1 Nisan 2017 Cumartesi

ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ BÖLÜM 3



ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ.,
 BÖLÜM 3



Camp David ve Mısır - İsrail Anlaşması 

ABD, Orta Doğu’da barışı sağlamak düşüncesiyle Suriye, Mısır ve Ürdün’ün İsrail ile birlikte barış masasına oturması için adım adım ilerlediği bir diplomatik atak başlatmıştı. Birçok toplantı ve konferans yapılmış ancak; 1975 yılı yazının sonlarına doğru Suriye tarafından, Mısır ile İsrail arasındaki anlaşma zeminine açıkça karşı çıkılmaya başlanmıştı. Suriye’nin endişesi; Mısır’ın Sina Yarımadası ’nda kaybetmiş olduğu toprakların bir kısmını daha alması hâlinde, gelecekte İsrail’e karşı çarpışmakta daha isteksiz olabileceği ve böylelikle de Suriye’nin can düşmanı İsrail ile yüz yüze ve tek başına kalabileceği tehlikesiydi. Bu nedenle 1975’in Eylül ayında Sina II adındaki anlaşma metninin son şeklinin verilmekte olduğu sırada, Suriye’nin başını çektiği Arap ülkelerinden Irak, Libya, Cezayir, Güney Yemen ve FKÖ “Red Cephesi” oluşturdular. Suriye, evvelce İsrail tarafından işgal edilmiş olan Golan Tepelerinden İsrail’in tam olarak çekilmesi için kapının aralanmasını umuyordu.63 

1977’de ABD’nin Orta Doğu’da yürüttüğü yoğun barış görüşmeleri başarıya ulaşmış ve tarihe “Camp David Anlaşması” olarak geçen, İsrail- Mısır-ABD Anlaşması, bu ülkelerin liderleri olan Menahem Begin, Enver Sedat ve Jimmy Carter tarafından imzalanmıştı. Bu anlaşma ile Filistin halkının hukuki hakları ile bu hakların getirdiği esaslar da tanınmış oluyordu.64 Neredeyse tüm Arap dünyası bu anlaşmaya karşı çıkıp imzacı Arap ülkesi olan Mısır’la ilişkilerini askıya almıştı. 

Lübnan’da İç Savaş ve İşgali Getiren Gelişmeler 

1946’da bağımsızlığına kavuşan her iki ülkeden Suriye, Lübnan’ın bağımsızlığını hiçbir zaman tanımamıştı. Benzer şekilde Lübnan da Suriye’ye diplomatik temsilci göndermemişti. 13 Nisan 1975’te Beyrut yakınlarındaki Ayn El-Rumana’da bir kilisenin açılış töreni sırasında arabadan açılan ateşle iki Falanjist asker ve Hristiyan liderlerden Emin Cemayel’in muhafızı öldürülmüştü. Ateşin Filistinliler tarafından açıldığını düşünen ya da inanan Falanjist milisler de aynı gün Tal el-Zatar kampına gitmekte olan bir Filistin otobüsünü Ayn el-Rumana’da durdurarak içindeki tüm yolcularını katlettiler. Kemal Canbolat radikal grupların oluşturduğu “Ulusal Cephe”yi toplantıya çağırarak Falanjist Partinin feshedilmesini ve kabinedeki iki bakanın görevine son verilmesini istedi. Öte yandan FKÖ Lideri Yaser Arafat da diğer Arap devletlerinin duruma müdahale etmeleri için çağrıda bulundu.65 Lübnanlı Lider Kemal Canbolat’ın Hafız Esad ile görüşmesinin ardından Nisan 1976’da Suriye lideri, savaşa son vermek 
üzere sınırlı sayıdaki Suriye birliklerini Lübnan’a göndermişti. Birkaç hafta içinde Suriye  birlikleri Lübnan’ın kuzeyinde ve merkezî bölgesinde ağırlıklı olmak üzere güneydeki Litani Nehri’ne kadar olan bölgede kontrolü ele geçirmeyi başardılar. Suriye kuvvetleri daha ileriye gidememişlerdi. Zira İsrail bu konudaki karşıt tutumunu ortaya koymuştu. Öte yandan Kahire’de 10 Haziran 1976’da toplanan Arap Ülkeleri Zirvesi66 sırasında 30 bin kişilik bir “Arap Caydırıcı Gücü” kurulması, bu güce de Suudi Arabistan, Sudan, Libya, Birleşik Arap Emirlikleri, Güney Yemen ve Suriye’den daimî katılımlı birlikler gönderilmesi kararlaştırılmıştı. Lübnan’da askerî varlığını tesis eden Suriye, Arap Ülkeleri Zirvesi’nde alınmış olan bu kararla ikinci adım olarak da Lübnan’daki askerî varlığına hukuki zemin kazandırarak aşama kaydetmişti. Ancak Suriye’nin askerî varlığı Lübnan’ın Hristiyan kesimi tarafından kabul edilmemişti. Öyle ki sonunda bu Hristiyan milisler 1978’de Suriye birlikleri ile savaş açacak duruma kadar geldiler. Bu durumu hazırlayan etkenler ise şunlardı: (1) 1978’de İsrail, bölgedeki FKÖ Fedailerini yok etmek maksadıyla Güney Lübnan’ı işgal etmiş ve BM Güvenlik Konseyi ile ABD tarafından çekilmelerinin istendiği Haziran ayına kadar kalmışlardı.67 (2) Suriye’ye karşı olan güçler İsrail tarafından silah, teçhizat ve eğitimle desteklenmişti.68 

