yeniden doğuş heyecanı.

Cumhuriyet değerlerinin tohumlarının atıldığı günler.

Siyasi,Kültürel ve bilimsel açıdan çağdaş Ülke yolunda ilk adımlar.  O günün şartlarında Cumhur’un demokrasi yolunda ilk tecrübeleri. 


Çankaya ise ;

Cumhuriyet fikrinin tartışıldığı,geliştirildiği ve de,

Atatürk’ün 28 Ekim’de yani bir gün önce “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” dediği mekan.

Cumhuriyet ve Atatürk’le özdeşleşen tarihi bir değer.


Yıl 2014 ;

Sözde “YENİ TÜRKİYE”safsatası ile Cumhuriyet değerlerinin sıfırlanmaya çalışıldığı yıllardan en önemlisi.

Gün 29 Ekim Çarşamba,bugün ;

Yeni Cumhurbaşkanı’nın ÇANKAYA’yı terk ettiği gün.

Başta ATATÜRK olmak üzere Çankaya ile özdeşleşen  hatıra ve değerlerin  silinmesi yolunda atılan üzücü bir adım.

Görebilen ve anlayabilenler için Cumhuriyetle hesaplaşma ve Cumhuriyet hafızasını silme yolunda çok ciddi bir hamle. 

Tayyip Erdoğan’ın kurduğu sözde” Yeni Cumhuriyet” adına yazılacak tarihin yeni mekanı AK-SARAY’ın devreye girdiği gün. 

Ulu Önder’in adı geçmesin diye, adres olarak Atatürk Orman Çiftliği yerine BEŞTEPE’de denilen ucube bir sarayın Sivil-Asker Devlet yetkililerine onaylatılacağı, Çankaya’nın ise gözden düşürülmeye başlanacağı kara bir gün. 


Kısacası ;

Şehitlerimiz var,yüreğimiz yanıyor,acılıyız,

Yeraltında canlarımız var,kurtarırız diye bekliyoruz,

Sınırlarımızda kargaşa,savaş var, endişeliyiz,

Cumhuriyet değerlerine vefasızlık var,üzüntülü ve kaygılıyız.

 Tüm bu acı,üzüntü ve olumsuz gelişmelere rağmen,                      

Cumhuriyet’le var olmanın kıymetini bilen vatandaşlar olarak onu yaşatmaya kararlıyız. 

CUMHURİYET BAYRAMI Kutlu olsun .

Açık İstihbarat @ 2014


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10515


..

8 Nisan 2016 Cuma

75 Milyonun Bayramını mı?



75 Milyonun Bayramını mı? 



Ali İhsan Gürcihan 
Açık İstihbarat
Tarih:14/10/2013 
Türü:İç Politika 


Sizlerin sadece lafta kalan 75 milyonunuzun ne yazık ki önemli bir kısmının ağız tadı ile bayram yapamadığını biliyor musunuz?

Bu Ülkede hak ve hukuk ihlali diz boyu.

Yanlış politikalar ve yönetim kurbanı insanlar ortalıkta sahipsiz.

Cilvegözü, Reyhanlı felaketlerini ;  düşürülen , kaçırılan pilotlar gibi unutturduğunuz benzeri birçok konuyu bir kenarı bırakıp sadece en son iki örneği vereceğim.

Yarın Bayram.

Hayırlı, kutlu ve mübarek olsun.

İnanç dünyamızda insani değerler açısından özel bir yeri olan böyle kutsal günler, umarım hak ve adaleti tesis etmekle sorumlu yetkililere bazı gerçekleri hatırlatır. Eğer gerçekten inanç sahibi iseler ve de kul hakkı nedir biliyorlarsa...

Göstermelik ziyaret ve davranışlarla, bayramlık sözler, birlik beraberlik ve kardeşlik çağrıları ile pembe tablolar çizmeye çalışan yetkililer ; 75 milyonu kucaklıyoruz diye ezbere konuşurken bu Ülke’de her geçen gün sayısı artan ve sizin 75 milyonunuzla artık hiçbir ilgisi olamayan acılı insanları ve ailelerini de düşünebiliyor musunuz ?

