16 Temmuz 2017 Pazar

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 3

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 3


Kamu iç Borçlanma profiline baktığımızda ise 1995 ve 1996 yılında bono ağırlıklı borçlanmanın yapıldığını söyleyebiliriz. 1997 yılından itibaren ise iç borçlan malar tahvil ağırlıklı hale gelmiştir. 1997-2002 yılları arasındaki tahvil borçlanma düzeyi %74,2 seviyesindedir. Borçlanmanın tahvil ağılıklı konuma gelmesi, iç borçlanmada vade baskısının azaldığını göstermektedir. Nitekim 1995 ve 1996 yılında iç borçların vadesi 200 gün civarında iken, daha sonraki yıllarda ortalama bazda vade süresi artmıştır. 1997 yılında 350, 1998 yılında 233 ve 1999 yılında 479 gün düzeyinde gerçekleşmiştir. 

Özellikle 1996 yılından itibaren Merkez Bankasının ve Hazinenin saydamlık temelinde uyum içerisinde politika önceliklerini belirlemeleri ve bunu uygulamalarına yansıtmaları etkili olmuştur. 

Bunun yanında özellikle 1998 yılından itibaren piyasa oyuncularının davranışları borçlanmanın vade ve yapısında belirleyici unsur konumundadır. 

Hazine genellikle söz konusu oyuncuların talep ve beklentileri nedeniyle faiz ve vadelerle borçlanma zorunda kalmıştır. Çünkü bu dönemde siyasi istikrar 
sağlanamadığı gibi uluslararası düzeyde meydana gelen ekonomik kriz, kamu kesiminde ve maliyesinde arzulanan mali disiplinin tesis edilememesine ve bu 
süreçte hazinenin rasyonel öngörülerle hazırlamış olduğu borçlanma politikalarının uygulanabilirliğinin sekteye uğramasına neden olmuştur. 

Tablo: 3 



Grafik-2: İç Borç Servisi ve Faiz Ödemesinin Milli Gelire Oranı 


İç borç faiz oranları ve iç borç faiz ödemeleri, kamu borçlanmalarının sürdürülebilirliği ve kamu harcamalarının disipline edilmesinde üzerinde önemle 
durulan değişkenlerdendir. Kamu maliyesinde yaşanan derin yapısal sorunlar ve mali disiplinin sağlanamaması sonrasında, Türkiye’de iç borçlanma gereksinimi 
içinde tutulmuştur. Yapılan borçlanmalar ile sağlanan kaynakların da ekonominin öncelikleri doğrultusunda rasyonel kullanılmayıp, siyasal yapının popülist 
önceliklerine göre değerlendirilmiş olması, uzun süre borç yönetimini sadece vadesi gelen borçların ödenmesine dayanan bir borçlanma politikasının 
yürütülmesine sebebiyet vermiştir. 

Yukarıdaki tablodan da görüleceği üzere Türkiye’de kamu iç borçlarında sürekli olarak artış sergilenmektedir. Fakat bu artış özellikle 28 Şubat sonrası dönemin 
yer aldığı 1997-2000 yılları arasında daha belirgin oranda yükselmiştir. 1997-1999 aralığında faiz giderleri beş kat artarken, bu sürece 2000 yılını da dahil 
ettiğimizde giderlerdeki artış 9,4 kat seviyesinde yükseliş göstermektedir. 

Öte yandan iç borç servisi ve iç borç faiz ödemelerinin milli gelire oranlarına bakıldığı zaman da, her iki değişkene ait değerlerin 1997 yılında azaldığı 
devamındaki yıllarda ise artış trendine girdiği görülecektir. İç borç servisinin gayri safi milli gelire oranı 1996 yılında 31,4 iken, 1997 yılında 17,4 seviyesine 
inmiş, daha sonraki yıllarda sırasıyla %26,4 ve %32,5 düzeyinde olmuştur. İç borçlanma faiz oranlarının milli gelire oranında da benzer tabloya rastlanmaktadır. 
1996 yılında %8,8 olan oran 1997’de %6,7 oranına düşmüştür. İzleyen yıllarda ise bu oran tekrar artarak sırasıyla %10,5 ve 12,6 rakamlarına ulaşmıştır. 

1997 yılındaki faiz giderlerinin milli gelire oranındaki azalmada ilgili dönemde uygulanan havuz sisteminin katkısı söz konusudur. İç borçların faiz ödemeleri nin milli gelire oranının sabit kaldığı varsayıldığında 2000 yılı da dâhil olmak üzere Türkiye’nin 34 milyar dolar daha az faiz ödemesi yapılacağını söyleyebiliriz. 