BM Güvenlik Konseyinin 19 Mart 1978 tarihli 425 sayılı kararıyla BM’ye bağlı uluslararası 6 bin askerden oluşan bir birliğin Güney Lübnan’ı kontrol etmesi kararlaştırılmıştı. İsrail, çekilirken kendi yanlısı olan Saad Haddad ve milisleri de bölgede kalmıştı. Dolayısıyla BM kuvvetleri69 ile gerek İsrail yanlısı Haddad milislerinin gerekse Filistinli grupların da zaman zaman karşılıklı çatışmaları kaçınılmaz oluyordu. Bu kargaşa içinde BM Güvenlik Konseyi 7 Ekim’de ateşkes çağrısı yaptı. Ateşkesi izleyen günlerde Lübnan Cumhurbaşkanı Sarkis’in daveti üzerine “Arap Caydırıcı Gücü”ne katkıları olan Suriye, Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Sudan’ın katılımıyla 15 Ekim 1978’de Beyrut’ta bir toplantı yapıldı. Toplantı sonucunda Lübnan Silahlı Kuvvetlerinin mezhep yapısı da dikkate alınarak yeniden teşkilatlandırılması, daha da güçlendirilerek zamanla ülkedeki kontrolü Arap Caydırıcı Gücü’nden devralması kararlaştırıldı. Kararın açıklanmasından sonra Suriye, askerlerinin bir kısmını Doğu Beyrut’taki bazı semtlerden geri çekmişti.70 

1979 yılı içinde İsrail yanlısı Saad Haddam, kendi kontrolü altındaki bölgede “Özgür Lübnan” adıyla bir bağımsız devlet kurduğunu ilan etmiş, ciddiye alınmamış; ancak Lübnan’daki karışıklıklar da aralıksız devam etmişti. Bir taraftan Falanjistler ile Ermeniler arasında çatışma çıkarken diğer taraftan Doğu Beyrut Hristiyanları kendi aralarında çatışmaya başlamışlardı. 

1979 yılı yaz aylarında ise İsrail uçakları Güney Lübnan’daki FKÖ kamplarını bombalamış, Trablusşam’daki Suriyeli askerler ve Şii yandaşları da 
“Müslüman Kardeşler” adı ile bilinen Sünni örgüte karşı mücadeleye başlamıştı. 1980 yılına gelindiğinde Lübnan’daki çatışmalar çok eksenli bir hâl alarak sürüyordu. Bunlardan biri Hristiyan-Müslüman çatışması iken bir diğeri ise Sünni-Şii çatışması şeklinde mezhep çatışmasına zemin hazırlamıştı. FKÖ ile İsrail arasındaki mücadele bir başka çatışma eksenini oluştururken, Lübnan’da aynı din ve mezhepler içindeki çeşitli grupların da birbirleriyle çatışmaları da kaçınılmazdı.71 

26 Mart 1979’da Mısır ile İsrail arasında, Camp David’ten sonra ikinci bir anlaşma daha Washington (Vaşington)da imzalanmış, bunun üzerine Suudi Arabistan ve Ürdün ABD’ye cephe almışlardı. Filistin halkının haklarının savunulmadığı iddiasıyla bu anlaşmaya Suriye de karşı idi. Mısırİsrail 
anlaşması gereği İsrail Sina Yarımadası’ndan çekildi. ABD, İsrail’e iki milyar dolar, Mısır’a da üç milyar dolar ve askerî malzeme yardımı yaptı. 

İsrail gemileri Süveyş Kanalı’ndan geçebilecekti, Mısır’ın İsrail’e uyguladığı ambargo kalktı.72 

İsrail’in Lübnan’ı İşgali – Orta Doğu’da Yeni Çalkantılar 

İsrail Parlamentosu Knesset 30 Temmuz 1980’de Kudüs’ü “İsrail’in ebedî ve değişmez başkenti” olarak ilan etmişti. 8 Haziran 1981’de ise Irak’ta inşa edilmekte olan Osirak Nükleer Reaktörü İsrail uçaklarının hava saldırısıyla havaya uçuruldu. Aynı tarihlerde Güney Lübnan’da Filistinliler mevzilerini güçlendirirken bu durum Lübnan ile Filistinlilerin arasını açıyordu. Yaser Arafat ve FKÖ’nün bu tutumunu, “İsrail’in Güney Lübnan’ı işgali için bir bahane olarak değerlendiren” dönemin ABD Devlet Başkanı Ronald Reagan, Arafat’ı bu konuda uyarma ihtiyacını hissetmiş, bölgeye Philip Habib’i özel temsilci olarak gönder mişti. Batı Beyrut’ta artan çatışmalar ve Arap ülkelerinin diplomatik temsilcilerine yöneltilen tehditlerle, bu ülkelerin temsilcilikleri ülkeyi terk etmişti. 24 Mayıs 1982’de Fransız Büyükelçiliğine düzenlenen bombalı bir saldırıda 12 kişi hayatını kaybetmiş, Batılı sefaretler birer birer kapanmaya başlamıştı. Hristiyan milisler, Suriye Lübnan’ı terk edinceye kadar mücadeleyi sürdüreceğini ifade ederken İsrail jetleri de Güney Lübnan’daki keşif uçuşlarını yoğunlaştır mıştı.73 