Sizlerin sadece lafta kalan 75 milyonunuzun ne yazık ki önemli bir kısmının ağız tadı ile bayram yapamadığını biliyor musunuz?

Bu Ülkede hak ve hukuk ihlali diz boyu.

Yanlış politikalar ve yönetim kurbanı insanlar ortalıkta sahipsiz.

Cilvegözü, Reyhanlı felaketlerini ;  düşürülen , kaçırılan pilotlar gibi unutturduğunuz benzeri birçok konuyu bir kenarı bırakıp sadece en son iki örneği vereceğim.

Cuma akşamı CNN’de Rıdvan AKAR’ın proğramında ağlayan anaları ve babaları gördünüz mü ve niçin diye merak ettiniz mi acaba?

Bazı geçler Suriye’ye giderek Cihat inancı ile Suriye Muhalifleri’nin en acımasız örgütü El Nusra’ya katılmışlar.

Uzun süredir bilinen bir durumdu ama ağlayan anaları ve çocuklarını Suriye’de arayan çaresiz babaları izleyince daha bir üzücü oluyor.

Çoğunluğu Adıyaman, Kahramanmaraş, İstanbul, Şanlıurfa ve Diyarbakır illerinden giden sayıları binlerle ifade edilen bu gençleri gitmeden önce yurt içinde birilerinin organize ederek şartlandırdıklarını ve de eğittiklerini bizzat anaları,babaları ifade ediyor.

Anlamak mümkün değil.

Daha düne kadar Ergenekon ve Balyoz davaları ile ilgili özellikle Askerler’in tüm konuşmalarını ve toplantılarını tespit eden cihazlar artık çalışmaz mı oldu da, Terörle Mücadele uzmanı başarılı görevliler nerelerde kaldı da ülkemizde yürütülen bu örgütlenme faaliyetlerini tespit edemiyorsunuz.

Gündemdeki diğer önemli bir konu ise ; daha üç gün önce Balyoz denen ve sizlerin ifadesi ile de Cumhuriyet Tarihi’nin en büyük hesaplaşma davalarından biri ile  ilgili Yargıtay kararları açıklandı.

Bu Ülkeye yıllarca ve de sıkıntılı günlerde hizmet etmiş birçok Asker’in ve ailelerin vicdanlarımızı sızlatan nasıl bir siyasi ve hukuki tablo ile karşı karşıya bırakıldığını çaresizlik içerisinde izledik.

Savcısı olarak başlattığınız özel senaryolu bu davalarla hak ve hukuk ihlallerine kimlerin neden olduğunu hiç mi hatırlamıyorsunuz ?

Cumhurbaşkanı,Başbakan ve diğer yetkililere sormak lazım;

Böyle bir Türkiye’de hangi bayramı ve kimlerin bayramını kutluyorsunuz ?

Sayıları binlerle ifade edilen ve uygulanan politikalar sonucu sözüm ona cihat için Suriye’ye savaşmaya giden gençlerin çaresiz ailelerinin bayramını mı ?

Yoksa; sizlerin ifadesi ile Cumhuriyetle hesaplaşma adına birçoğu haksız ve mesnetsiz bir şekilde 15-20 yıl ceza alan Asker eşlerinin,çocuklarının, torunlarının bayramını mı? 

Kısaca ve açıkçası; tüm bu yanlış ve haksız uygulamalardan sonra Bayram da bile olsa 75 milyon ifadesini kullanırken artık çok iyi düşünme zamanı gelmiştir.

Tüm üzücü durumlara rağmen ;

Düşüncede, sözde ve uygulamada hak, hukuk ve adaletin gerçekleşmesi yolunda özü, sözü bir inanç sahibi tüm insanlarımızın Kurban Bayramının kutlu ve hayırlı olması dileği ile.


14.10.2013


http://www.acikistihbarat.com/haberdetay.aspx?id=10422

..