Öte yandan iç borçların alıcılara göre dağılımına ilişkin tabloya bakıldığında, tüm dönemlerde bankacılık kesimi oransal bazda küçük değişmelere karşın her 
zaman birinci sırada yer almaktadır. 
Yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak uzun yıllar boyunca iç borçlanma senetlerinden vergi alınmaması ya da cüz’i düzeyde vergi alınması yanında 
devlet garantisi altında yüksek getiriler sunmasından dolayı iç borçlanma senetleri bankacılık kesimi tarafından cazip yatırım aracı olarak görülmüştür. 

Tablo: 4 



 Bankacılık kesimi reel ekonomiyi finanse etme yerine yüksek maliyetle kamu kesimini finanse ederken, bono ya da tahvil alımında zorlandığı zamanlarda ise 
sendikasyon kredisi ile yurt dışından borçlanarak kur riskini üstlenmiştir. Daha sonra meydana gelen krizlerde devlet iç borçlanma senetlerinin değer kaybetmesi ve kur farkından doğan yüksek maliyetler de krizin daha da derin hissedilmesinin önünü açmıştır 359. 

Tablo: 5 



Yukarıdaki tabloda kamu ve özel kesime ait dış borçların gelişimi sunulmuştur. Tablodan görüleceği üzere kamu sektörünün dış borçları 1997 yılında ve 1998 
yılında hem rakamsal hem de oransal bazda azalmıştır. Bu oran 1999 yılından itibaren tekrar artışa geçmiştir. Öte yandan özel kesimin dış borçlarında sürekli 
artış söz konusudur. Bu borçlanmaların bir kısmı yatırım amaçlı borçlanmalardan ibaret iken, diğer bir kısmı da kamu borçlanma ihtiyacını karşılamak için 
bankacılık kesimin yurt dışından sağladığı sendikasyon kredilerinin de dahil olduğu kısa vadeli kredilerdir. 

Tablo: 6 




Tablo:6’da dış borçların vadelerine ve ödeme türlerine göre yıllar itibariyle değişimi sunulmuştur. 2001 yılına kadar kısa vadeli borçların toplam dış borçlara oranında artış olmuştur. 1995 yılında 15, 7 milyar dolar olan kısa vadeli dış borçlar 2000 yılına gelindiğinde 28,3 milyar dolara çıkmıştır. Kriz sürecinde kısa vadeli sermaye çıkışlarından dolayı kısa vadeli dış borçlarda azalış meydana gelmiş, ayrıca borçlanma maliyetlerinin yükselmesi yurt dışından borçlanma 
imkanlarını sıkıntıya sokmuştur. Buna karşılık orta ve uzun vadeli borçlanma miktarında ele alınan periyot sürecinde sürekli artış kaydedilmiştir. Söz konusu 
borçlar 1995 yılında 57,5 milyar dolarken 2002 yılında iki katına ulaşmış ve 113,7 milyar dolara çıkmıştır. 

2.3.Faiz Oranlarının Yükselmesi 

Faiz; parayı bir başkasına kiraya vermenin bedeli olarak tanımlanmaktadır. Faiz haddi ise ekonomide para talebi ile para arzını birbirine eşitleyen fiyata 
denilmektedir. Faiz haddinin belirlenmesinde bireylerin varlıklarını para veya diğer aktiflerde tutma istekleri önemli bir yere sahiptir360. 

Keynesyen ve neo-klasik düşünce genelde düşük faiz oranlarının ekonomide büyümeyi teşvik edeceği, tasarrufların ise büyük ölçüde gelir düzeyine bağlı olarak değişeceğini varsaymıştır. 1970’li yılların başlarına kadar tüm ekonomistler için tasarruf ve faiz oranları arasındaki ilişkinin ters yönde olduğu genel kabul gören bir düşünce olmuştur. Yatırımlarda meydana gelen artışlar ile birlikte meydana gelen gelir artışlarının tasarruf oranlarını artıracağı kabul edilmiştir. Mc Kinnon ve Shaw bu görüşün aksine gelişmekte olan piyasalarda dış kaynak ve borçlanma imkânlarının sınırlı olması, yatırım ve tasarruf arasında anlamlı bir ayrımın bulunmaması, ayrıca sermaye piyasalarının tam olarak çalışmadığı bir ekonomik yapıda tasarrufların yükseltilmesi için reel faiz oranlarının yükseltilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre; bu ülkelerde ekonomik gelişmeyi sınırlayan asıl etken kârlı yatırım alanlarının kısıtlı olması değil, tasarruf ve yatırılabilir fonların yetersiz olmasıdır 361. 