İsrail’de, 1981 yılı genel seçimleri sonrası Savunma Bakanı General Ariel Şaron’la74 birlikte Lübnan’ın işgal fikri kuvvet kazanmıştı. İsrail jetlerinin 
Güney Lübnan’daki icraatı, 21 Nisan’da Beyrut güneyindeki Damur şehrinin yakınındaki bazı Filistin mevzilerinin roket ateşine tabi tutulması ve daha 
sonra da Batı Beyrut üzerindeki uçuşlarla devam etmişti. 6 Haziran 1982’de güneyden Lübnan sınırlarına giren İsrail kuvvetleri, “Galilee Barış Harekâtı” 
adı altında Güney Lübnan’ı işgal harekâtına başlamıştı75. Bu harekât ile Arap–İsrail savaşlarında ilk kez İsrail–Filistin kuvvetleri bir cephede karşılıklı 
çatışmaya girdi.76 Filistinliler eğitilmiş İsrail kuvvetlerinin yetişmiş insan gücüne karşı koyabilecek yetenekte değillerdi. İsrail’in bu harekâtı sonunda 
FKÖ lideri Yaser Arafat da dâhil FKÖ gerillaları Lübnan dışına sürgün edildiler. 

İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında başlangıçta çarpışmaların dışında kalan Suriye’nin, Lübnan’daki “Arap Caydırıcı Gücü”nde yer alan kuvvetleri 
İsrail kuvvetleriyle yer yer çarpıştılar. Bu çarpışmalar 11 Haziran 1982’de doruğa ulaşmış, Bekaa Vadisi semalarında İsrail ve Suriye uçakları arasında 
bir hava muharebesi yaşanmış. Suriye 85 Mig uçağı kaybettiği gibi Bekaa’da konuşlu çok sayıdaki Rus yapımı SAM füze rampaları da İsrail uçakları 
tarafından imha edilmişti. Lübnan’da gerçekleşen Suriye–İsrail arasındaki bu dördüncü büyük düello, İsrail’in açık ara üstünlüğüne rağmen Suriye 
sınırlarını aşamamıştı. Bunun nedeni ise Suriye ile Sovyetler Birliği arasında 1980 yılı içinde imzalanmış olan “İş Birliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşması”nın varlığıydı. İsrail, Suriye ile Bekaa’da bir ateşkes anlaşması yaparak 
çatışmayı sonlandırmıştı.77 Lübnan Hükûmeti, Dürzi ve Şiiler ile Suriye’nin karşı konulamaz direnişi karşısında İsrail ile yapılan anlaşmayı iptal etmişti. 
Bu arada Emel ve bazı Şii grupları Lübnan siyasetinde ön saflara yerleşmişti. Emel, Batı Beyrut’ta sıkı bir denetim sistemini kurmuş, kısmen de olsa 
Emel’in baskısıyla İsrail güçleri, güney sınırındaki bir şerit dışında, Lübnan’dan çekilmişlerdi.78 

Filistin Özerk Devleti’nin Kuruluşu ve Lübnan Bunalımı 

9 Aralık 1987’de İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde geniş çaplı bir ayaklanma ve direniş baş gösterdi. Taşlı-sopalı ve silahsız olan bu kendine özgü ayaklanma, Filistin devletinin ilanını hızlandıracak tarihî bir öneme sahip olmuştu. Bu intifadanın ardından 31 Temmuz 1988’de Ürdün, Batı Şeria ile Doğu Kudüs üzerindeki egemenlik haklarından vazgeçtiğini açıklamış, bu durum üzerine intifadanın gerçekleştiği tüm topraklar, hiçbir ülkenin egemenliğinde olmayan topraklar konumuna dönüşmüştü. Bir başka ifadeyle; 1967’den beri İsrail’in işgali altında tutulan; ancak ilhak edilmemiş olan “Batı Şeria” ve “Gazze” ile gene İsrail’in 1980’de işgal ettiği Doğu Kudüs bir bakıma meşru sahibini bekler pozisyona düşmüştü. Zira BM Güvenlik Konseyinin 242 sayılı kararı 1967 Arap-İsrail Savaşı öncesi sınırları onaylıyordu. Ama artık Gazze ve Batı Şeria ile Doğu Kudüs herhangi bir devletin meşru egemenliği altında değildi. Bu durum ise söz konusu topraklar üzerinde bir devlet kurulmasını ya da devletin 
mevcudiyetinin ilanını kolaylaştırıyordu. 15 Kasım 1988 sabahı Arafat’ın bizzat ifadesi ile “Filistin devletinin kurulduğu” tüm dünyaya duyuruldu. Bu ilan ile birlikte Filistinlilerin o güne kadar savunmuş oldukları, “Filistin’de tek Filistin devleti” düşü de terk edildi. Arafat, müteakip günlerde, BM Güvenlik Konseyinin Filistin ile ilgili olarak evvelce almış olduğu bir dizi kararı tanıdığını ve özellikle de “terörizmin her türüne karşı olduğunu” açıklamasının ardından, ABD-Filistin yakınlaşmasının temelleri de atılmıştı.79 

1985-1990 yılları arasında Lübnan’daki siyasi istikrarsızlık, iç karışıklık ve terör faaliyetleri devam etmiş, Lübnan’daki “pastadan” İran, Suriye ve diğer Arap ülkelerinin pay kapma çabaları mevcut olup Lübnan’da 1985 yılından itibaren egemen olan unsurlar şöyledir: (1) Lübnan’ın siyasi liderlerinden Nebih Berri’nin Suriye yanlısı “Emel” (Amal) örgütü, (2) Dürzi lider Velid Canbolat’ın İlerici Sosyalist Partisi’nin bir örgütü olan “Dürzi Milis Kuvvetleri”, (3) Aşırı İslamcı ve Sünni, ayrıca da Suriye karşıtı “İslami Birlik Hareketi”nin milis örgütü “Tevhid” (Tavhid), (4) Emel örgütünün 1983 yılındaki iç bölünmesinden ortaya çıkan Şii örgüt İslami Cihad80 (5) Emel örgütünden kopan ve lideri Şeyh Muhammed Fadlallah olan, doğrudan İran tarafından finanse edilen bir başka Şii örgütü Hizbullah, (5) Sünni ve aşırı İslamcı bir örgüt olan Cindullah (Allah’ın askerleri) örgütü. Bu örgütlerden Emel ve Hizbullah arasındaki mücadeleler en şiddetlisi olup 1988 yılına kadar sürmüştür. Aralarında mücadelelerin yaşandığı FKÖ ile Emel arasında Aralık 1989’da yapılan bir anlaşma sonunda FKÖ, Sayda ve Sur arasındaki Güney Lübnan topraklarında, İsrail’e karşı tam bir hareket serbestisi 
kazanmıştı.81 

Mayıs 1989’da Kazablanka’daki Arap Birliği zirve toplantısında Cezayir, Suudi Arabistan ve Fas devlet başkanları Lübnan için bir barış ve uzlaşma planı hazırlanmasına karar verdi. 16 Eylül 1989’da hazır hâle gelen planda çatışmalara son verilmesi yanında, siyasi reformlar da öngörülüyor, memuriyet ve silahlı kuvvetler mensuplarında mezhep ayrımı kaldırılıyor ve Lübnan halkının daha iyi temsil edilebilmesi için milletvekili sayısı 99’dan 128’e çıkarılıyordu. O tarihte Müslümanların sayısı Hristiyanlara oranla daha fazla olduğundan, eski düzen bu plana göre Müslümanlar lehine değişme kaydediyordu. 1972 yılından beri seçim yapamamış olan Lübnan Parlamentosunun 70 üyesinden Müslüman ve Hristiyan milletvekili sayıları 31’er kişi idi. Meclis 30 Eylül 1989’da toplandı. “Taif Anlaşması” denilen bu toplantı sonucunda hazırlanmış olan plan çoğunlukla kabul edildi. Ancak Hristiyan liderlerden bazıları Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini istemediğinden bu planı kabul etmemişti. Kasım 1989’da, Lübnan 
Parlamentosu Elias Hrawi’yi Cumhurbaşkanı seçti. Böylelikle Hristiyanlarla Müslümanlar arasında çatışma konusu olan Cumhurbaşkanlığı sorunu 
çözüme ulaştırılmıştı. Ancak bu kez de Hristiyanlar ikiye bölünmüşlerdi. Bu nedenle 1990 Ocak ayından Mart 1990’a kadar yaşanan çatışmalar, 
Hristiyan liderlerin Taif Anlaşması’nı kabul etmesiyle sona erdi. Ancak 1976 yılında imzalanan Riyad Anlaşması’na dayanarak 36 bin askerini Lübnan’a 
intikal ettirmiş olan Suriye, bu ülkenin önemli bir bölümünü kontrolü altına almış bulunuyordu. Tüm bu gelişmelerden sonra Lübnan bir bakıma Suriye’nin bir “eyaleti” konumuna girmişti.82 1991 yılında Lübnan Hükûmeti’nin aldığı bir kararla bütün silahlı gruplar silahlarından arındırılırken, Lübnan Hükûmeti’nin kontrolü dışındaki Hizbullah’ın varlığı, İsrail işgali yüzünden meşru sayılmıştı. Hizbullah’ın siyasi kanadının seçimlerde başarı kazanmasıyla Lübnan’da Hizbullah sadece askerî değil, aynı zamanda etkin bir siyasi güç olarak da hareket etmeye başlamış, Suriye ve özellikle de İran’ın desteğiyle, 1991 yılından itibaren Güney Lübnan’daki İsrail kuvvetleriyle mücadele etmiştir.83 

Orta Doğu Barış Görüşmeleri 

1991 Körfez Krizi ve Irak’a müdahale sonrasında ABD Başkanı George Bush’un Dışişleri Bakanı James Baker, Ekim 1991’de Madrid’te bir uluslararası konferans düzenleyerek düşman tarafları aynı masaya oturtmuştu. İsrail, Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün-FKÖ ortak delegeleri bir araya gelmişlerdi. ABD’ye ilaveten Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi ve Körfez Birliği Genel Sekreteri de konferansta hazır bulunmuşlardı. Konferansın devamı Washington’daki toplantıydı. Bu toplantıya İsrail adına katılan Başbakan Yitzak Şamir, Arap delegeleri ve ABD’nin istekleri karşısında katı bir muhalif olarak kalmıştı. Şamir’in 23 Haziran 1992 genel seçimlerine karar vermesiyle resim değişebilecekti. Bu arada seçimler 
arifesinde Şimon Peres’in ajanları ile Arafat’ın danışmanlarını bir araya getirebilmek için bir “Oslo Süreci” de başlatılmıştı. Oldukça gizli yürütülen 
Oslo görüşmelerinde Arap yerleşim bölgelerinin kendilerini yönetebilecekleri, kendi hafif silahlı polis teşkilatlarını kurabilecekleri ve Filistin Yönetimi olarak 
bilinen ve Filistinli Arap seçmenlerce seçilecek bir otoritenin varlığı konusunda uzlaşmaya varmışlardı. 13 Eylül 1993’te, 1992 seçimlerini kazanarak Başbakan olan Yitzak Rabin, Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve Filistin Yönetimi Lideri Yasir Arafat, ABD Başkanı Bill Clinton’un nezaretinde “Beyaz Saray”da Oslo paketi üzerinde anlaşarak el sıkışmışlardı. Rabin- 

Peres Hükûmeti 1993 ve 1995’te Suriye’ye karşı da barış taarruzlarında bulundu. ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Warren Christopher’un da girişimleri ile, İsrail bazı formaliteler karşılığında Golan tepelerini Suriye’ye bırakabileceğini söyledi. İsrail, Golan tepelerinde, Suriye’nin sürpriz taarruzlarından korunabilmek maksadıyla elektronik erken ihbar sistemlerinin daimî olarak kalmasını istiyordu. Benzer erken ihbar sistemi Mısır’a geri verilen Sina Yarımadası’nda da mevcuttu. İsrail ayrıca, bölgedeki suyun paylaşımında da bazı isteklerde bulunmuştu. Bu istekler karşısında Suriye, barış girişimini reddetmişti.84 Suriye 1. Başkan Yardımcısı Khaddam, “İsrail, açık ve kesin olarak herhangi bir sınırlama olmaksızın makul bir süre planlaması içerisinde geri vermeyi taahhüt etmelidir”85 demişti. Aslında, 1992 genel seçimlerinde bölgedeki bir Arap-İsrail barış anlaşmasının gerekliliğini savunan; ancak Kudüs’ün bölünmeksizin İsrail’e bağlı kalacağını, Ürdün’ün batısında ayrı bir Filistin devleti kurulmayacağını, Ürdün Vadisi ve Tiberia Gölü’nün batı sahillerinin İsrail’in egemenliği altında kalacağını ve Suriye ile yapılacak herhangi bir barış anlaşmasında Golan Tepelerinde İsrail’in askerî ve meskûn mahal olarak kullanım ve kontrolünün devam edeceği vaadinde bulunmuş Rabin, bu vaatlerinden oldukça uzaklaşmıştı.86 

1995 yılında İsrail–Filistin görüşmeleri de çıkmaza girmeye başlamıştı. Filistinliler, İsrail işgali altındaki toprakların sözleşme gereği boşaltılması 
gerekirken yeni yerleşim yerleri olarak açılmasından şikayetçi idiler. Buna karşılık İsrail Hükûmeti de FKÖ lideri Yaser Arafat’ı, Filistin Özerk Bölgesi’ndeki Yahudilerin hayatını garanti etmemekle suçluyordu. Bunların ardından, İsrail-Filistin Anlaşması’nı kabul etmeyen Filistinli radikal dinci örgütler Yahudilere karşı bombalı saldırılara başlamışlardı. İsrail cephesinde de durum farklı değildi. İsrail Hükûmeti’nin Filistinlilerle anlaşma yapmasını kabul etmeyen radikal Yahudi grupları da gizli faaliyetlerini 4 Kasım 1995’te Başbakanları Yitzak Rabin’i bir suikast sonucu katlederek ortaya koymuşlardı. Hukuk öğrencisi fanatik bir Ortodoks’un işlediği bu cinayetten sonra, 1996 yılında Benyamin Netanyahu başbakanlığa gelecekti. Netanyahu Hükûmeti’nin parolası ise “Güvenlik için Özgürlük” idi. Dinî partilerin desteklediği bu hükûmetin programı ise bir önceki hükûmetten taban tabana zıt olacak şekilde ve şöyle idi: (1) Golan Tepelerinden dönüş olmayacak, (2) Filistin Devleti’ne hayır, (3) Kudüs’ün gelecekteki statüsü 
konusunda tartışmaya gerek yok.87 

Rabin sonrası İsrail’in barış karşıtı tutumuna rağmen, ABD Başkanı Bill Clinton Kabinesinin yürüttüğü “Orta Doğu Barış Süreci” ile Orta Doğu’da barışın tesisi için önemli bir mesafe kat etmeyi başarmıştı. Bu girişimlerden biri de 15 Aralık 1999’da Washington’da ve Bill Clinton’ın ev sahipliğinde, İsrail Başbakanı Ehud Barak, Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el-Şara ile Lübnan Başbakanı Salim Hoss’un katılımı ile gerçekleşmişti. Bu görüşme, tüm dünyaya bizzat Clinton tarafından da deklare edilmişti.88 Ancak bu görüşmeleri izleyen aylarda ve Ehud Barak’ın 2000 yılı içinde pek yüksek çıkmayan “Golan’dan çekilme” çağrısı dışında, Suriye’ye ümit vaat eden herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Mart 2000 içinde Clinton ile Hafız Esad Cenevre’de kısa bir süreliğine bir araya gelmiş; ancak Esad, 1967 sınırlarından ve su konusunda ödün vermeyeceğini tekrarlamıştı.89 

Suriye diktatörü Hafız Esad’ın ölümü üzerine Devlet Başkanı olan Beşşar Esad, Suriye Halk Meclisindeki yemin töreninde, İsrail’le ilgili politikanın ana hatlarını şöyle çizdi: 
(1) Lübnan desteklenmeye devam edecek, 
(2) Golan Tepeleri başta, işgal altındaki Suriye toprakları kurtarılarak 1967 yılından önceki sınırlara dönülmesi konusundaki politikadan ödün verilmeyecek ti.90 

ABD’de George W. Bush Yönetimi - Irak Müdahalesi ve Suriye’de Endişe 

ABD’de Bill Clinton’dan sonra Başkan seçilen Cumhuriyetçilerin adayı George W. Bush’un dünya kamuoyunda “Yeni Muhafazakârlar” olarak bilinen şahinleri, Orta Doğu’da İsrail yanlısı politikayı benimsemişlerdi. Bu ise Orta Doğu barış sürecini geliştirmek bir yana, önleyici bir gelişmeydi. 

11 Eylül 2001’de ABD’nin Pentagon dâhil birkaç önemli bölgesine intihar uçuşları ile yapılan terör saldırılarının ardından önce Afganistan’a BM şemsiyesi altında müdahale edilmiş, ardından da 20 Mart 2003’te ABD-İngiltere ağırlıklı koalisyon güçleri Irak’a girmiş ve işgale başlamıştı. 

Irak’ta 2003 yılı içinde iki ay sonra savaşın fiilen sona erdiği bildirilmiş, gözler Suriye’ye çevrilmişti. ABD, 2003 Irak müdahalesinin ardından, Baas 
Partisin den kalanların Suriye topraklarında barındığını ve isyancıların bu topraklardan Irak'a giriş çıkış yaptığını iddia etmiş, sınırlarını kontrol 
edemeyen Suriye’yi suçlamıştı. ABD Kongresinin Aralık 2003 tarihli bir neşriyatında, “Suriye’nin terörizme desteğinin, Lübnan’ı işgalinin ve kitle 
imha silahları üretiminin durdurulması gerektiği, keza Suriye’nin Orta Doğu’da ciddi birçok uluslararası güvenlik sorununa sebebiyet veren açık 
tutumu” resmî olarak da belgelenmişti.91 Şahinler Suriye’ye karşı sert yaptırımlar uygulanmasını isterken ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ve 
ılımlılar buna karşı çıkıyor hatta “ABD’nin Suriye ile çok canlı bir diplomatik diyalog içinde olduğunu” ifadeyle Şam’a gitmeyi bile düşünmüştü. Öte 
yandan İsrail de ABD’nin Suriye’ye karşı çok sert baskı uygulamasından yanaydı. ABD yönetiminin şahinlerinin gönlünü okşayan açıklamalardan birini 2003 yılı ilkbaharı içinde İsrail Savunma Bakanı Şaul Mofaz şöyle yapmıştı:“Amerikalıların, Suriye’nin ne yaptığını gözden uzak tutmayacağını sanıyorum. Bu, ABD’nin Suriye’ye askerî eyleme geçeceği anlamına gelmiyor. Ancak ABD’nin bir süper güç olarak ülkelerin düşünme ve eylem biçimlerini değiştirmek için güç kullanma imkânı var”92 

ABD 2004 içinde, Suriye’nin kitle imha silahları ve terörist eylemler konusundaki politikalarından kaygı duyduklarını ifade etmişti. 19 Ocak 2004’te, Suriye devlet radyolarından yapılan bir günlük yorumda; “Suriye’nin BM Güvenlik Konseyine sunduğu, Orta Doğu’nun, İsrail de dâhil olmak üzere nükleer silahlar dâhil çeşitli kitle imha silahlarından kurtarılması önerisini reddedenin ABD olduğu” duyurulmuştu. Suriye devlet radyosunun devam eden yorumunda; “Washington’un neden İsrail’den kitle imha silah programını bırakmasını ve kapılarını denetçilere açmasını istemediğini” de sorgulamıştı. Suriye radyosu değerlendirmenin devamında “Suriye’nin nükleer, kimyasal ya da biyolojik silahlara sahip bulunmadığını” ancak “kendisini, 200 kadar nükleer savaş başlığına sahip olduğu tahmin edilen İsrail’e karşı savunma hakkı bulunduğunu” da belirtiyordu.93 2004’ün Mart ayı içinde Suriye’de bir spor karşılaşması sonrası çıkan Kürt-Arap çatışmasının ardından ABD’nin Suriye’ye yönelik yeni bir tehdidi daha dünya basınında yer almıştı. Beşşar Esad yönetimini ağır bir dille eleştiren ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Adam Ereli, Şam yönetimini “Kürtlere baskı yapmama” konusunda uyarmıştı. Gene aynı günlerde ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Armitage de Beşşar Esad’ın yönetimi için, “…bir yol ayrımında. Ya yoluna devam eder ve güzel bir yaşamı olur ya da daha da izole edilir ve bölgedeki tek Baas Partisi olur.” diyerek Suriye’ye yeni bir tehdit 
yöneltmişti.94 

Amerikalı yetkililer, Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’te Beyrut’ta öldürülmesinin arkasında Suriye'nin bulunduğunu iddia ettiler. Zira, Hariri, Suriye askerlerinin Lübnan'dan çekilmesini istiyordu. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 17 Şubat 2005 tarihinde, uluslararası toplumdan, başka ülkelerin iç işlerine karışan Suriye’nin durdurulmasını istedi. Suriye’nin Lübnan’ın işlerine karışmaktan vazgeçmesi gerektiğini Lübnan’da istikrarsız bir ortam yarattığını kaydeden Rice, “uluslararası toplumun Suriye'nin yaptıklarına karşı birleşmesine ihtiyacımız var. Suriye hem kendi topraklarını hem de Güney Lübnan’ı terörizmi desteklemek için kullanıyor” diyerek Suriye’yi hedef göstermişti.95 İyice daralan Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, “ön bahçesi” Lübnan’da 1976’dan beri var olan askerlerini geri çekme kararı almıştı. 

Hariri suikastı nedeniyle Suriye’de sular bir türlü durulmak bilmemiş, 12 Ekim 2005’te Suriye İçişleri Bakanı Gazi Kenan’ın, Lübnan’ın Sesi radyosunda konuştuktan sonra intihar ettiği duyulmuştu. Ölümünden iki hafta önce Hariri suikastı nedeniyle BM müfettişlerince sorgulanan Gazi Kenan, son radyo konuşmasında “Bu, hakkımdaki iddialarla ilgili son açıklamam. Benim Hariri suikastıyla kesinlikle ilgim yok. Zaten BM müfettişine her şeyi anlattım.” diyerek son açıklamasını yapmıştır.96 Suriyeli bakanın intiharını Hariri suikastı ile bağlantılandıran ve Suriye yönetimini köşeye sıkıştırmak isteyen bazı otoriteler “şaibeli” olarak değerlendirilmişti. Bazıları, intiharın Suriye’nin kirli çamaşırlarını ortadan kaldırmak için gizli bir operasyon olabileceğini iddia ederken bazıları da bunun ABD’nin ya da İsrail’in işi olduğunu söylüyordu. Zira, intihar eden Suriyeli Bakan Gazi Kenan, bu görevden önce 1982’den itibaren Lübnan’a yerleşmiş olan Suriye’nin Bekaa’daki terör kamplarından, Lübnan’daki tüm gelişmelere kadar geniş bir haber alma ağının başındaki tek ve önemli yetkili idi. Daha sonra, BM’nin Hariri suikastını soruşturmakla görevlendirdiği Alman Savcı Detlef Mehlis’in raporu ile ortalık daha beter karıştı. 2005 Ekim ayı içinde ABD Başkanı Bush’un, Suriye’yi vurmak istediği, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın da 
bunu engellediği haberi basına yansımıştı. Uzun zamandır İran ve Suriye’yi hedef alan ABD yönetimi, uyguladığı baskı politikasıyla Suriye kuvvetlerinin 
Lübnan’dan çıkmasını sağlamış, Suriye’deki Kürtleri ayaklandırmış ve çatışmalara neden olmuştu. Bu arada ABD kuvvetleri Irak-Suriye sınırı 
üzerinde direnişçilerle çatışırken zaman zaman Suriye topraklarına girerek bazen Suriyeli askerlerle de çatışmışlardı.97 

İsrail-Filistin Bölgesindeki Gelişmeler-Arafat’tan Sonra Filistin, Şaron’dan Sonra İsrail 

ABD, Suriye’yi sık sık tehdit ederken İsrail Başbakanı Ariel Şaron, 2004 yılı içinde milletvekillerine yapmış olduğu uyarıda: “Suriye ile müzakerenin, sonunda İsrail’in Golan’dan inmesi anlamına geleceğini bilmek gerekir.” Diyerek Golan’dan tamamen çekilmeye karşı olduğunu bir kez daha ima etmişti.98 İsrail’in Suriye ile barış görüşmeleri yapma konusundaki isteksizliği başka olaylarla da açıkça kendisini gösteriyordu. Dünya basını 23 Mart 2004’te, “İsrail’in Terörle Kumarı” başlıklı bir yazı kullanmıştı. Zira Filistin’de son yıllarda etkinliği oldukça artan ve İsrail’e oldukça ağır zayiatlar verdiren radikal dinci HAMAS örgütünün lideri Şeyh Yasin, İsrail helikopterleri tarafından
düzenlenen füzeli suikast sonucunda 22 Mart 2004’te katledilmişti. 

Gazze’de sabah namazı sonrası gerçekleştirilen bu infaz sonrasında Yasin’le iki oğlu dâhil 7 kişi ölmüş, 15 kişi ağır yaralanmıştı. İran olayı “Devlet terörü” 
olarak nitelerken ABD, “Haberimiz yoktu” şeklinde beyanat vermiş, AB Komisyonu ise suikastı kınayarak “durumdan ciddi endişe duyduğunu” açıklamıştı. 

İsrail Ana Muhalefet Partisi Lideri Şimon Peres bile “Yasin’in öldürülmesini hatalı bulduğunu” ifade etmiş, Türkiye’nin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan da “İyi olmadı, tansiyonu yükseltici bir gelişme.” diyerek İsrail’e bir bakıma, “Yanlış yaptınız.” mesajı vermişti.99 İsrail, HAMAS liderlerine karşı yürüttüğü bu suikast harekâtını daha sonra da sürdürmüştü. 

2004 yılı içinde uzun süre Filistin’de bir binada İsrail’in baskısıyla mahsur kalan Filistin Lideri Yaser Arafat hastalanmış, yaşamının son bir haftasında bakım ve tedavi için götürüldüğü Fransa’da 11 Kasım 2004’te hayata gözlerini yummuştu. Arafat’ın ardından Filistin’de gözyaşı dökülürken ve “Babamız öldü!” feryatları yükselirken İsrail’de ise Başbakan Ariel Şaron ve Adalet Bakanı Yosef Lipid adeta bayram yapıyordu. Lipid’in sevinci, “Dünya’nın Arafat’tan kurtulmasının sevindirici olduğu”nu söylemesi ile açıkça ortaya çıkıyordu.100 

Yaser Arafat’tan sonra, Filistin’de ılımlı tutumu ile bilinen Mahmud Abbas seçildi. Şubat 2005 içinde, Filistin hükûmetinde değişikliğe gidildi ve Arafat’a bağlılığı ile bilinen 7 isim kabine dışı bırakıldı. Bu durum “Arafatçıların tasfiyesi” olarak değerlendirilmiş ve bu gelişmeye en çok İsrail’in sevindiği söylenmişti.101 İsrail, 2005 Ağustos ayı içinde Gazze Şeridi’ndeki 21 yerleşim yerindeki Yahudileri zor kullanarak da olsa boşaltmıştı.102 38 yıldır işgal altında tuttuğu Gazze Şeridi’nden çekilen İsrail’in bu hareketi dünya kamuoyunda memnuniyetle karşılanırken geride kalan binaları Filistinli Arapların kullanmaması için yıkması, Filistinliler gibi bazı İsrail gazeteleri tarafından da kabul edilemez bulunmuştu.103 İsrail her ne kadar Gazze Şeridi’ndeki Yahudileri boşlattırmışsa da Gazze Şeridi ile Filistin’e ait Batı Ürdün arasındaki bağlantı yolu üzerinde duvar, çukur, yasaklı yollar ve hareketli kontrol noktaları dâhil, Filistinliler için 100’ün üzerinde engel mevcuttu. Bu aşırı kontrol yöntemi yüzünden hem 
Filistinlilerin ekonomik hayatı olumsuz etkileniyor hem bölünmüşlükten dolayı hoşnutsuzlukları yükseliyordu.104 Bu kadar kontrol nedeniyle kendilerini 
“özgür hissedebilmeleri de mümkün olamıyordu. 25 Ocak 2006’da Filistin’de yapılan genel seçimler sonucunda, evvelce terörist bir örgüt olarak anılan 
HAMAS 132 kişilik meclise 76 milletvekili sokarak tek başına iktidar şansını yakalamıştı. En yakın rakibi El-Fetih 46 sandalyede kalan HAMAS’ın bu 
seçim zaferi üzerine İsrail, ABD ve AB’den Filistin bütçesine darbe sayılacak açıklamalar geldi. Zira, Filistin bütçesi İsrail’e ve dış yardımlara bağımlıydı.105 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder