31 Mayıs 2017 Çarşamba

ÜST AKIL OPERASYONLARI: SUİKASTLER, ZİHİN KONTROL,



ÜST AKIL OPERASYONLARI: SUİKASTLER, ZİHİN KONTROL, NAZİLER VE SİYASİ ELİTLER BAĞLAMINDA BİR İNCELEME




Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı
Posted: 29 Mar 2017 06:32 AM PDT

Yirminci yüzyıl istihbarat ve bilim dünyasında yeni bir alanın keşfedilmesine ve bu alan hususunda özel çalışmalarla yeni kaotik süreçlerin belirlenmesine öncülük etmiş bir zaman dilimidir. Adolf Hitler'in okült çalışmalar, mitoloji, insan kontrol deneyleri kendisinden sonraki kişi ve kurumlara bambaşka bir kulvarı hatıra bırakmasına sebep oldu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ruhen çöküntü yaşayan askerlerin sosyal yaşama adaptesi için kullanılan Tavistoc Kliniği, yeni bulgularla artık zihin kontrol operasyonlarınıda yönetecekti. İlaçlar, hipnoz, telkin gibi yöntemlerle tasarlanan proje MK ULTRA olarak adlandırılıyordu. MK ULTRA ile kişiler yönlendirilebiliyor, geçmiş sosyal yaşantıları ve kişiliklerine göre birer terörist, intihar bombacısı, suikastçi olarak kullanılabiliyorlardı. Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz; çoğu intihar bombacılarının bu eylemi hangi cesaretle gerçekleştirebildiği normal insanlar arasında birbirlerine sık sorulan bir sorudur. 

Maddi durumu yetersiz bir ailede yetişmiş, şiddet görmüş ya da ötelenmiş, sosyal yaşantıya yeterince adapte olamamış insanların geçerli bir meslek veya eğitim durumları olmaması yani hayattan beklentilerinin bulunmaması MK ULTRA kobayı olarak bir bombacı ya da suikastçi olarak kullanılmaları oldukça kolaydır. İyi eğitim almış, zihinsel ve psikolojik farkındalığı olan bireyler ise bu operasyonlarla belki bir katile dönüştürülemezler ancak kaygı, yanlış karar verme, yersiz korkuya kapılma, tanımlayamadığı sesler işitme, huzursuzluk gibi oldukça olumsuz duygulara sevk edilmeleri karşılaşacakları muhtemel vakalardan olacaktır. MK ULTRA'nın kurumsal manada ele alınışı Cia direktörü Allen Dulles zamanında olmuştur. Ona göre, savaşlar artık zihinlerde kazanılmalı, insanların algıları değiştirilmeli ya da yıkılmalı, tam manasıyla bir Mançurya Kobayı yaratılmalıdır. 

Bu plan o tarihten itibaren kusursuz işlemektedir. Önce Dulles kimdir? Bunu ortaya koymak önemlidir. Abd siyasi tarihinde önemli mevkilerde bulunmuş kişilerin ortak özelliklerinden bir tanesi ya birbirlerinin akrabaları durumunda bulunmaları ya da bir sistemin parçaları olmalarıdır. Sisteme uyum sağlayamayanlar zaten tasfiye olacaklardır. Allen Dulles, aynı zamanda Başkan Eisenhower'ın Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten John Foster Dulles'ın kardeşiydi. John Foster Dulles, Allen Macy ve Edith (Foster) Dulles'un beş çocuğundan en küçüğüydü. Annesinin babası John Watson Foster Başkan Benjamin Harrison'ın, eniştesi Robert Lansing de Başkan Woodrow Wilson'ın dışişleri bakanlığını yapmıştı. 

Görüldüğü gibi yönetsel akrabalık bağları burada da karşımıza çıkıyordu. Dulles kardeşlerin önemli bir özellikleride Hitler'e destek olmalarıydı. Bu iki Amerikalı, anti semitik bir Alman'a neden destek olmuşlar ve Nazi çalışmaları içerisinde bulunmuşlardı? 1840'dan itibaren Yahudilere vatan fikri çeşitli lobilerde paylaşılıyordu. Böylelikle Avrupa hiç istemediği ve tarihi husumeti olduğuna inandığı yahudilerden de kurtulmuş olacaktı. Bu vatan, Arjantin, Missispi, Uganda, Güney Afrika, Makedonya, Mezopotamya olarak çeşitli tarihlerde ele alındı ancak en sonunda Filistin bölgesinde karar kılındı. Böylelikle Anglosakson siyaset hem bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol etme fırsatı bulacak, hem müslüman dünyanın bu devletle iştigal etmesini sağlayacak, hem de ek silah satışlarıyla şirketlerini zengin edebilecekti. İşte bu evrede zaten yahudi karşıtlığı bulunan Hitler üzerinden, yahudi soykırımı icad edildi. Böylelikle bu katliam ile Avrupa'nın suçluluk psikolojisi yeni bir İsrail Devleti ile örtülebilecekti. Yani yeni devletin sosyal alt yapısı için herşey tamamlanmış oluyordu. Zaten Hitler'i, General Group, Standart Oil, Bp gibi dev tröstlerin desteklemeleride istenileni gösteriyordu. Yahudiler, sosyalist akımlara yatkındı ve bu şirketlerin yahudi çalışanlarının protestoları şirketleri zora sokmaktaydı. Ayrıca yahudilerin yüksek fazili kredilerinden de sıkılınmıştı. Buna ek olartak şirketler Hitler üzerinden Kafkasya enerji kaynaklarına açılabileceklerdi. Ve son olarak yapay bir katliam, yahudileri toplu olarak göç ettirebilecekti. Yahudiler'e avrupadan sonra ortadoğu cazip gelmiyordu. İtici bir takım etmenler gerekliydi. İşte Dulles kardeşlerde bu projelerin parçası olarak hizmetlerini sürdürdüler ve sonunda istenilen planlar uygulanmış oluyordu. 

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra artık yeni bir evreye girildi. Soğuk Savaş devilen bu evrede kurgulanan Ateist bir cepheyle dinden beslenen cephenin savaşı olacaktı. Anlatılan buydu. Dulles kardeşlerden, J.F.Dulles, Eisenhoer'ın dışişleri bakanı olarak 1956'da çok ilginç bir doktrin geliştirdi. '' Siyasi işler ile dini meselelerin ayrılması gibi bir durum olamaz. Siyasi işleride halletmek için dine başvuracağız'' . Soğuk savaş evresinde tercihini batı paktından yana kullanan Türkiye'de Serdengeçti dergisi bu demeci Türkçe'ye çevirdi ve yayımladı. 1957 Türkiye Genel Seçimleri akabinde ise Demokrat Parti  Konya mebusu Fahri Ağaoğlu, bir anayasa taslaığı hazırlayacak ve bu taslakta laiklik ilkesine yer vermeyecekti. Aynı yıl Adnan Menderes bir hilafet çıkışı yaptı ve 1958'de Time dergisine kapak oldu. Dulles adeta Türk siyasetini kurgulamıştı. Kardeşi Allen Dulles ise MK ULTRA projeleriyle iştigal ederek 8 sene Cia direktörlüğü görevini yürüttü. Çok tartışılan Başkan J.F.Kennedy, başkan seçildikten sonra 10 ay daha bu görevini sürdürecek ve emekli olacaktı. Dulles'ın, zihin kontrol operasyonları meyvesini verdi Kennedy'nin öldürülüşünü görevi sırasında göremesede MK ULTRA devreye girmiş ve Kennedy kobaylara öldürtülmüştü. Kennedy'nin öldürülmesini yalnızca katolik olmasına ya da FED'i millileştirmek istemesine bağlayan akademik makale ve kitaplar mevcuttur. Ancak sebep yalnızca bunlar değildir. Kenndey, Vietnam savaşını bitirmek istemiş, Mısır'ı desteklemiş, silahlanma yarışını bitirmeyi arzu etmiş ve dolaylı yollardan Sovyetler ile temas kurmuştu. Bu durumdan petrol ve silah şirketleri fevkalade rahatsızlık duydular. Bütün bu etmenlerin sonucu olarak Kennedy tasfiye edildi. Ancak, operasyonlar bitmemişti. Bir müddet sonra başkan adaylığını açıklayan kardeş Robert Kenndey'de sikast sonucu öldürüldü. Ve Abd'de Kennedy ailesi dönemi ebediyyen kapatılmış oluyordu. Çünkü kurulan komisyonlardan hiçbir netice alınamayacaktı. Her ülkede kaidedir ki, komisyona devredilen olaylar çözüme kavuşmaması için havale edilmiş vakalardır. Robert Kennedy'nin MK ULTRA kobayı katilini serbest bıraktırmak için, Hartum'da Abd'li beş diplomat kaçırılmış ve sonunda öldürülmüştü. Bu olayın bir numaralı zanlısı ise Yaser Arafat idi.  Arafat ise yıllar sonra Oslo Barış Görüşmeleri sebebiyle bir odak tarafından Nobel alacaktı. Başka bir odak ise zamanı geldiğinde Arafat'ın bilinmeyenlerini gündeme getirerek itibarsızlaştıracaktı. Oslo görüşmelerine Arafat'ın dışında, İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Abd Başkanı Bill Clinton'da katılmıştı. Bir müddet sonra Arafat öldüğünde 800 milyon dolarının yahudi bankerlerce işletildiği servis edildi. Rubin, MK ULTRA kobayı bir katil tarafından öldürüldü ve Clinton ise Beyaz Saray stajyeri Monika Lewinsky üzerinden tarihe Oval Ofis Skandalı olarak geçen hadise ile tasfiye edildi. Adeta Oslo'da bulunanlar cezalandırılmıştı.

J.F.Dulles'ın uygulamaya koyduğu din politika harmanı Dünya'nın yeni argümanı oldu. İslami gruplar radikalleştirildi ve entelektüel kışkırtıcı Samuel Huntingon'a Medeniyetler Çatışması çalışması sipariş edilerek hedef olarak İslam Dünyası gösterildi. Artık müslüman coğrafya, doğudan iktisadi olarak pasifik, kuzeyden askeri olarak ortodoks, batıdan ise askeri, siyasi ve iktisadi olarak Abd-Ab tarafından kışkırtılacaktı. Bu da yetmezmiş gibi ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyada mezhebi taassuplar daha da sivriltilecek, taşeron örgütler tasarlanan sınır değişiklikleri için bir manivela olarak görev yapacaklardı. 
Üst Akıl'ın yıllar evvelki piyonlarından yalnızca ikisi Dulles kardeşlerdi. Onlara bakarak, Nazi Zulmünün, soğuk savaşın, MK ULTRA deneyleri, sistem karşıtlarının tasfiyeleri, dinin siyasi alandaki durumunu çok iyi anlayabiliriz. Özellikle bu gelişmelerin Türkiye'deki siyasi gelişmelerle paralel bir seyir izlediği tekrar hatırlanmalıdır. 

1) 1946 William Bullit icadı din merkezli antikomünist sistem o tarihten itibaren Türkiye'de yer buldu, bu konuda ilk tercüme makale Cemal Kutay'ın dergisinde aynı yıl yayımlandı ve 1947'den itibaren sayısında artış görüldü.

2) 1956 Dulles'ın din politika alaşımı siyasi teorisi, aynı yıl tercüme edildi ve 1957'den itibaren mecliste yer buldu.

3) 1996 Pentagon projesi din serbestisi ilkesi 1997'den itibaren Türkiye'de yer buldu ve kürt meselesinin çözümünden, yeni ittifak modeline kadar iç kamuoyunda yer aldı.

MK ULTRA tasarlandı, Türkiye'de siyasi cinayetler arttı. Pentagon projeleri, aralıklarla Türkiye'de, İran savaşı, Medine Vesikası, terör örgütü ile yeniden müzakereye dönülsün gibi başlıklarla işlendi.

Dünya'yı yöneten kişi ve gruplar birbirlerinin içerisine geçmiş organik bünye haline gelmiş yapılardır. Görünürdeki figürler sözcülük yapan Üst Akıl piyonlarıdır. Üst Akıl laboratuvarlarında, zihin kontrol, yapay savaş, dinlerin tahrip edilmeleri, yeni düzen için katliamlar, sınır değişiklikleri tasarlanır bu figürler ise projelerin tetikçiliğini yapmaktadır. Herşey oldukça organizedir, planlar bir bütün dahilindedir. Kişilerin ise kan veya ticari bağları olduğu için deşifreye asla müsade etmeyerek organizasyonlarına dışarıdan figürler kabul etmemektedirler.


***

NİSAN 2017 SİVİL İTAATSİZLİK EYLEMİ TÜRKİYE'DE BAŞARIYA ULAŞABİLİR Mİ?






NİSAN 2017 SİVİL İTAATSİZLİK EYLEMİ TÜRKİYE'DE BAŞARIYA ULAŞABİLİR Mİ?



SİVİL İTAATSİZLİK: NİSAN 2017 SİVİL İTAATSİZLİK EYLEMİ TÜRKİYE'DE BAŞARIYA ULAŞABİLİR Mİ?

Onur Dikmeci
Ulusal Güvenlik ve Strateji
28 Apr 2017 11:49 AM PDT


19. yüzyılın sonunda siyaset bilimi ve toplum biliminin yepyeni bir ilgi alanıoluşmuştu. Henry David Thoreau tarafından açıklanan kuram sivil itaatsizlikti. 

O günden bugüne özellikle postmodern toplum tipinde sivil itaatsizlik eylemleri sıkça görüldü. Bu eylemler neticesinde bazen istenilen siyasi ve ekonomik 
operasyonlar geliştirilirken bazen ise neticesiz kalan olaylar yığınına toplumlar yakinen tanıklık ettiler. Literatüre kazandırıldığından itibaren sivil itaatsizlik 
gelişim seyri incelendiğinde şu gibi temel özellikleri içerdiği görülür;

.Sivil itaatsizlik eylemleri genellikle gayrıyasal olmakla birlikte kesinlikle legal olaylarıilke edinmiştir
.Sivil itaatsizlik eylemleri hakim otoriteye karşıgeliştirilir
.Sivil itaatsizlik eylemlerinin adından da anlaşılacağıüzere, sivil, silahsız ve toplumun her kesiminden insanlarıkapsayan geniştabanlıbir pratik olması 
  amaçlanmıştır
.Sivil itaatsizlik eylemleri programlıveya programsız seyredebilir
.Genellikle sivil itaatsizlik eylemleri, talep edilen hususlar karşılanana kadar devam ettirilir
.Sivil itaatsizlik eylemleri çok çeşitlidir. Yürüyüşler, sessiz protestolar, oturma eylemleri, aynısaatlerde başlayan ve biten etkinlikler hatta vergi ödememe gibi 
  çok çeşitli yöntemleri içerebilir
.Sivil itaatsizlik eylemlerinin süreleri uzadıkça illegal unsurların eylemlere sızma ihtimali doğar ve bu durum şiddet gibi sivil itaatsizliğin doğasına aykırıbir 
  fiiliyatın belirmesine yol açar
.Sivil itaatsizlik eylemlerinin genellikle dışyönlendirmeli yönleri bulunmaktadır
.Profesyonel sivil itaatsizlikçiler özel olarak istihbarat kurumlarıtarafından yetiştirilmektedir
.Sivil itaatsizlik eylemlerine karşıpekçok ülke ulusal güvenlik kurullarınca tedbirler geliştirilmeye çalışılmaktadır

Bu temel hususların ardından dünyada şimdiye kadar binlerce sivil itaatsizlik eylemi yaşanmıştır ve yaşanmaya devam edecektir. 

İlginç olan bazıörnekleri incelemek yerinde olacaktır;

Duran Adam Eylemi: 2013 İstanbul Gezi Parkıprotestolarısırasında çok ilginç bir tepki medyaya yansıdı. Planlıolup olmadığıbilinmeyen bir şekilde Atatürk Kültür 
Merkezi karşısında bir şahıs kıpırdamadan, konuşmadan ve sadece binaya bakarak beklemeye başladı. 

Yaklaşık iki saat sonra insanlar bu eylemi fark etti ve onlarda iştirak etti. 
Genel kolluk bu protesto biçimine alışkın değilken müdahale edip etmeme konusunda kararsız kaldıve tarihin en ilginç sivil itaatsizlik eylemlerinden 
birine tanıklık edinilmişolundu.

Tuz Yürüyüşü: İngiltere'nin Hindistan'a uyguladığıtuz yasasına karşıMahatma Gandhi başkaldırdıve tuz yapmak için denize yürümeyi teklif etti. İlk başta 
80 kişiyle başlayan ve önemsiz gibi görülen eylem kısa sürede 12.000'den fazla destekçiyle devam etti. Nihayetinde tuz yürüyüşü Hindistan'ın hürriyetine 
zemin hazırlamışoldu.

Lale Devrimi: Kırgızistan'da halk kitlelerin katılımıyla gerçekleştirilen eylemler neticesinde devlet başkanıAskar Akayev ülkeyi terk etmek durumunda kaldıve 
yönetim değişti.

15 Temmuz 2016: 15 Temmuz Türkiye askeri kalkışmasısırasında meydanlara çıkan halk zırhlıaraçların önlerinde durarak meydan okudular ve darbe girişimi nde bulunmak isteyen personelin direncini kırdılar. Bu eylem dünyanın en ilginç ve ülke bütünlüğünden yana sivil itaatsizliğiydi ve kanımızca siyaset bilimi, 
sosyoloji literatüründe bu şekilde yer alacaktı.

Özellikle renkli devrimler esnasında sivil itaatsizlik eylemleri görülmekle birlikte dışülkelerin medya gruplarıve finans oligarklarıbu eylemlere doğrudan müdahil 
olma tavrıgöstermektedir.

Türkiye'de 16 Nisan 2017 referandum oylamalarından sonra başlatılmaya çalışılan sivil itaatsizlik eylemleri başarılıolabilir mi? Bu eylemler yakın Türk siyasi tarihinin en kapsamlısivil itaatsizlik eylemi olan Gezi Olaylarıile mukayese edilmektedir. Nisan 2017 Sivil İtaatsizlik eylemlerinin özellikleri şu şekilde 
vurgulanabilir:

.Eylemlere geniştabanlıkatılım isteği doğmamıştır
.Referandum sonucuna muhalif olan pekçok kişi dahi eylemleri doğru bulmamışlardır
.Eylemlerde Türk Bayrağıgibi kapsayıcıbir sembol kullanılmamıştır bu da eylemlere farklımahiyetler yüklenmesini kolaylaştırmıştır
.Eylemlerin ideolojik manalıolduklarıyönünde kamuoyu nezdinde intibah uyanmıştır
.Eylemlere liderlik edebilecek organizasyon ya da aktör bulunmamaktadır. Eylemler sahipsiz kalmıştır
.Eylemlerin cılızlığısebebiyle dışkamuoyu desteği neredeyse sağlanamamıştır bu da evrensel tepkileri içeren bir sivil itaatsizlik eylemi ihtimalini ortadan 
kaldırmıştır
.Referandum neticesinin Avrupa İnsan HaklarıMahkemesine götürülme seçeneğinin dillendirilmesi bu eylemleri daha da marjinalleştirmiştir

Netice itibariyle Nisan 2017 sivil itaatsizlik eylemlerinin başarıya ulaşmalarımümkün değildir. Zaten istenilen netice hususunda da ihtilaf vardır. 
Seçim yenilenmesinden, iktidarın istifa etmesine ya da yeni sistemin tamamiyle rafa kaldırılmasına kadar söylem ve fikir birliği olmayan bir kargaşa söz 
konusudur.

Ayrıca 2013'den itibaren sivil itaatsizlik eylemleri KırmızıKitap kapsamına alınmıştır. Bu da devletin artık bu gibi eylemlere daha hazırlıklıolabileceğini işaret etmektedir. Nisan 2017 sivil itaatsizlik eylemleri başarıya ulaşamasa da önümüzdeki süreçte yeni konular ile alakalıyeni eylemler görülebilecektir. 
Burada hayati önemli husus itaatsizlikte bulunan kitlelerin karşılarına irili ufaklıbaşka grupların çıkartılmalarının kesinlikle desteklenmemeleri gerektiği, 
istihbarat ve genel kolluk birimleriyle eylemlerin kontrol altına alınmaya çalışılmasıidrak edilmelidir. Çünkü çatışan grupların dindirilmesi her zaman silahlıve organize bir gücün sahaya davet edilmeleriyle mümkündür. Bu da sıkıyönetim hatta darbe gibi neticeleri doğurabilir.



***

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN SON DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN SİYASİ AKIMLAR BÖLÜM 2



OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN SON DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN SİYASİ AKIMLAR  BÖLÜM 2



VE....  ATATÜRK’ÜN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI




3. Milli Mücadele ve Milliyetçilik.

II. Meşrutiyet döneminin Türkçülük faaliyetleri ve bu dönem Türkçülerinin fikir ve düşünceleri Osmanlı Devleti içerisinde günden güne en büyük ve etkin güç 
olmaya devam ederken, Osmanlı Devleti kendisini Birinci Dünya Harbi içerisinde bulmuştu. Bu savaş esnasında Müslüman Arapların İngilizlerle işbirliği içine 
girmeleri ve bağımsızlık peşine düşmeleri sonucunda İslamcılık fikri artık daha geri plana atılarak Türkçülük-Turancılık fikirleri ön plana çıkmıştır.

Rusya’da Ekim devrimi’nin ardından Kafkasya’da yeni Türk ve Müslüman devletlerin ortaya çıkması sonucunda, artık Türk olmayan Müslüman Ortadoğu da devletin elinden çıkmaya başlayınca, Türkçülük/Turancılık ideolojisi kapsamında devleti yönetenler Kafkasya’ya doğru ilerleyerek bir çıkış yolu 
bulmaya çalışmıştır. Fakat Osmanlı Devleti dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı sonucunda müttefikleriyle beraber yenilince bu girişim de akamete uğramıştır.

Savaşın sonunda 30 Ekim 1918 Tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile bu durum resmiyet kazanmıştır. Böylece öne sürülen bu üç fikrin de (Osmanlıcılık-İslamcılık-Tuarncılık/Türkçülük) ülkeyi kurtaramayacağı ortaya çıkmış oldu. Fakat yeni oluşan şartlar altında yeni bir milliyetçilik için uygun şarlar ortaya çıkmaya başlamıştı.[16] Bunda Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan kısımlarının elden çıkmış olmasının ve artık çoğunluğu Türklerle meskûn arazilerin de paylaşılmaya başlamasının etkisi büyük oldu.

Bunda fikri, siyasi ve hukuki düzeyde en büyük etken; ABD Başkanı Wilson’un savaş devam ederken, içinde; ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Türklerin çoğunluğu 
oluşturduğu bölgelerinin Türklere bırakılacağına’’ dair ilan ettiği prensipler ve Lenin’in milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı söylemleri de oldu. Nitekim 
Mütareke’nin hemen ardından, işgal edilmemiş Osmanlı toprakları içinde kalan her bölgede, Osmanlı Devleti sınırları içinde kalmaya devam etmek için 
bölgelerinde Türklerin çoğunluğu oluşturduğunu tüm dünyaya, özellikle de İtilaf Devletlerine, ispatlamaya çalışan ve isimleri genellikle ‘’Müdafayı Hukuk’’ 
olan örgütler kurulmaya başlandı. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi bu örgütler, kendi bölgelerindeki Türk halkının Wilson prensiplerine göre hakkını ve hukukunu korumayı amaçlayan faaliyetlere başladılar.

Bu anlayış işgal edilmemiş tüm topraklara yayılarak belirli bir coğrafyaya ve o coğrafya üzerinde yaşayan insanların çoğunluğuna dayanan yeni bir milliyetçilik 
anlayışının gelişmesine yol açtı. Artık, bu örgütlerin başını çeken milliyetçiler; Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman henüz işgal edilmemiş topraklarda 
nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu ve bu sınırların yeni Türk sınırları olarak kabul edilmesini isteyen bir milliyetçilik anlayışını savunmaya başladılar.

İşte bu yeni yaklaşım, Samsun’a çıkan ve bu anlayışın ülkenin kurtuluşu için tek çare olduğunu her yere duyuran Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki ekibin 
de başlangıçtan itibaren hâkim ideolojisi haline geldi. Mevcut durumu çok iyi bir şekilde okuyan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki harekete katılanlar, 
kurtuluşun belli sınırlar içinde bir birlik kurulması esasına dayanan milli gayelere yönelmekle elde edileceği düşüncesine varmışlardı. 

Bu düşüncenin kısa sürede taraftar bulmasında Türklerin yüzyıllar boyunca idare ettikleri ve dini olarak ta kendilerine denk görmedikleri Yunanlıların İzmir’i ve 
Ermenilerin de Doğu Anadolu’da bazı bölgeleri işgal etmelerinin halkın duyguları üzerinde yarattığı infial de önemli katkıda bulunmuştur.

Bu dönemde Amasya Tamimi ile başlayıp, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle devam eden ve Ankara’da süreklilik kazanan söylemlerde kullanılan kelimelere dikkat ettiğimizde, milli duyguların ne kadar ilerde olduğu görülmektedir. “Milli istiklâl, Milli Mücadele, Milli Hareket, Milli Zafer, İrade-i Milliye, Hâkimiyet-i Milliye, Kuva-yı Milliye, Misâk-ı Milli, Büyük Millet Meclisi” gibi kelimeler buna en büyük delildir.

Ancak; bu milliyetçiliğin belli sınırları ve sınırlamaları vardır. Bir defa bu milliyetçilik yayılmacı değil savunmacı ve belli bir coğrafya ile sınırlı hedefleri olan bir anlayıştır. Mücadelenin başından itibaren kullanılan söylemlere bakılırsa, kullanılan millet ifadesiyle, sadece etnik anlamda Türkler değil, Türk olmasa bile 
belirlenen coğrafyada yaşayan tüm Müslümanlar da ifade edilmektedir. Yani ırk temelinden çok belli bir coğrafyada yaşayan aynı dinden ve kültürden 
insanların birliğini savunmaktadır. Bu durum Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan ve ‘’Irkı ve meshebine bakılmaksızın belirlenen sınırlar içinde yaşayan 
tüm Müslüman unsurların bir birinden ayrılmaz öz kardeş oldukları’’ hakkındaki kararda da net olarak görülmektedir. Bu milliyetçilik esas olarak Misakı Milli 
esaslarına göre tam bağımsız bir devlet kurmayı savunan siyasi bir yaklaşımdır.[17]

Bu hareket yabancı devletler ve bu arada işgalci İtilaf Devletleri temsilcileri tarafından da başından itibaren milliyetçi bir hareket olarak görülmüş ve bu 
şekilde isimlendirilmiştir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Lord Curzon’a çektiği 23 Haziran 1919 tarihli telgrafta Türk milliyetçiliği 
ile ilgili şu ifadeleri kullanmaktadır: “Çanakkale Savaşlarında büyük ün kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa, bir ay kadar önce ordu müfettişi olarak Samsun’a 
varışından bu yana kendisini anti yabancı düşüncenin ve milliyetçi düşüncenin merkezine koymaktadır.”[18]

Bu dönemdeki milliyetçilik söylemi tüm ülkeyi etkilemiş ve yeni Türk milliyetçiliğinin temellerinin oluşturulmasında etkili olmuştur. Bu dönemde İstanbul’da yapılan mitinglerle işgal kuvvetlerinin protesto edilmesi ve arkasından Anadolu’da oluşan tepkiler millet bilincinin ülkenin her yerine yayıldığını göstermektedir. 

Amasya Tamimi, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi’nde alınan kararlar[19], Misak-i Milli kararlan, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı da hep milli bilincin birer 
ifadesidir. Bu milliyetçilik; vatan, din ve siyasi birlik temelli bir milliyetçilik olmuştur.

Milli Mücadeleyi besleyen Kuva-yı Milliye ruhuna, yukarıda da belirttiğimiz gibi İslâm dininin birleştirici gücünün büyük bir tesiri olduğu bir gerçektir. 
Büyük Millet Meclisi’nin Cuma günü namazdan sonra açılması ve vatanın her tarafında “Kuran-ı Kerim” ve Buhar-i Şerif okutulması Mustafa Kemal Paşa’ya Gazi unvanının verilmesi ve Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı istiklâl Marşı”,  Milli Mücadele’de milli birliğin sağlanmasında dinin etkinliğini göstermektedir.[20]

Buradaki milliyetçiliğin diğer bir yönü de Batı devletlerinin sömürgecilik ihtirasına karşı bir hareket olarak ortaya çıkmasıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde 
başarıyla idare edilen ülkenin bağımsızlık savaşı diğer tüm duygu ve idelojilerden farklı olarak vatanseverlik ve vatanı işgalcilere karşı korumak duygusunu 
işleyerek halkın desteğini harekete geçirmiştir. Bu durum daha sonraları başka milletlere de örnek teşkil etmiştir.

4. Cumhuriyetin İlk Yıllarında Milliyetçilik İlkesi ve Atatürk.

Milli Mücadele sonucunda, Osmanlı Devleti tarihe karışmış ve yerine yeni bir devlet ve yeni bir sistemle idare edilen Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. 

Kurulan yeni cumhuriyet Türklerin çoğunlukla olduğu bölgeler üzerinde kurulmuş milli karakter taşıyan büyük oranda Türklerden oluşan milli bir devlettir. 
Milli mücadelenin başından beri devam eden milliyetçilik anlayışı cumhuriyet döneminde devletin resmi ideolojisinin de en önemli unsuru olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin yıkılması daha önce hüküm süren bütün ana politik ideolojileri itibardan düşürmüştür. Osmanlıcılık var oluş nedenini yitirmiş, İslamcılık ve Pantürkizm ise İmparatorluğu kurtarmayı başaramamıştır. Dolayısıyla 1923’ten itibaren Mustafa Kemal yeni Cumhuriyeti milliyetçiliğin birleştirici yeni bir anlayışı ile idare etmek için çaba sarf etmiştir. Zaten Mustafa Kemal Atatürk daha 1921 yılında, Eskişehir’de yaptığı bir konuşmada; “Ne İslâm birliği ne de Türk birliği bizim için bir doktrin veya mantıklı bir politika meydana getirebilir. Bundan böyle yeni Türkiye’nin, hükümet politikası kendi milli sınırlan içinde Türkiye’nin kendi öz egemenliğine dayanma ve bağımsız yaşamadan meydana gelmektedir.” demiştir.[21]

Bağımsız yaşama, milli sınırlar içinde kalma, milli egemenliğe dayanma fikri, Atatürk’ün Cumhuriyet kurulduktan sonra da savunduğu temel fikirlerdir. 
Her ne kadar bazı yazar ve arştırmacılar tarafından; ‘’Başlangıçta çok sık vurgulanan ’milli’ ve ‘millet’ kavramlarının dini temelli millet kavramı anlamında 
kullanılmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal Türkçülüğü ön plana getirmiş ve Türk milliyetçiliğini ortak dil, kültür ve ideal temelinde 
şekillendirmiştir.’’[22] deseler de Türk milliyetçiliği hiçbir zaman ırk veya soy temelli olmamış, kapsayıcı ve kültürel temelli olmuştur. 

Ayrıca yeni milliyetçilik tanımı beynelminelcilikten çok Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan tüm insanları tek bir millet çatısı altında toplamaya yöneliktir.


Bunu Atatürk’ün değişik zamanlarda millet ve milliyetçilik ile ilgili yaptığı konuşmalarda da görmek mümkündür. Örneğin onun; ‘’ Biz doğrudan milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsiyle[23] Meşbu olursa o camiaya istinat eden 
Cumhuriyette o kadar kuvvetli olur.’’[24], ‘’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.’’ ve ‘’Zengin bir anılar mirasına sahip olan, sahip 
olunan mirasın korunmasında ve devamı hususunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden vücuda gelen topluma millet adı verilir.’’[25] şeklindeki konuşmaları buna örnek olarak gösterilebilir.

Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, Atatürk’ün ortaya koyduğu yeni milliyetçilik anlayışının etkisiyle Pantürkizmi savunan Meşrutiyet dönemi Türkçü ve Milliyetçi 
aydınları da fikirlerini, kısmen veya tamamen değiştirmişlerdir. Mehmet Emin (Yurdakul) kendi şiirlerini yeniden düzenleyerek Turan kelimesi yerine vatan 
kelimesi kullanmaya başlamıştır. Ahmet Ağaoğlu basın bürosu müdürlüğünü kabul etmiştir. Ağaoğlu bir Fransız gazeteciye “Ankara, eski Osmanlı 
İmparatorluğu’nun gösterişinden feragat ederek milliyetçidir. Etnografik Türk sınırları ile tahdit edilmiş mütevazı bir Türk Yurdu kurmayı dilemektedir. 

Bunun için barışa ve huzura ihtiyaç duymaktadır.” demiştir.[26] Yusuf Akçura ise, bir tarih profesörü olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni Pantürkist görüşlerinin gerçekleştiği bir ülke olarak değerlendirmiştir. Ayrıca Meşrutiyet dönemi Türkçülerinden Tekin Alp da bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyetçi düşüncelerini benimsemiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanan milliyetçilik anlayışı, Türk toplumunun çağdaşlaşmasını öngören ileriye dönük bir milliyetçilik olmuştur. 

Milli Mücadele yıllarında vatanın savunulması ve kurtarılması şeklinde sadece siyasi bir gaye olarak ele alınan milliyetçilik, Milli Mücadele’nin 
gerçekleşmesinden sonra anlamı genişleyerek siyasi, kültürel ve ekonomik olmak üzere bütün hayat ve faaliyetlerin hepsini ifade eden bir gaye halini almıştır. 

Atatürk’ün tabiriyle; ‘’Türk ulusunun yönetiminde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz dikilen ülküdür.’’, ‘’Çünkü ulusal 
varlığın temeli, ulusal bilinçte ve ulusal birlikte’’ görülmektedir.[27]

Sonuç:

Tüm bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Atatürk’ün savunduğu milliyetçilik anlayışının, daha önceki Türkçülük ve Turancılık gibi birbirine benzer fikirlerden 
farklı olarak bazı belirli özellikleri vardır.

Bir defa bu anlayış antiemperyalisttir.[28] Yani her türlü emperyalizme karşı milli bağımsızlığı savunur. Bu anlamda kendisi de barışçı ve savunmacıdır. 
Emperyalist ve yayılmacı amaçlar taşımaz. Bu anlayış milli sınırlara, yani bir vatan kavramına dayanır. Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde yaşayan herkesi 
Türk milletinin birer üyesi olarak kabul eder. Irkçı ve ayrımcı değil kapsayıcıdır.

Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa devletlerinin çoğunun benimsendiği gibi; vatandaşlık, dil birliği, kültür ve tarih birliği gibi unsurlara dayanır. Bu anlamda 
ülke içinde tüm insanların aynı ülkü içerisinde, dini, mezhepsel, etnik vb. ayrımcılıktan uzak olarak bir tek ulus olmanın bilincine varmalarını sağlamaya çalışan, milli birlik ve bütünlüğe büyük önem veren bir anlayıştır. Bu sebeple aynı zamanda laik bir anlayışa sahiptir.

Millet egemenliği ilkesiyle bağlantılı olarak; halkçıdır, eşitlikçidir ve demokrasiye yöneliktir. Belli bir sınıfa değil ülkede yaşayan halkın tümüne dayanmayı öngörür.


KAYNAKLAR

I. Kitaplar:

ACUN; Fatma, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2008.
AKÇURA; Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007. Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979.
CEVİZOĞLU; Hüseyin, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981.
GENTİZON; Paul, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983.
GÖKALP; Ziya, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.
İNCEDAYI; Cevdet Kerim, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007.
MERAM; Ali, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969.
KONGAR; Emre, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002.
KUBALI; Nail, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1973.
OKUR; Mehmet, KÜÇÜKUĞURLU; Murat, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006.
OLCAYTU;Turhan, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara.
SAFA; Peyami, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011.

II. Elektronik Yayınlar:

AYIN;Faruk, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, 
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.

TDK Büyük Türkçe Sözlük, 
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime &guid=TDK.GTS.5484302e846524.25543852.


[1] Faruk Ayın, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.

[2] TDK Büyük Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5484302e846524.25543852.

[3] Ayın, a.g.m.

[4] Ayın, a.g.m.

[5] Ali Meram, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969, s.14.

[6] Meram, a.g.e., s.17.

[7] Meram, a.g.e., s.41-42.

[8] Meram, a.g.e., s.59-60.

[9] Detaylı bilgi için bkz. ‘’Meram, a.g.e., s.69-74.’’

[10] Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983, s.66.

[11] Gentizon, a.g.e., s.66.

[12] Detaylı bilgi için bkz.; ‘’Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007.’’

[13] Fatma Acun, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2008, s.138.

[14] Detaylı bilgi için bkz.: ‘’Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.’’

[15] Turhan Olcaytu, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara, s.48.

[16] Peyami Safa, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011, s.90-91.

[17] Nail Kubalı, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1973, s. 112.

[18] Mehmet Okur, Murat Küçükuğurlı, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006,s.

[19] Cevdet Kerim İncedayı, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007,s.33-42.

[20] Ayın, a.g.m.

[21] Ayın, a.g.m.

[22] Acun, a.g.e. s.139.

[23] Hars, kültür anlamında kullanılan bir kelimedir.

[24] Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981,s.32.

[25] Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979, s.18.

[26] Ayın, a.g.m.

[27] Hüseyin Cevizoğlu, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982, s. 37.

[28] Emre Kongar, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002, s.315.


http://mgmstrateji.com/atatuumlrkrsquouumln-m304ll304yetccedil304l304k-anlay350.html

...

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN SON DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN SİYASİ AKIMLAR BÖLÜM 1



OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN SON DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN SİYASİ AKIMLAR BÖLÜM 1  


VE....  ATATÜRK’ÜN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI



   ÖĞRETMEN ATATÜRK,


Büyük Millet Meclisi, ATATÜRK, Millet, Mehmet Çanlı,

 ÖĞRETMEN ATATÜRK ,Milliyetçilik, Türkçülük, Turancılık,


Mehmet Çanlı
Özet:

Milliyetçilik çok eski dönemlerden beri bilinen bir kavramdır. Bununla birlikte, siyasi bir kavram olarak XIX. Yüzyılda tüm dünyada etkili olmaya başlamıştır. 
Bu kapsamda, Osmanlı İmparatorluğu içinde de, ülkenin yıkılmasını engellemek için ortaya atılan fikirler gibi önemli bir yer taraftar kitlesi kazanmıştır.

Türklerde başlangıçta kültürel ağırlıklı olarak başlayan milliyetçilik akımı, ortaya çıkan gelişmelerin de etkisiyle, Türkçülük-Turancılık gibi tüm dünyadaki 
Türkleri birleştirmeyi hedefleyen yayılmacı bir anlayışa doğru evrilmiştir.

Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, diğer fikir akımları ile birlikte, bu tür milliyetçilik akımları da etkinliğini kaybetmiş ve Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlayan Milli Mücadele hareketi ile birlikte; Misak-ı Milli’de belirlenen coğrafi alanla sınırlanan, daha kapsayıcı ve kültür birliğine önem veren yeni bir milliyetçilik anlayışı ortaya çıkmıştır.

Bu milliyetçilik anlayışı; din ve ırk birliği gibi objektif unsurlara değil, dil, kültür tarih birliği ve gelecekte de birlikte yaşama arzusu gibi sübjektif unsurlara 
dayanan modern bir yaklaşım arz etmektedir.

Anahtar Kelime: Millet, Milliyetçilik, Türkçülük, Turancılık.

Giriş: 

İnsanlar, tarihin en eski dönemlerinden beri kendilerine benzeyen ve aynı kökten geldiklerine inandıkları insanların daha üstün olduğu duygusu içinde o
lmuşlardır. Bu durum tam olarak bu günkü milliyetçilik kelimesi ile ifade edilen anlama gelmese de yine de milletlerin ve milliyetçilik kavramının oluşmasına 
kaynaklık teşkil etmiştir.

Bununla birlikte siyasi anlamdaki milliyetçilik açısından en önemli gelişmeler XIX. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu dönemde milliyetçilik fikri tüm dünyaya yayılmaya başlamıştır. Bu sebeple bu dönemde başlayan fikirler XX. yüzyıldaki gelişmelerin de temelini oluşturmuştur.[1]

Milliyetçilik konusunu ele almadan önce kısaca milleti tarif etmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğüne göre millet: ‘’ Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus; bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes ve benzer özellikleri olan topluluk’’ olarak tarif edilmektedir.[2]

Burada, devletin resmi bir kurumunun ülkede geçerli anayasal millet tanımının dışına çıkmamaya gayret ederek bir tanım yapmaya çalıştığı görülmektedir. 
Mesela bu tanımda ırk, soy veya din birliğinden bahsedilmemektedir. Ancak tarih boyunca gerek dünyada, gerekse Türk devlet geleneğinde yapılan millet 
tanımlarında genellikle bu unsurlara göre de millet tanımı yapılmıştır. Nitekim Millet kelimesi Türk diline Arapçadan geçmiştir. Arapça millet kelimesi; din 
birliği çerçevesinde birbirlerine bağlı insan topluluklarını ifade etmektedir. Bu anlam Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Milli Mücadele döneminde de benzer 
anlamda kullanılmıştır. Batı dillerinde kabul gören millet tarifi ise, Fransızca “nation” kelimesinin karşılığı olarak; aynı kökten ve aynı soydan gelen, aralarında ortak bağları olan insan topluluğu şeklindedir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar olan süreçte, millet kelimesi dini anlamda kullanılmış olsa da, gerek eğitim vb. 
amaçlarla Avrupa’ya giden, gerek yabancı kaynakları okuyup araştıran ve gerekse batı ile daha yakın teması olan Hristiyan azınlıklarının milliyetçilik 
hareketlerinden etkilenen bazı Türkler zamanla Fransız ihtilali’nin yaydığı fikirlerden etkilenen ‘’nation’’ anlamında millet ve milliyetçilik tanımlarına yaklaşan millet tanımlamaları yapmaya ve buna bağlı olarak bir Türk milliyetçiliği fikrini geliştirmeye başlamışlardır.

Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi, zaman içinde, millet tarifinde hâkim olmuş iki görüş ortaya çıkmıştır. 

Bunlardan birincisi, objektif Millet anlayışıdır. 

Bu görüşe göre; millet aynı ırktan gelen, aynı dili konuşan ve aynı dine inanan insanların meydana getirdiği topluluktur. 

İkinci görüş ise, sübjektif veya kültürel millet anlayışıdır. Bu anlayışa göre ise; bir milletin meydana gelmesinde, ırk, dil veya din esas alınarak yapılan tanımlar 
eksiktir. Yani bir toplumdaki fertlerin arasında, kültür birliği, gönül birliği, ülkü birliği, birlikte yaşama ve ortak tarih şuurunun var olması gerekmektedir.[3]

Milliyetçilik ise milliyet duygusundan hareket eden bir fikir akımıdır. Bu duygu kişilerin, milli tarihlerine, milletlerin mazideki hem parlak, hem de felâket ve 
ıstıraplarına karşı derin bir içsel bağlılık ve saygı hissi şeklinde ortaya çıkar. Yani milliyetçilik kişinin milletini sevmesi, milletine güven duyması, onun varlığını 
ve güçlenmesini savunmasıdır.

1. Türklerde Millet ve Milliyetçilik.

Millet ve milliyetçilik kavramları Türklerde tarihin en eski dönemlerinden itibaren var olmuştur. Tarihte ilk defa, Türk boylarını bir bayrak altında toplayan 
Mete ile birlikte Türklerin milli birliklerini kurdukları bilinmektedir.[4]

Orhun abidelerinde geçen kavramlar incelendiğinde Türk milletinin geçmişinde de milli duygunun ve milliyet fikrinin var olduğu görülmektedir. 

Türk milliyetçiliğinin en önemli yazılı belgelerinden biri olan Orhun abidelerinde millet, milliyetçilik hatta Türk birliği fikrini açıkça görmek mümkündür. 
Dahası bu devletin adı bile Göktürk Devleti’dir.

Bu abidelerde;“Ben Gök Tanrı gibi gökte yaratılmış Bilge Kağan’ım. Türk ulusu, sesimi sonsuzluğa kadar işit..”, “Ey Türk ulusu! Tutsaksan özgür, yoksulsan 
varlıklı, çıplaksan giyimli olacaksın. Niçin yenik düştüğünü, niçin tutsak olduğunu bilmelisin ve hiç unutmamalısın!”[5] sözleri yaklaşık 1300 yıl öncesinde de 
Türklerde millet duygusunun var olduğunu göstermektedir. Yine aynı kitabelerde yer alan “Ey Türk ulusu, bu gerçekleri işitin, bilin! Yukarıda gök çökmedikçe 
aşağıda yağız yer delinmedikçe, Türk ulusu, senin ülkeni kim alabilir? Töreni kim bozabilir? Ey, Türk ulusu, titre ve kendine dön!”[6] denilerek Türk milletinin 
sonsuza dek yaşayacağına olan inanç açık bir şekilde ifade edilmektedir.

Türklerdeki milli duygular ve millet bilincinin,  İslâmiyeti kabul etmelerinden sonra da devam ettiğini görmekteyiz. Nitekim Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ü Lügat-it Türk” isimli eserinde bu milli duygular açıkça görülmektedir. Örneğin Kaşgarlı Mahmut, Türk milletini yüceltmek adına eserinde “Türklerin Hazreti Muhammed tarafından övüldüğüne” dair Hadis’lere yer vermiştir.[7]

Ahmet Yesevi, Yunus Emre gibi önemli kişlikler de milli duyguları dil birliği içinde devam ettirmişlerdir. Bu dönemlerde, Karamanlı Mehmet Bey, Türkçe’nin yazı ve saray dili olmasını emrederek Türkçe’nin Arapça ve Farsça karşısında gerilemesine karşı çıkmıştır. Onun Türkçe’ye verdiği bu önem, 
dilde milliyetçilik olarak kabul edilebilir.

XV. asırda Ali Şir Nevai dil milliyetçiliğine diğer bir örnek olarak gösterilebilir. Ali Şir Nevai yaşamı boyunca Türk dil ve kültürünün Fars dil ve kültüründen üstün 
olduğunu göstermeye gayret etmiştir. O “Muhakemet-ül Lûgateyn” adlı eserini de bunu ispat etmek için yazmıştır. Hatta bazı yazılarında Türklerin Farslara 
göre zekâ ve anlayış olarak ta üstün olduğunu savunmuştur.[8]

Aynı milli duygu ve uygulamalar Osmanlı Devleti’nin bazı dönemlerinde de görülmektedir. Bunlardan biri de Türklerin üstünlüğünü Kur’an ayetleri ve hadisleri örnek göstererek ispatlamaya çalışan Vani Mehmet Efendi’dir.[9]

Her ne kadar, yukarıda belirtildiği gibi çok eski devirlerden beri Türklerin yazılı edebiyatlarında ve devlet uygulamalarında milliyetçilik izlerine rastlanıyorsa da 
Türklerde siyasi anlamda milliyetçilik, Fransız ihtilâlinde sonraki gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı milliyetçilik anlayışı kısa süre 
içinde tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu içindeki azınlıkların devlete karşı milliyetçi isyanlar başlatmalarına sebep olmuştur. 

Önceleri Hristiyan Balkan milletleri arasında başlayan milliyetçilik hareketleri ve isyanlar sonraki yıllarda imparatorlukta yaşayan Müslümanlar arasında da 
görülmeye başlamıştır. Bu gelişmeler Osmanlı Türk aydınlarının da uyanmasına ve Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına etki etmiştir.

2. Osmanlı Türklerinde Milliyetçilik Fikrinin Ortaya Çıkması.

Osmanlı Türklerinde milliyetçilik fikrinin ortaya çıkmasında, yukarıda da bahsedildiği gibi,  birçok sebep vardır. Bütün bu sebeplerin sonucunda Türk 
aydınlarında milliyetçiliğe doğru bir hareketin başladığını görmekteyiz.

Milliyetçiliğin sistemli bir fikir akımı olarak ortaya çıkması, bu hareketin gelişmesi sonucunda olmuştur. Özellikle, ortaya çıkan isyanlarla giderek artan toprak 
kayıpları karşısında Türklerin, devleti ayakta tutmak için gösterdikleri dayanışma Türk milliyetçiliğinin gelişmesi için kuvvetli bir zemin hazırlamıştır.

Milliyetçiliğin gelişmesinde başka bir faktör de, XIX. yüzyıldan itibaren başlayan toprak kayıplarının bir sonucu olarak elde kalan topraklara Kırım, Kafkasya ve 
Balkanlardan birçok insanın göç etmesidir. Kaybedilen topraklardan göçlerle gelen bu insanlar arasında eğitim düzeyi yüksek birçok aydın bulunmaktaydı. 
Osmanlı siyasi ve kültürel hayatında önemli roller oynayan bu insanlarda özellikle şiddetli bir Rus düşmanlığı ve vatanlarına karşı duygusal bağlılık mevcuttu. 

Bunlardaki milliyetçi düşünceler Osmanlıdaki Türk aydınlarım da etkiledi.

Özellikle Kırım savaşından sonra Osmanlı devletinin Rusya’daki Türklerle ilgilenmesi ve siyasi münasebetleri, milliyetçi düşüncelerin canlanmasında daha da etkili olmuştur. Bütün bu gelişmeler önceleri İslâmi dayanışmayı güçlendirmiş daha sonraları ise, gelişen siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik olayların tesiriyle 
Türk milliyetçiliğinin gelişmesini sağlamıştır.

Devletin içindeki Hristiyan unsurlar ve daha sonra Türk olmayan Müslüman nüfus, özellikle de Araplar arasında milliyetçiliğinin ortaya çıkmasıyla, Türkler de 
giderek artan bir oranda kendilerini ayrı bir millet olarak hissetmeye başlamışlardır.

Öte yandan, Osmanlı devletinde meydana gelen bütün bu milliyetçi gelişmeler devlet yöneticilerini bazı tedbirler almaya yöneltmiştir. İmparatorluğun 
bütünlüğünü korumak için azınlıklar arasındaki milliyetçi gelişmelere karşı askeri, siyasi ve idari tedbirler alınmaya başlanmış ve ülke içindeki milletler 
imparatorluk fikri etrafında bir arada tutmaya çalışılmıştır.

Bu maksatla gelişen Osmanlıcılık fikri özellikle Genç Osmanlılar tarafından bir ideoloji olarak geliştirilmeye çalışılmıştır. Böylece Osmanlıcılık Türklerde değişik anlamda da olsa ilk nasyonalizm kavramı olmuştur. Amaç imparatorluk içindeki milletleri eşit siyasi haklara sahip bir Osmanlı milleti olarak tanımlamak ve ortak bir vatan mefhumu etrafında birleştirmekti. Ancak 1908 yılındaki II.Meşrutiyet’in ilanından sonra, İmparatorluğun değişik unsurları arasında görülen kısa bir kucaklaşmanın hemen ardından, Osmanlılık kavramının boş bir ütopya olduğu ortaya çıkmaya başladı.[10] 

Bu durum Balkan Savaşları sonucunda tamamen netleşmiş oldu.

Hristiyan Balkan uluslarının bağımsızlığı ve Balkan coğrafyasının çoğunun elimizden çıkmasının ardından ülkede halkın büyük bir çoğunluğu Müslümanlar dan oluşur hale geldi. Bunun sonucunda da gayrimüslimleri de kapsayan Osmanlıcılık fikri, ortadan kalkmasa da, giderek zayıfladı ve artık daha az telaffuz edilir hale geldi.

Osmanlıcılık fikri ile devletin bir arada tutulamayacağını anlayan yöneticiler ve aydınlar arasında bu sefer daha II. Abdülhamit devrinde devletin bir arada 
tutulmasında uygulanan siyasi bir kavram olan ve artık imparatorluğun ezici bir çoğunluğunu teşkil eden Müslümanları bir arada tutmak düşüncesi ağır 
basmaya başladı. Bu düşünce, padişahın aynı zamanda halife olması sebebiyle, imparatorluğun en yaygın ideolojik gücü durumuna geldi.  Ancak kısa süre 
içinde İslâmcılık düşüncesi ile de devleti bir arada tutmanın mümkün olamayacağı ortaya çıktı. Çünkü imparatorluk içerisindeki Türk olmayan Müslüman gruplarda da milliyetçi hareketler giderek güçlenmeye başladı.

Osmanlıcılığı ve Panislâmcılığı ortaya çıkaran unsurların pek çoğu aynı zamanda o dönemde henüz başlangıç hâlinde olan Türk milliyetçiliğinin de gelişmesine 
yol açmıştır. Bu iki fikir akımının yetersizliklerinin zamanla ortaya çıkması sonucunda Türk milliyetçiliği giderek daha da güçlenmiştir. Bunda 1910 yılından 
itibaren yoğun bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’na gelen birçok Asyalı Türk aydınının da katkısı olmuştur. Bunlar ayrıca daha çok ülke sınırları içinde sınırlı 
olan diğer iki görüşün aksine dikkatlerin Rusya, İran ve değişik bölgelerde yaşayan Türklerle bir birlik oluşturma düşüncesine çevrilmesine sebep olmuşlardır. 

Çünkü söz konusu bölgedeki halklar Türklerle sadece aynı ırka değil aynı zamanda aynı dine de mensuptular.[11]

Artık Osmanlıcılık fikrinin devleti bir arada tutamayacağı anlaşılmış, İslâmcılık fikrinin de Müslümanların birleştirmediği görülmeye başlanmıştır. Tüm bunların 
etkisiyle çeşitlenen siyasi hayat içinde milliyetçilik akımı II. Meşrutiyetten sonra iyice belirginleşmiş ve değişik hedefleri olan ulusçuluk tartışmalarını 
başlatmıştır. Bundan sonra Milliyetçilik, kültürel alanda, fikri alanda ve siyasi alanda gelişmeye, yayılmaya ve Türklerin kurtuluşu için tek çare olarak 
görülmeye başlanmıştır.

Bu üç fikir akımının mevcut durum göz önüne alınarak değerlendirilmesi ve Türkçülük veya Milliyetçilik fikrinin en uygun çözüm olduğunun ispatlanmaya 
çalışılması ise ilk olarak Yusuf Akçura tarafından, Kazan’da yazılıp Mısır’daki ‘’Türk Dergisi’’nde yayımlanan  ‘’Üç Tarz-ı Siyaset’’ isimli yazı ile ortaya 
konulmuş tur. Diğer görüşleri savunanlar tarafından yoğun eleştirilere uğrayan bu yayım tüm olumsuz eleştirilere rağmen milliyetçilik anlayışının daha sonraki 
gelişiminde oldukça önemli etkiler bırakmıştır.

Akçura bu eserinde; Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncelerinin olumlu ve olumsuz (güçlü ve güçsüz) yönlerini açıkladıktan sonra kendi görüşüne göre ülkenin 
ve milletin geleceği için en uygun çare olacağını düşündüğü Türkçülük hakkında değerlendirmeler yapmıştır. Buna göre; önce Osmanlı İmparatorluğu içindeki 
Türkler ve az da olsa Türkleşmiş olan diğer Müslüman unsurlar (Türkleştirilerek) ile Türk milliyetçiliği esasında bir birlik sağlanması, müteakiben Asya ve Doğu 
Avrupa’daki Türklerle birleşerek büyük bir Türk birliği kurulmasına çalışılması en uygun çözümdür.[12]

Milliyetçiliğin oldukça uzun bir zamandır dil, kültür ve fikir alanında etkinliğini sürdürmesine rağmen bu yaklaşım büyük bir siyasi Türk birliğinin kurulmasını 
ortaya atan sistemli ilk yaklaşım olmuştur. Bu yaklaşım daha sonra; bir yönüyle milliyetçilerin bir kısmının ‘’Turancılık’’ diye ifade edilen Türk birliğini  savunması na yol açtığı gibi diğer yönüyle (Türk çoğunluğu ve azda olsa Türkleşmiş diğer unsurların tamamen Türkleştirilmesi anlamında) de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra yeni bir millet oluşturma sürecine etki etmiştir. Yusuf Akçura 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gelmiş ve bu fikirlerini ‘’Türk Yurdu Gazetesi’’nde yayımladığı yazılarla geniş kitlelere açıklamaya başlamıştır.

Türk milliyetçiliğinin temelleri dil, tarih ve edebiyat sahasındaki çalışmalarda o tarihe kadar büyük merhaleler kaydetmiş ve kültürel temelleri atılmıştı. 

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Paris kolu daha 1902 ve 1906 döneminde milliyetçilik görüşünü benimsemiş ve buna göre faaliyetlere başlamıştı.[13] 
Bunların da etkisiyle milliyetçilik fikri daha hızlı yayılmaya ve teşkilâtlanmaya başladı. Bu dönemde milliyetçiliği savunan birçok yayının yanında birçok 
cemiyet de kurulmuştur.

Bu sırada Türklerde milleti sosyal bir gerçek olarak ilk defa tarif eden kişi Ziya Gökalp olmuştur. Gökalp, milleti meydana getiren temel faktörlerin ırk, 
kavim, coğrafya olmadığını ifade etmiş milletin; dilce ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan 
topluluk olduğunu belirtmiştir.[14]

Buraya kadar bahsedilmeyen ve oldukça etkili olan diğre bir fikir akımı da Batıcılık’tır.[15] Ancak bu fikir kendi başına milliyetçilik üzerinde müstakil bir 
etkiye sahip olmadığı gibi diğer fikir akımlarını savunanların da büyük bir kısmı, birbirlerinden oldukça farklı yorumlasalar da, aynı zamanda Batıcılık akımına 
taraftardırlar.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

..***

30 Mayıs 2017 Salı

Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi


Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi 



*İbrahim Yavuz 
* Editörler: İsmail Kara, Asım Öz, Zeytinburnu Belediyesi, İstanbul 2013 


Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi1 

   17-19 Mayıs 2013 tarihleri arasında aynı isimle düzenlenen sempozyumda sunulan tebliğlerin kitaplaştırıldığı bu çalışma, tarih, siyaset 
ve sosyoloji açısından İslamcılık kavramının içerdiği dinamikler ile oluşum ve gelişim çizgisini belirlemeye yönelik bir çabayı yansıtıyor. 

Batılılaşma, laikleşme ve dinin bireysel alandaki tezahürüne bile tahammül gösterilmeyen toplum mühendisliğine karşı toplumsal direncin ve refleksin bir 
tarihini de İslamcılık adlı kapsayıcı bir başlığın içerisinde inceleyen bu çalışmada olgunun ve sürecin pek çok yönü ele alınıyor. 

Tarihsel sürece bakışlar bölümünde İslamcılık olgusuna kavramsal düzeyde bir tanım getirilmeye ve tarihsel kaynaklarına yönelik arayışlara 
ağırlık veren çalışmalara yer veriliyor. 

“İslam Yorumları, Sorunları ve Siyaset” bölümünde İslam’ın çeşitli tezahürlerinin (selefilik, içtihad, tasavvuf ve tarihsellik gibi) fikir düzeyinde 
İslamcılık kavramını şekillendirme ve etkileme güçlerine değiniliyor. 

“Öncüler ve Dönüştürücüler” bölümünde Bediüzzaman Said Nursi, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç ve İsmet Özel üzerinden 
İslamcılığın niteliği ve gelişim çizgisi ele alınıyor. 

“Tercümeler ve Etkileri” bölümü de Türkiye Müslümanlarının kültürel geçmişlerinde ve zihinsel oluşumunda Hint ve Arap dünyasından yapılan 
tercüme faaliyetlerinin tesirleri ve belirleyici yönleri üzerine yapılmış çalışmalara ayrılmış. Seyyid Kutup, Mevdûdi, Rene Gûenon, Seyyid Hüseyin, 
Nasır, Ali Şeriati ve Muhammed İkbal gibi tercüme hareketinin önemli isimlerinin tercümelerle sınırlı olmayan etkilerine değiniliyor. 

“Dönemler ve Zihniyetler” bölümünde İslamcılık olgusunun bir harekete dönüşmesinin aşamaları ve bu aşamalarda aldığı biçim ve evrildiği zihin 
dünyasının temelleri, farklılıkları, yeni soruların ve sorunların ortaya çıkış süreçlerini irdeleyen çalışmalar bulunuyor. 

İslamcılığın Sanat ve Edebiyat cephesinden görünümünü ve birikimini tespite yönelik çalışmaların yer aldığı bölümün ardından “İslamcılık 
tartışmaları”nın daha çok siyasal çizgisi ve kazanımları, kayıpları, geleceği gibi tartışmaların yer aldığı bölüm adeta post İslamcılığın da tartışılmasına 
kapı aralıyor. 

Bu çalışma ile İslamcılık kavramının sorunluluğu ve sınırlılığı da dikkate alınırsa, tebliğlerin hem konuları hem de muhtevaları itibari ile sorunları 
yeniden görmemize yarayacağını ve içe kapanmadan daha geniş tarihsel olguları ve kaynakları dikkate alan analizlere ve birikimlere yol açacağını 
ümid ederiz. 


Özgeçmişler 


Salih Yılmaz (Doç. Dr.) 

1998 yılında Gazi Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Tarih Eğitimi bölümünde lisansını tamamladı. 2000 yılında Sakarya Üniversitesi, Yeniçağ Tarihi Anabilim 
dalında yüksek lisans; 2006 yılından ise Ankara Üniversitesi, Genel Türk Tarihi alanında doktora eğitimini tamamladı. 2009 yılında Muğla Üniversitesi, 
Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümünde Yardımcı doçent olarak göreve başladı. 2010 yılında ise doçent unvanını aldı. 2011 yılından itibaren Ankara-Yıldırım 
Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. 


Kadir Kon (Okutman) 

1998’de Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu. Eğitim amacıyla 2000-2005 yılları arasında Almanya’da bulundu. Yüksek 
lisansını Marmara Üniversitesi’nde Yakınçağ Tarihi alanında yaptı (2011). 20092013 yılları arasında Çankırı Karatekin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih 
Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2013 yılı Ağustos ayından bu yana İstanbul Teknik Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü’nde 
okutman olarak görev yapmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İslam Stratejisi (Küre yayınları, 2013) adıyla yayınlanan eserin sahibi olan Kon, 
araştırmalarını Birinci Dünya Savaşı, İslamcılık, Propaganda, Basın, Türk Kurtuluş Savaşı, Erken Dönem Cumhuriyet Türkiye’si gibi konular üzerinde sürdürmekte olup, sözkonusu alanlarda yayınlanmış çeşitli telif ve tercüme makaleleri ve kitapları bulunmaktadır. 

Burak Samih Gülboy (Doç. Dr.) 

1993 yılında Bilkent üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun oldu. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak göreve başladı. 1996 yılında İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyasi Tarih Anabilim 
Dalı’nda Yüksek Lisans çalışmalarını, 2002 yılında da İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’nda Doktora 
çalışmalarını tamamladı. 

2005 yılında İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Yardımcı Doçentliğe atandı. 2009 yılında Siyasi 
Tarih Anabilim Dalında Doçentlik unvanı aldıktan sonra, 2011 yılında İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 
Doçentlik kadrosuna atandı. 2013 yılında Kanada’nın Queen’s Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak çalışmalarını devam ettirdi. Halen İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğretim Üyeliği ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Başkanlık görevlerini sürdürmektedir. 

Yazarın Birinci Dünya Savaşı Tarihi isimli kitabından başka, gene 19. Yüzyıl Avrupa diplomasi tarihi ve Birinci Dünya Savaşı ile ilgili muhtelif kitap bölümleri 
ve makaleleri bulunmaktadır. 


Tuncay Öğün (Doç. Dr.) 

1985 yılında Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümünden mezun oldu. Yüksek Lisansını 1992 tarihinde İnönü Üniversitesi, Sosyal Bilimler 
Enstitüsünde hazırladığı “Osmanlı-Rus Harplerinde Sarıkamış ve Sarıkamış Kasabasının Ortaya Çıkışı” adlı teziyle tamamladı. Aynı Enstitüde hazırladığı 
“Kafkas Cephesinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki İaşesi” adlı teziyle 1997 tarihinde Doktora derecesi aldı. 2011 yılında Yeniçağ ve Yakınçağ Tarihi alanında 
doçent oldu. 

“Kafkas Cephesinin I. Dünya Savaşı’ndaki Lojistik Desteği (1999)”, “Unutulmuş Bir Göç Trajedisi/Vilayât-ı Şarkiye Mültecileri (2004)” ve “Doğu’nun Mirlerine Son Veda: Cizreli İzzeddin Şîr Bey ve İsyanı (2010)” adlı üç kitabı ve çeşitli dergilerde makaleleri yayınlandı. Alanıyla ilgili ulusal ve uluslararası sempozyumlara bildiriler sundu.

Doç. Dr. Tuncay Öğün, halen Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümünde görev yapmaktadır. 


Nesime Ceyhan Akça (Doç. Dr.) 

1997’de Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümünü bitirdi. Gazi Üniversitesi’nde 2001 yılında “Edebiyat Sosyolojisi Açısından 12 Eylül Şiiri” adlı 
tezle yüksek lisansını, 2006 yılında “II. Meşrûtiyet Devri Türk Hikâyeciliğinde Tema (1908-1918)” adlı teziyle doktorasını tamamladı. 2011’de Yeni Türk Edebiyatı doçenti oldu. Hâlen Çankırı Karatekin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Yeni Türk Edebiyatı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 

Eserleri: Osmanlı Dağılırken Ağlayan Hikâyeler /1: Balkan Savaşı Hikâyeleri, Osmanlı Dağılırken Ağlayan Hikâyeler /2: Trablusgarp Hikâyeleri, Osmanlı 
Dağılırken Ağlayan Hikâyeler /3: Birinci Dünya Savaşı Hikâyeleri, Millî Mücadele Hikâyeleri, II. Meşrûtiyet Dönemi Türk Hikâyesi (1908-1918), 19.yy.da Harputlu İki Şâir Mustafa Âsım ve Çeribaşızâde Ali Bey’ler (Devir, Şâir, Eser, İnceleme), Edebiyat Sosyolojisi Açısından 12 Eylül Şiiri 

D. Mehmet Doğan (Yazar) 

  SBF. Basın ve Yayın Yüksek Okulu’na (şimdi Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi) girdi. Bu okulun radyo-televizyon uzmanlık bölümünden mezun oldu (1972). Mezuniyetten sonra Türk Tarih Kurumu Yeni Türkiye Araştırma Merkezi’nde dokümantalist olarak çalıştı (1972-1974). Dergâh yayınları’nda (yayın yönetmeni, 1975-1977), TRT Kurumu’nda (Genel Müdür danışmanı, 1977-1978), tekrar Dergâh yayınlarında (1978) çalıştı. Yayıncılığı ara vererek Ankara’ya döndü ve Büyük Türkçe Sözlük’ü hazırlamaya başladı, Türkiye Yazarlar Birliği’nin kuruluş çalışmalarını yürüttü ve Birlik Yayınları’nı kurdu (1978-1980). TBMM tarafından Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine seçildi (22.5.1996). Bu görevi, Temmuz 2005’te sona erdi. Halen Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı Başkanı. 

Eserlerinden bazıları: Batılılaşma İhaneti, Tarih ve Toplum-Toplum yapımızın tarihi oluşumu, Dil Kültür Yabancılaşma, Halka Karşı Demokrasi, Camideki 

Özgeçmişler 183 

Şair-Mehmed Akif, Türkiye’de Darbeler Müdahaleler ve Siyasî Sistem, Kemalizm, Kültürel Savaş ve Savaş Kültürü, İletişim veya Dehşet Çağı, Kitaplık Kılavuzu, 
Türkistan-Türkiye Gergefinde İran, Türkendülüsiye-Hilâl Operasyonu, Bir Lügat Bulmadım, Yüzyılın Soykırımı, Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu, Devlet Sözlük yazar mı?, İslâm Şâiri İstiklâl Şairi Mehmed Âkif, Türkistan Türkiye/Türk Kimliğinin Coğrafyaları, Son Darbe Ergenekon, Büyük Türkçe Sözlük, Okullar İçin Büyük Türkçe Sözlük, İlk Sözlük, Temel Büyük Türkçe Sözlük 


ÖZEL NOT, TÜRKİYE SON DÖNEM EDEBİYAT ALANINDA DEĞERLİ YAZAR VE SANATÇI YETİŞTİREMEDİ.., 
VAR OLANLARINDA KIYMETİNİ BİLELİM.,  KATKI VE BİLGİLERİNDEN DOLAYI TÜM YAZARLARIMIZA TEŞEKKÜR EDERİM..
SAYGIYLA,,



***