Bu doğrultuda özellikle son yirmi yıllık süreçte gelişmekte olan ülkelerin ekonomik kalkınmalarını daha yüksek oranda gerçekleştirmeleri amacıyla liberal iktisat politikaları bağlamında finansal piyasalarında liberalizasyon yaptıkları ve kalkınmanın finansmanı noktasında pozitif faiz uygulamasını tercih etmiş oldukları gözlemlenmektedir. 

Özellikle gelişmekte olan ülkelerde finansal piyasaların liberalleşmesiyle birlikte kamunun finansman ihtiyacını karşılamak amacıyla faiz oranlarının artırılması bir taraftan spekülatif amaçlı kısa vadeli sermaye girişlerini artırırken diğer taraftan da kamunun borç- faiz kısır döngüsünün içine girmesine neden olmuştur. Bu bağlamda büyüme ve reel faiz oranları borçlanmanın sürdürülebilirliği 
açısından önem arz etmektedir. Büyüme oranının reel faiz oranına eş değer olması kamunun borç yükünün artmasına engel olmaktadır. 

 Faiz oranı artışları özel kesimin borçlanma maliyetlerini de artırmaktadır. Yükselen faizler nedeniyle kredi maliyetlerinin artması sonucunda müteşebbisler yatırım kararlarında çekingen davranmaya başlarlar. Yüksek faizler yatırımlarını öz kaynakları ile gerçekleştirmeye çalışan girişimciler üzerinde de olumsuz bir etki yapar. Çünkü yatırım kararlarında üzerinde durulan en önemli konulardan birisi de yatırımlardan beklenen kârın faiz oranlarından büyük veya hiç olmazsa ona eşit olmasıdır. Aksi takdirde elinde yatırımlarda kullanılmak üzere kaynağı bulunan müteşebbisler söz konusu kaynaklarını riskli yatırımlarda kullanma yerine riskli olmayan banka mevduatı veya devlet tahvili şeklinde değerlendirme yolunu seçecektir. Bu yüzden yüksek reel faizler arz yönlü enflasyonist sürecin işlerlik kazanmasının önünü açmaktadır362. 

Öte yandan yüksek faizlerin ekonomiye hangi yönde etki ettiği de önem arz etmektedir. Yüksek faiz katı parasal politikaların yansıması olabileceği gibi, 
enflasyonist beklentilerin yansıması da olabilmektedir. Aynı zamanda bunların kısa dönem veya uzun dönem olarak ele alınmasına da bağlıdır. Kısa dönem için 
yüksek faizler enflasyonu düşürücü etki meydana getirirken uzun dönemde bu etki ortadan kalkmaktadır363. 

Piyasa ekonomisinin en önemli unsurlarından olan faizin, ekonominin tüm kesimleriyle olduğu gibi, özellikle ekonomideki arz ve talep kesiminin yakından 
ilgili olduğu enflasyonla, aynı zamanda enflasyonun ile faiz arasında da kuvvetli etkileşim bulunmaktadır. Fakat kimilerine göre bu ilişki faiz oranından 
enflasyona doğru iken kimilerine göre de enflasyondan faiz oranına doğrudur. İlişkinin yönü konusunda değişik fikirler bulunmasına karşın ilişkinin olduğu 
yönünde ortak bir görüş bulunmaktadır364. 

 Bilindiği üzere borç verilebilir fonların arz ve talep yapısı faiz oranlarının üzerinde belirleyici olan temel faktörlerin başında gelmektedir. Yatırım harcamaları bir yana, tüketim harcamalarının finansmanında bile sıkıntıların yaşanabildiği özellikle gelişmekte olan ülkelerde, kamu kesimi söz konusu arz talep yapısının şekillenmesinde aktif rol alarak ilgili piyasada en büyük oyuncu durumunda bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu ülkelerde kamu transfer harcamalarının da faiz oranları üzerinde önemli etkilere sahip olduğu söylenebilir. Öte yandan gelişmiş ülkelerde ise bu etkileşimin aynı yoğunlukta olduğunu söylemek güçtür 365. 

Kamu harcamalarındaki artıştan doğan finansman ihtiyaçları faiz oranlarını etkileyebilmektedir. Ancak, kamu harcamalarının borçlanma ile finansmanının 
sonuçlarını net olarak belirleyebilmek için borçlanmanın hangi kesimlerden yapıldığının da bilinmesi gerekmektedir. 

Bilindiği gibi kamu harcamalarının finansmanında borçlanma alternatifi söz konusu olduğunda devlet kişi veya firmalardan, bankalardan ve merkez bankası 
kaynaklarından yararlanabilmektedir. Devletin kamu harcamalarının finansmanında merkez bankası kaynaklarına başvurması durumunda ekonomi üzerinde meydana gelecek etki çoğu durumda genişletici olmaktadır. Merkez bankası kaynaklarına yoğun olarak başvurulmasının enflasyonist etkilere yol açarak faiz oranları üzerinde önemli baskılar yarattığı söylenebilir. Diğer yandan devletin kişilerden ve bankalardan borçlanmasının ekonomik etkileri ise söz konusu fonların devlete borç verilmemesi durumunda nasıl değerlendirileceğine bağlı olarak değişmektedir. Tüketimde kullanılacak kaynakların kamu harcamasına dönüşmesi tüketim harcamaları üzerinde baskı yaratabilirken, tasarrufların kamu kesimine yönlendirilmesi faiz oranları ve dolayısıyla özel yatırımlar ve büyüme üzerinde etkili olmaktadır. 

Faiz oranları üzerinde salt ekonomik faktörlerin yanı sıra politikacıların özellikle de ekonomi bürokrasisinin ve piyasa oyuncularının türlü spekülatif hareketlerle 
önemli etkilerinin olduğu, bunun yanında uluslararası siyasi, mali gelişmeler ve beklentilerin de söz konusu süreçte kısmen belirleyici oldukları söylenebilir366. 

Ülkenin dışa açık olması durumunda sermayenin mobilitesi artacağından, faiz oranları ulusal parada beklenen değer değişimi, bazı risk faktörleri ve dünya faiz oranlarına bağlı olarak değişim gösterecektir 367. Bu koşullarda ekonomik birimler küçük bir arbitraj fırsatını değerlendireceklerdir. Dışa açık ekonomilerde yurt içi faiz oranları global koşullardan kolaylıkla etkilenebilecektir. Genelde 
LİBOR yada ABD hazine bonosu faizleri referans olarak alınmaktadır. Çünkü buralardaki kıymetlerin risk unsuru hemen hemen sıfır düzeyinde belirlenmiş faiz oranlarıdır. Likidite ya da geri ödememe risklerine bağlı olarak diğer ülke varlıklarının faiz oranları bu oranlara göre belirlenmektedir. Teorik olarak likidite durumu arttıkça mevduata olan talep artığından varlık fiyatlarının yükselmesi   gerekmektedir. Piyasalarda likidite koşullarının değişmesi nedeniyle merkez bankasının da buna paralel olarak faiz oranlarında değişikliğe gitmesi beklenmektedir 368. 

Dua ve Pandit’in Hindistan özelinde faiz oranlarının temel belirleyicilerini belirlemeye yönelik bir çalışmada faiz oranlarının reel para arzından, reel kamu harcamalarından, enflasyon oranından, dış piyasalardaki faiz oranlarından, kamunun borç yapısından ve forward premium 369’dan etkilendiği belirlenmiş tir. Bu bağlamda faiz oranının kontrol altına alınması için enflasyonun kontrol   edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde nominal faiz oranları yükselmekte bu da kamunun borç yükünü artırmaktadır. Öte yandan kamu harcamalarının söz konusu büyüklükler üzerindeki etkisinden de hareketle kamu harcamalarını disipline etmeden faiz oranlarını kontrol altında tutmanın çok güç olacağı söylemek gerekmektedir 370. 

Sonuç olarak, faiz oranları ulusal parada beklenen değer değişimi, piyasalardaki para durumu ve kamu borçlanma gereğinin büyüklüğünün yanında belirsizlik, güvensizlik ya da gerginlik ortamı ve dış piyasalardaki gelişmelerin etkisiyle şekillenmektedir 371. Bu bağlamda 28 Şubat sonrasında kamu borçlanma gereğinin şiddetinde artış ile birlikte piyasadaki belirsizlik ve güvensizlik ortamından dolayı da faiz oranlarında yükseliş meydana gelmiştir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder