3 Kasım 2017 Cuma

Uluslararası Terörizm İle Mücadelede Hukuki Önlemler BÖLÜM 3

Uluslararası Terörizm İle Mücadelede Hukuki Önlemler  BÖLÜM 3



2005 Terörle Mücadele Yasası’nın üzerinden bir yıl geçmek üzeredir ve hatırlanacağı üzere yasa Hükümet’in muhaliflere yasayı bir yıl sonra gözden geçirme sözü üzerine geçmişti. Bu da yasanın 2006 yılında da İngiltere’de hararetli tartışmaların odağında yer alacağını göstermektedir. Nitekim Blair Hükümeti 2 Şubat 2006 itibariyle parlamentodan yasadaki bazı yetkilerin ve sınırlandırmaların (yargısız, cezasız ev hapsi gibi) uzatılmasını talep etmiştir.  Yasanın çıktığı an ile uzatmaların tartışılacağı dönem arasındaki en önemli fark ise 7 Temmuz Londra Bombalamaları’nın yaşanmış olması olacaktır. 

VIII. 7 TEMMUZ LONDRA SALDIRILARI 

7 Temmuz Londra saldırıları ‘İngiltere’nin 11 Eylül’ü olarak adlandırılmıştır ve İngiltere’nin terör konusundaki panik halini daha da arttırmıştır. Saldırılar ülkenin kalbinde gerçekleştirilmiş ve 52 kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Çok sayıda yaralının dışında İngiliz vatandaşları her an terör saldırısının olabileceğini, üstelik saldırganlarının ülkelerinde yaşayan kişiler olduğunu düşünmeye başlamışlardır. 7 Temmuz saldırıları koordineli bir dizi intihar saldırısıdır. 
Temelde Londra’nın ulaşım sistemini hedef almıştır. Ulaşım sisteminin seçilmesinin de özel bir nedeni vardır. Toplu taşıma sistemleri modern yaşamın atar damarları gibidir ve bunlarda yaşanacak bir tıkanma modern yaşamı sekteye uğratır. Bu da terör örgütlerinin oluşturmak isteği güvenlik bunalımını arttırır. Bu nedenle saldırganlar kendiler açısından oldukça iyi hedefler seçmişlerdir. Nitekim saldırılardan sonra Batı dünyasında metro ve diğer toplu taşım araçlarının kullanımında belli bir süre azalma yaşanmıştır. En yoğun saatlerden birinde (08:50) gerçekleşen saldırılarda ilk üç bomba metro istasyonlarında patlamıştır. Dördüncü bomba ise 09:47’de Tavistock Meydanı’nda bir otobüste patlamıştır. Olaylarda 56 kişi hayatını kaybederken 700’den fazla kişi de yaralanmıştır. Olay 1988’de Pan Am yolcu uçağının İskoçya semalarında havaya uçmasının ardından gerçekleşen en büyük terör saldırısı sayılmıştır. Hatta bazı kaynaklar bu saldırıları İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşen en kanlı saldırı olarak değerlendirmişlerdir. Saldırının yapılış şekli dikkate alındığında bu saldırının Pan Am Saldırısı'ndan daha dehşet verici olduğu ve İngilizlerin kendilerini daha fazla savunması hissetmelerine yol açtığı muhakkaktır. Saldırıları etkili kılan bir diğer neden de, bu esnada İngiltere’nin 31. G8 Zirvesi’ne ev sahipliği yapıyor olması ve dünyanın en güçlü liderlerinin İngiltere’de bulunuyor olmasıdır. Ayrıca bombalama Londra’nın 2012 Yaz Olimpiyatları’na ev sahipliği yapacağının açıklanmasından bir gün sonra olmuştur. Olayın bir diğer dikkat çekici özelliği Batı Avrupa’da İslamcı terör gruplarınca gerçekleştirilen ilk intihar saldırısı olmasıdır. Üstelik saldırganlar İngiltere’de yaşamaktadırlar ve hatta İngiliz vatandaşıdırlar. 

7 Temmuz saldırılarından sonra 2005’de 130 terör zanlısı tutuklanmıştır.  Bunlardan sadece 4 kişi olayın asıl failleri olarak belirlenmiştir. Saldırılar çok sert önlemleri meşrulaştırırken, olaydan iki hafta sonra Brezilyalı bir elektrikçi olan Jean Charles de Menezes bir tren istasyonunda, sadece şüpheden hareketle vurularak öldürülmüştür. Görgü tanıklarına göre Menezes sadece trene yetişmeye çalışmıştır ve güvenlik güçleri ateş etmeden önce yeterli uyarılarda dahi bulunmamışlardır. Güvenlik güçleri ise Menezes’in şüpheli davranışlar içinde olduğunu ve başka bir bomba taşıyıcısından şüphelenen görevlilerin risk almak istemediklerini ve ateş ettiklerini belirtmişlerdir. Daha sonra sızan bilgilere göre kamera görüntülerinden Menezes’in Etiyopya veya Somali’den olduğu sanılmış, ardından 5 dakika kadar takip edilmiş, bir otobüse onunla birlikte binilmiş ve istihbarat görevlileri onu Stockwell Metro İstasyonu’na kadar takip etmişlerdir. Bu takip sırasında Menezes’in bakışları ve hareketlerinden yeni bombacının o olduğu sonucu çıkarılmış ve trene binmeden hemen önce ateş açılmıştır. Ancak olay sonrasındaki incelemeler göstermiştir ki Menezes vurulmayı gerektirecek herhangi bir eylemde bulunmamış, kendisine yeterli uyarılarda bulunulmamış, polisin kendisine saldırısı da durum ile son derece orantısız gerçekleşmiştir. Çok sayıda polis, çok sayıda kurşun kullanmış, Menezes öldükten sonra dahi ateş edilmiştir. Menezes’in terör ile hiçbir ilgisinin olmaması, polisin vurduğu kişi konusundaki tüm tahminlerinin yanlış çıkması, üstelik sadece tahminlerden hareketle ateş açması İngiliz toplumunda iki kutuplu bir tartışmayı da başlatmıştır. İngiltere Başbakanı, Hükümet, İçişleri Bakanı ve Londra Belediye Başkanı açıkça polislerin yanında yer almış, terörle mücadelede en ufak bir riskin dahi alınamayacağını savunmuşlardır. Bu yaklaşıma göre ‘kurunun yanında yaş’ da yanacaktır ve bugün olsa Menezes benzeri durumdaki başka bir kişinin vurulması da mümkündür. 

İstihbarat ve Güvenlik Birimlerinin Tutumu Tıpkı 11 Eylül saldırılarında olduğu gibi 7 Temmuz saldırılarında da en başarısız birimler aslında İngiliz istihbarat ve güvenlik birimleri olmuştur. Olay daha evvelden tahmin edilememiş ve engellenememiştir. Hatta saldırılardan birkaç hafta evvel İngiltere’nin terör alarm durumu düşürülmüştür. Saldırılardan hemen sonra İngiliz vekillerin karşısına çıkan MI5 yetkililerinin saldırılar konusunda zerre fikirlerinin olmaması da diğer bir şok edici gelişmedir. Böyle bir tablo karşısında sorumluların cezalandırılmaları beklenir. Oysa tıpkı Amerika örneğinde olduğu gibi en başarısız birimlerin önemi artmış, yetkileri de facto ve de jure olarak genişletilmiştir. Bu ortamda istihbarat ve güvenlik birimlerinin tutumu da tehlikeyi olabildiğince büyük göstermek ve mevcut yasalar ile terör ile mücadelenin mümkün olmadığının altını çizmek olmuştur. Örneğin İçişleri Bakanı Charles Clarke, MI5’ın Başkanı Eliza Manningham-Buller ve Londra Polis Komiseri James Hart Londra’da terörist saldırıların kaçınılmaz olduğunu söylemiş, bazı güvenlikçiler de 3. bombanın da kaçınılmazlığından bahsetmişlerdir.  Bu ortamda denebilir ki teröristlerden çok terörle mücadele edenler ülkedeki gerginliği canlı tutmuş ve güçlendirmişlerdir. Tek farkla, teröristler kontrolsüz bir terör isterken, terörle mücadele edenler kontrollü bir gerilimi beslemişlerdir.Hükümet’in 7 Temmuz’a Yanıtı Ulaşım hatlarına karşı şehrin kalbinde gerçekleştirilen bombalı saldırılar ve yeni saldırıların kaçınılmazlığı üzerinde oluşan efsane Hükümet üzerinde büyük bir baskıya neden olmuştur. 

11 Eylül, Afganistan ve Irak operasyonlarıyla zaten gerilmiş olan İngiliz toplumu iki kez olağan yaşamın kalbinde vurulunca güvenliği en önemli gündem maddesi olarak görmüştür. Bu noktada ünlü bir güvenlik uzmanının tespitini hatırlatmak gerekiyor: “Güvenlik oksijen gibidir. Varken varlığını anlayamazsınız, olmadığı zaman ise her şey o olur, onsuz yapamazsınız”. Bu sözlere bir noktayı daha eklemek gerekir, güvenlik bir histir ve o his kaybolmaya başlayınca panik süreci de başlar. Tıpkı oksijensiz kaldığını sanan bir kişinin içinin daralması ve boğulma tehlikesi yaşaması gibi toplumlarda da benzeri krizler yaşanır. Gerçekler ne olursa olsun, güvenliğin kaybolmaya başladığını düşünen toplumlar paniğe kapılırlar ve güvenliği tekrar elde edebilmek için neredeyse her şeylerini feda edebilirler. Olağanüstü şartlarda alınan önlemler ise bu önlemlerden yararlananlarca kısa sürede kurumsallaştırılır ve uzun döneme yayılmaya çalışılır. Özetle toplumun kendisini sadece teröristlerden veya diğer tehlikelerden değil, bu tehlikelerden yararlanmaya çalışan kurum ve kişilerinden de koruması gerekir. İngiltere’de de bazıları bu zaaf üzerinde durmuş, toplumu güvenliksiz hissine yöneltmişlerdir. Saldırılardan hemen sonra The Guardian gazetesi tarafından yapılan anket yanıt verenlerin üçte ikisinin güvenlik ve düzen için sivil haklardan taviz verilebileceğine inandığını göstermiştir. Saik ne olursa olsun toplumun Hükümet’ten beklentileri artmış ve Hükümet de kendisini yeni önlemler almak zorunda hissetmiştir. Elbette toplumun beklentilerinin yönlendirilmesinde Hükümet’in de bilinçli ve/veya bilinçsiz payı olmuştur. 5 Ağustos 2005’de Başbakan Tony Blair’in “oyunun kuralları artık” değişiyor  açıklaması anlamlıdır. Kanunlarda ne yazarsa yazsın, eğer karar alıcılar ve icracılar oyunun kurallarının değiştiğini düşünüyor ise kanunların uygulanışı tamamen değişir. Nitekim İngiltere’de de bu olmuştur. Kanunlar aynı kalsa dahi uygulama değişmiştir. Kaldı ki kanunların aynı kalmaması içinde gerekli çalışmalar süratle başlatılmıştır. İlginç olan kanun değişiklikleri için süratli davranan, hatta acelecilikle suçlanan İngiliz Hükümeti olayları parlamentoda ve kamuoyunda tartışma konusunda aynı istekliliği göstermemiştir. 7 Temmuz Saldırıları için meclis görüşme ve soruşturması açılması istendiğinde Hükümet buna karşı çıkmıştır. 

Başbakan Blair, polis ve güvenlik güçleri imkânlarının bu tür soruşturmalarda bölünmemesinin o dönem için önemli olduğunu söylemiştir. Blair’e göre çok daha acil konular varken polisin ve diğer güvenlik birimlerinin gücünün ve zamanının bölünmesi israftır. Hükümet bir yandan yasal düzenlemeler üzerinde dururken ilk hedef olarak istediği yabancıyı sınır dışı edebilme hakkını elde etmeyi gerekli görmüştür. Ancak sınır dışı edilecek kişilerin insan hakları karneleri zayıf ülkelere gönderilecek olması ve İngiltere’nin imzaladığı anlaşmalar ve hukuku ile uyumsuzluğu nedeniyle Hükümet bu ülkeler ile ikili anlaşmalar yaparak, gönderilecek kişilerin idam edilmemesi ve kötü muamele görmemesini de teminat altına alacak düzenlemelere yönelmiştir. İlk olarak Ağustos 2005’de Ürdün ile bir anlaşmaya varıldığı belirtilmiştir. Bu çerçevede 10 terör zanlısı hiçbir kanıt olmaksızın sınır dışı edilmek istenmiştir. Öyle ki Londra’da İngiltere karşıtı bir radyo işlettiği öne sürülen Suudi Arabistan kökenli Dr. Muhammed El Massari’nin dahi sınır dışı edilmesi bazı milletvekillerince talep edilmiştir. Irak ve Suudi Arabistan’a yayın yapan radyonun suçu İngiltere politikalarını eleştirmesidir. Saldırıların ardından güvenlik korkuları öylesine artmıştır ki metroda veya havaalanında ilgili ilgisiz birçok kişi gözaltına alınmış ve sonrasında hiçbir suçlama olmaksızın serbest bırakılmışlardır. Örneğin 18 Ağustos’ta iki kadın Manchester Havaalanı’nda yakalandıktan sonra hiçbir suçlama olmaksızın serbest bırakılmıştır.  

Kadınlar 2000 Terör Yasası’nın Section 15’de düzenlenen terör amaçlı para ve mal sağlamayı düzenleyen maddesi çerçevesinde yakalanmışlardır. Yine bazı evler de bu çerçevede aranmıştır. Biz ve Öteki Bölünmesi 7 Temmuz Saldırıları’nın İngiliz toplumu üzerindeki en büyük etkisi belki de kimin Britanyalı olduğu sorusu üzerinde düğümlenmiştir. İngiltere vatandaşı olmalarına ve doğduklarından beri o ülkede yaşamış olmalarına rağmen Müslümanların İngiliz (Britanyalı) olup olmadıkları tartışılmaya başlamıştır. Güvenlik ve düzen önde gelir diyen birçok grubun aslında ön kabulü Müslüman Britanyalıların gerçekte Britanyalı olmadıklarıdır. Hal böyle olunca güvenlik ve düzen için feda edilecek sivil haklar aslında o ülkenin ‘gerçek’ vatandaşlarının değil, ‘gerçekte vatandaş olmayan / olamayacak vatandaşları’nın haklarıdır. Zaten yasa değişikliği taleplerine bakıldığında bu taleplerin dış tehditlere benzer talepler olduğu da görülecektir. Güvenlik-Özgürlük İkilemi Baskı sadece Hükümet üzerinde oluşmamış, buradan yargıya da kaymıştır. Özellikle ülkedeki yabancılar ‘günah keçisi’ ilan edilirken sınırdışı etme davaları da daha çok kamuoyunun gözü önünde cereyan etmiştir. Öyle ki Lord Falconer yeni yasaların yargıçlar ve mahkemeler üzerinde baskı oluşturduğunu ve yargıçları karar alırken ‘İnsan Hakları Yasaları’ndan çok ‘ulusal güvenliği’ dikkate almaya zorladığını söylemiştir. Saldırılardan bir ay sonra konuşan Lord’a göre İngiltere istediği yabancıyı sınır dışı edebilecektir, ancak bu arada birçok insan hakları ile ilgili anlaşma ve yasayı da ihlal etmiş olacaktır.  Ancak Lord’un buna çözümü İçişleri Bakanı’nın mahkemelerin danışmanlığında iç güvenlik ile bireysel özgürlükleri dengelemesidir. 

IX. TERÖR YASASI TASARISI – 

EKİM 2005 Hükümet yukarıda belirtilen baskıların da etkisiyle Sonbahar 2005’de kapsamlı bir terör yasası üzerinde durmuştur ve 12 Ekim 2005’de Terör Yasası (The Terrorism Bill) adı altında 2005 Terörü Önleme Yasası esnasında da atıfta bulunulan çalışmaların ürünü olan taslağı sunmuştur. Böylece bir yıl içinde iki ayrı temel yasa değişikliği girişimi yaşanmıştır. Terör Yasası üzerindeki tartışmalar 2006 itibariyle henüz sona ermiş değildir. Hükümet 2005 Terörü Önleme Yasası’ndaki bazı yetkileri bu yasayla genişletmek, yeni sınırlandırmalar getirmek ve bazı alanları terörle mücadele yasal düzenlemelerine dâhil etmek istemektedir. Tasarının 7 Temmuz Londra Saldırıları’nın etkisinde hazırlandığı açıktır. Parlamentonun her iki kanadında bugüne kadar süregelen tartışmalarda Hükümet ve destekçileri ile liberal duruş sergileyen muhalefet arasında ciddi bir çekişme yaşanmaktadır. Bir taraf güvenlik ve tehdit vurgusunu yaparken, muhalifler özgürlükler ve gereksiz önlemler üzerinde durmaktadırlar. Tasarıda en çok dikkat çeken öneriler dört ana başlıkta toplanabilir: - Terör eylemlerinin övülmesinin yayın veya konuşma yoluyla övülmesinin suç haline getirilmesi,

- Terörizmin hazırlanmasında kullanılan veya yararlı olabilecek materyallerin yayılmasını suç haline getirmek,
- Terörist eğitim vermeyi veya almayı, bu amaçla hazırlanmış sitelere devam etmeyi suç haline getirmek,
- Terör zanlılarını mahkemeye çıkarmadan gözaltında tutma süresinin 14 günden 90 güne çıkarılması. 

90 Güne Hayır 

9 Kasım 2005’de tasarıya verilen Hükümet değişikliği önerisinde polise 90 gün süreyle zanlıyı hiçbir suçlamada bulunmadan gözaltında tutma yetkisi verilmek istenmiştir. 2000 Terör Yasası’na göre bu süre 14 gündür ve daha önceki süre olan yedi gün yeterli bulunmayarak arttırılmıştır. Dolayısıyla 90 gün ile yedi gün karşılaştırıldığında İngiliz polisinin kayda değer bir artış istediği ortadadır. Ayrıca Hükümet polisin henüz kanıtlar olgunlaşmadan da zanlıları tutuklayabilmesi gerektiğini savunmuştur. Hükümete göre El Kaide benzeri örgütler polisten hızlı davranabilmekte ve bu da polisin haberi olmaksızın bir saldırı planının devam etmesini sağlayabilmektedir. Polisin 90 günlük süre talep etmesine getirdiği gerekçelerin başında ise ‘yeni teröristler’in, IRA’den ve diğer Kuzey İrlanda teröristlerinden farklı olarak olaylarda kayıp sayısını olabildiğince arttırma çabası gelmektedir. İrlanda teröristleri siyasi nedenlerden dolayı ölü sayısını minimumda tutarken El kaide benzeri gruplar ölü sayısını olabildiğince arttırmaktadırlar. Bu da ‘yeni teröristler’le mücadelede alınacak herhangi bir riski çok pahalı bir hale getirebilmektedir. Bu nedenlerle kanıtlar az da olsa hızlı davranılmalı ve kanıt toplama süresi boyunca zanlılar gözaltında tutulmalıdır. Polisin getirdiği ikinci gerekçe ise terör ağının uluslar arası bir hal almış olması ve aralarındaki iletişimin çok hızlı ve yoğun olmasıdır. Bu nedenle verilen sürelerde polisin kanıtları toplaması ve teröristleri engelleyebilmesi mümkün olamamaktadır. Yine polisin getirdiği bir diğer gerekçe de zanlıların gerçek kimliğini ortaya çıkarmanın zaman almasıdır. Çalıntı kimlik kartları daha fazla zaman verilmesini gerekli kılmaktadır. Yeni terör tehdidinde teröristlerle sorguda genelde bir çevirmen bulundurmak gerekmektedir, bu da sorgu süresini uzatmaktadır. Bazen sorguda çevirmenin lehçeleri vb. dahi anlaması gerekmektedir ki, böyle çevirmenleri istenilen sayıda bulabilmek zordur. Polisin bir diğer gerekçesi ise teröristlerin teknolojiye son derece uyumlu olmasıdır. Teröristler ile birlikte çok sayıda bilgisayar vb. bulunduğuna dikkat çeken Londra Polisi, terörle mücadelenin sadece şahıs yakalamak değil, aynı zamanda bilgi yakalamak olduğu ve bunun da zaman alan bir süreç anlamına geldiğini iddia etmiştir. Polis bir diğer tezinde ise biyolojik, nükleer, kimyasal, nükleer vb. tehditleri barındıran yeni terörizmin geçmişle kıyaslanamayacak kadar karmaşık olduğunu ve daha çok zamana ihtiyaç duyulduğunu söylemiştir. Yine İngiliz polisine göre teröristlerin eylemlerinden evvel yoğun bir şekilde cep telefonu kullanmaları önemli bir fenomendir. 

Bunun önüne geçmek de gözaltı süresinin uzamasından geçmektedir.

 Ayrıca yeni olaylarda bir avukat çok sayıda zanlıyı temsil etmektedir ve çoklu danışmanlıklarda süre daha fazla israf olmaktadır. Bu nedenle sorgulamanın yeterli olabilmesi için daha uzun gözaltı süresi şarttır. İngiliz polisinin gerekçeleri incelendiğinde sadece sorgunun selameti değil, terör zanlısının gözaltında tutularak eylemde bulunmasının engellenmesi kaygısı da bulunmaktadır. Ancak zanlı olmak dışında herhangi bir özelliği olmayan kişileri ihtimallerden hareketle fiziksel olarak bir yerde kapalı tutmak kişi hakları ve demokrasi açısından ciddi sonuçlar doğurabilecek bir yaklaşımdır. Zaten 90 günlük talebe en önemli eleştiriler de bu noktadan gelmiştir. Avam Kamarası 8 Kasım 2005’de 90 günlük gözaltı süresi talebini reddetmiştir. 

Oylamada 322 aleyhte oya karşın 291 lehte oy çıkmıştır. Parlamentoda muhalefet teklif edilen süre yerine hâlihazırda geçerli olan 14 günlük sürenin 28 güne çıkarılabileceği söylenmiştir, ki bu da gözaltı süresinin iki misline çıkmasına parlamentonun rıza gösterebileceğine işaret etmektedir. Yenilginin ardından hem Başbakan Blair, hem de İçişleri Bakanı Clarke yenilginin terörle mücadele konusunda yeni yasal düzenleme arayışlarını sona erdirmeyeceğini açıkladılar. Oylamadan sonra ikili Parlamento’yu halkın görüşlerini kararlara yansıtmamakla da suçladılar. Blair ve Clarke’ın bu iddialarına konu olan kamuoyu yoklamasını ise Sky News’in gözetiminde YouGov yaptı. Daha çok internet yoklaması şeklinde gerçekleşen ankete göre İngiliz halkının % 72’si 90 günlük gözetim süresini destekliyordu. Sadece % 22’lik bir kesim 90 güne karşı çıkıyordu. Ancak bu anket birçok kişi tarafından çelişkili bulundu.  BBC’nin yaptığı anket ise daha farklı bir sonuca ulaştı. Bu ankete göre 90 günü destekleyenlerin oranı % 41’di. 28 gün olsun diyenler % 24’de kalırken, 42 gün diyenler % 7 idi. 14’de, yani eskisi gibi devam etsin diyenlerin oranı ise % 28 olmuştur. Oylamaya 150.912 kişi katılmıştır. Oylamada 49 İşçi Partili milletvekilinin de tasarı aleyhine oy vermesi ve bunlardan 12’sinin eski bakanlardan oluşması 90 günlük gözaltı süresinin ne kadar büyük bir tepki çektiğinin de göstergesidir. Öyle ki Tony Blair Hükümeti bu yenilgi ile ciddi bir güven sorunu da yaşamıştır. Hükümet’in bir tasarısının bu kadar çok kendi partisinden muhalefet görmesi İngiltere için de sıkça rastlanan bir durum değildir. Aslında tasarıda belirtilen birçok nokta 90 günlük süre hariç Avam Kamarası’nın çoğunluğu tarafından paylaşılmıştır. Yani tasarının yasalaşması hala ümit edilebilirdi. Ancak Avam kamarası’na göre daha liberal bir duruş sergileyeceği düşünülen Lordlar Kamarası’ndaki görüşmeler tasarı için bir diğer riskli safha olurdu. Parlamentodaki muhalefetin en çok üzerinde durduğu konu 90 günlük bir sürenin terörü nasıl engelleyeceği hususu olmuştur. Milletvekilleri 14 günden sonra polisin ciddi bir kanıt göstermesi gerektiğini ve en azından bu kanıtın terörün önlenmesinde katkısı olacağını belli bir makama ispat etmesi gerektiğini belirttiler. İşçi Partisi’nden Mark Fisher 90 gün insanları hapiste tutup, ardından salıvermenin topluma birçok mağdur kişi göndermek olacağını ve bunun da aslında terörü önlemeye değil, teröre toplumsal zemin hazırlamaya yarayacağını söylemiştir. ABD ve İngiltere gözaltına alınıp zor günler yaşayan birçok kişinin herhangi bir suçlama olmadan salıverildiği hatırlanacak olur ise bu kişilerin güvenlik güçleri hakkında toplumda oluşturacağı efsaneler gelecekte güvenlik güçleri ile toplum arasındaki güveni zedeleyebilir. Muhafazakâr Parti Gölge Bakanı David Davis de 90 günlük gözaltı süresinin aslında ‘yargısız hapsetmek’ anlamına geldiğini söylemiştir. Gerçekten de bazı suçların cezasının 3 ay olduğu düşünülecek olur ise hiçbir suçu olmadığı sonunda kesinleşen bir kişinin 3 ay boyunca hapsedilmesi yargılamadan cezalandırmak anlamına gelebilir. ‘Terörü Övme’ Suçu Avam Kamarası’ndaki yenilgiye rağmen İçişleri Bakanlığı terör düzenlemeleri konusundaki ısrarını sürdürdü. Ancak bir diğer kısmi yenilgi de Lordlar Kamarası’ndan geldi. Daha önce ‘terörü övme’ (glorifying terror) eylemini ayrı bir yasa ile suç haline getirmek isteyen Hükümet bunun yerine söz konusu eylemi Terör Yasası’nda suç haline getirmek istemiştir. Hükümete göre terör olaylarını övmek dolaylı yoldan terörü desteklemektir. Yine Hükümet ülkede bulunan bazı imamların (Ebu Qutada, Ömer Bekri Muhammed ve Ebu Hamza El Masri gibi) 11 Eylül öncesinde konuşmalarında ve hutbelerinde terörü öven ve teşvik eden unsurlar olduğunu belirtmiştir. 

Gerekçelerde 11 Eylül öncesinde teröre giden yolda bu tür konuşma ve övgülerin terörü nasıl beslediği çok sayıda örnek ve rakam ile desteklenmiştir. 
Ancak verilen rakam ve örneklerin önemli bir kısmı çelişkili bulunmuştur. Ancak bu istek de Lordlar Kamarası’nın yoğun bir direnişi ile karşılaşmış ve 
16 Ocak 2006’da 270’e 144 ile tasarı kabul edilmemiştir. Karşı çıkan lordların en önemli kaygısı ifade özgürlüğünün tehlikeye düşecek olmasıdır. ‘Terörü övme’nin tanımı ikna edici değildir ve oldukça muğlâktır. Parlamento’nun Ortak İnsan hakları Komitesi de ‘terörü övme’ ‘suçu’nun hukuki kesinliğin yeterli olmadığını belirtmiştir. 

Suçun ne olduğu tartışmalı olduğu gibi nasıl işlendiğinin tespiti de mümkün görülmemiştir. Reddedilmesine karşın Hükümet’in ‘terörü övme’ konusunu suç haline getirmede ısrarcı olacağı görülmektedir. Çünkü Hükümet her fırsatı bunun için kullanmak istemektedir. Nitekim Danimarka’da yayınlanan ve Hz. Muhammed’i terörist gibi gösteren karikatürlerden sonra tüm dünyada başlayan protesto gösterileri de İngiliz güvenlik güçleri ve Hükümeti’nce fırsat olarak görülmüştür. Londra’daki Danimarka elçiliği önünde karikatürleri ve Danimarka’nın tutumunu sert bir dille eleştiren bazı göstericilerin terörü övdükleri iddia edilmiş, bunun suç haline gelmemesi halinde terörün engellenemeyeceği söylenmiştir. Bu oylamadan bir gün önce de Hükümet Lordlar Kamarası’nda kimlik kartı (nüfus cüzdanı) direnişiyle 
karşılaşmıştır. Bilindiği üzere İngiltere tarihsel geleneklerinin bir sonucu olarak kimlik kartı olmayan bir ülkedir. Ancak terör olaylarının ardından İngiliz İçişleri 
Bakanlığı herkese kimlik kartı çıkarılması yönünde bir öncelik belirlemiştir. Buna rağmen Lordlar kimlik kartının terörle mücadelede yararları konusunda da ikna 
olmamışlardır ve maliyet-fayda dengesinin tekrar gözden geçirilmesini istemişlerdir.  Kimlik kartı yenilgisinde en önemli unsur olarak maliyeti gösterilmektedir. 

Ancak kimlik kartı uygulamasının daha geniş bir sosyal kontrol eğiliminin bir alt parçası olduğu da önemli bir argüman olmuştur. 

Bu yaklaşıma göre İngiltere sokakları gizli kameralar ile doludur ve sayıları her geçen gün artmaktadır. İngiltere’de daha fazla teflon dinlenmekte, e-mailler izinsiz izlenmektedir. Kimlik kartı uygulamasına da geçilmesiyle birlikte sıradan vatandaşlar üzerindeki devlet kontrol en üst noktaya çıkacak, İngiltere bir tür gözetim toplumu haline gelecektir. Özgürlükçü yorumlarda bunun sonunun bir tür polis devleti olacağı ve polisin ileride çok basit nedenlerle insanları durdurmaya ve hatta yasal süreçlere ihtiyaç duymadan cezalandırmaya başlayacağı iddia edilmiştir. Parlamentoda üst üste gelen bu ‘yenilgiler’ İçişleri Bakanlığı’nda tepkiye yol açmıştır. 

Bakanlıktan Hazel Blears, Hükümet’in seçmenlere ‘terörist saldırıları övmeyi/yüceltmeyi’ suç haline getirme sözünü verdiğini hatırlatarak “bunu eninde sonunda gerçekleştireceğiz” dedi. Bayan Blears’a göre bu tür övgüler yeni saldırılara yol açıyordu. Özellikle genç ve aklı karışık kişiler bu tür mesajlardan etkileniyordu. 

Ancak Blears’ın burada gözden kaçırdığı nokta tanımın iyi yapılamamasıydı. Parlamento üyelerinin tamamına yakını terör ve güvenlik kaygılarını paylaşıyor ve önlemlere destek veriyordu. Ancak karşılaşılan tüm direnişlerde yasaların iyi hazırlanmadığı, aceleye getirildiği, olağanüstü haller öne sürülerek kalıcı sınırlamaların getirildiği görülüyordu. İşkence İle Alınan Kanıta Hayır 11 Eylül’den sonra Amerikan ve İngiliz güvenlik birimleri yasal yöntemler ile terör suçlularının konuşmayacağını ve saldırıların önlenemeyeceğini bir ön kabul olarak almışlardır. Bu durumda işkence önemli bir fiili kanıt toplama yöntemine dönmüştür. 

Güvenlik güçleri ve Hükümet terör zanlılarını sorgulamada işkence veya kötü muamele olarak yorumlanabilecek önlemleri de yasallaştırmaya çalışmışlardır. 
Ancak yine Parlamento ve hukuk adamlarının dikkatli davranmaları sonucunda bu tür girişimler de yarım kalmıştır.  Hukuk lordları işkence ile alınan/alınma 
ihtimali olan kanıtların mahkeme sürecinde kullanılmayacağını Aralık 2005’de karara bağlamıştır. Lordların kararına konu olan ve yargı kararı olmaksızın tutulan 8 yabancı zanlının düzeltme talepleri Temyiz Mahkemesi (Court of Appeal) tarafından reddedilmişti. Kararı alan hukuk lordları arasında olan Lord Bingham İngiltere yasalarının işkenceyi ve işkence ile alınan sonuçları 500 yıldır yasakladığını öne sürerek, Temyiz Mahkemesi’nin çoğunluk kararıyla aldığı önceki kararının alındığı zaman bunun ulusal ve uluslararası yükümlülükleri zedelemesinden endişe ettiğini açıklamıştır. Kurulun bir diğer üyesi olan Lord Carswell de böyle bir uygulamanın devletin ahlaki açıdan yozlaşmasına neden olacağını söylemiştir. Lordların bu kararıyla terörü önlemek maksadıyla da olsa işkence ile alınacak kanıtların mahkemelerce kabul edilmeyeceği kabul edilmiştir. Bu kararla 30 civarındaki sınır dışı davasında hâkimler eldeki verilerin nasıl alındığını da dikkate almak zorunda kalacaklardır. 60 Güne de Hayır Daha önce Kasım 2005’de terör zanlılarını mahkeme karşısına çıkarmadan ve suçlama olmaksızın 90 gün gözaltında tutmak isteyen Hükümet parlamentoda bu isteğini kabul ettirememesine rağmen Ocak 2006’da yeni bir denemede daha bulunmuş ve bu kez de 60 günlük bir süre talep etmiştir. 

Ancak sonuç yine aynı olmuş ve Lordlar Kamarası 210’a 108 gibi net bir sonuçla talebi reddetmiştir.  Tasarıda sürenin yargıçlar tarafından haftalık olarak uzatılması da öngörülmüştür. Oturumlarda daha öncekine benzer tartışmalar yaşanmıştır. 60 günü savunan Lord Sewel, Lord Imbert gibi Lordlar bu sayede güvenlik güçlerinin daha çok kanıt toplayabileceklerini iddia etmişlerdir. Bu görüşe göre 14 günlük süre yetmemektedir ve gerçekte terörle ilişkisi olan birçok kişi bu süre içinde gerçek bir sorgulamadan dahi geçmeden salıverilmektedir. Lord Sevel sürenin 60 güne çıkarılmasının İngiltere Müslümanlarını yabancılaştıracağı iddialarına da katılmamış ve İngiltere Müslümanlarının da diğer vatandaşlar gibi terörün hedefinde olduklarını söylemiştir. Tıpkı geçmişte faşizm ve komünizmin olduğu gibi şimdide undamentalizmin liberal devletin karşısında yer aldığını savunan Lord Sevel sürenin 28 gün ile 90 gün arasında bir yerlerde olması gerektiğini savunmuştur. Sevel’in liberal devleti savunurken yargısız gözaltı süresinin uzatılmasını talep etmesi çarpıcı bir ironi oluşturmuştur. 
Aynı oturumda konuşan eski MI6 üyesi Leydi Park ve Leydi Ramsay ise terör tekniklerinin ve karmaşık teknolojinin polisin teröristler karşısında işini daha da 
zorlaştırdığını hatırlatarak, polisin daha uzun gözaltı sürelerine ihtiyaç duyduğunu savundular. Bu savunmalara karşı Muhafazakâr Partili muhalifler 14 günlük süreye yedi günden gelindiğini hatırlatarak, şimdi de 28 gün istenmesine ilke olarak karşı çıktıklarını söylediler. Lord Henley 28 günlük yargısız gözaltı süresinin altı aylık ceza gerektiren bazı suçların infaz süresi olduğunu belirterek bir kimsenin yargılanmadan, suçlu gibi ceza çekmesinin doğru olmadığını ifade etmiştir. Londra Metropolitan Polisi’nin eski Başkanı Lord Condon da 28 günün ötesine geçen gözaltı süresinin gereksiz risklere yol açacağını belirtti. Lordlar Kamarası Hükümet’in ek süre talebini reddederken İngiltere’de güçlü olduğu bilinen Hizbul Tahrir’i terör listesine alma planlarını onayladı. Basına yansıyan bilgilere göre Hizbul Tahrir’i listeye alma konusunda İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları arasında ciddi bir görüş ayrılığı yaşandı. Hizbul Tahrir ise kendisinin şiddeti savunmadığını, barışçıl faaliyetleri olduğunu belirterek, Hükümet’in önlemlerini özgürlüklerin kısıtlanması olarak değerlendirdi. Bir Yenilgi de İnternet’te Hükümet’in terörle mücadele konusundaki aceleciliği peşi peşine parlamentoda ‘yenilgiler’ almasına yol açmıştır. Bunlardan bir tanesi de Şubat 
2006’da polise terörizmi teşvik eden internet sitelerini kapatma yetkisini veren tasarının Lordlar Kamarası’nda 148’e 147 oyla reddedilmesinde yaşanmıştır.  Tasarıya göre bir internet sitesinin terörü desteklediğine karar verecek olan da polis olacaktı. Parlamentoda Muhafazakâr ve Liberaller düzenlemenin internette özgürlükleri sınırlandıracağını savunmuşlardır. 

Bazı milletvekilleri de söz konusu düzenlemenin Moskova veya Pekin için uygun olabileceğini, ancak Londra’da böyle bir uygulamanın yapılamayacağını savunmuşlardır.  

Bir diğer itiraz noktası da internet sitelerinin yayınladıkları her türlü materyalin takibini yapamayacakları, basit bir materyal nedeniyle polisin siteyi kapamasının doğru olmayacağı belirtilmiştir. Yine kapatma, ortadan kaldırma gibi yetkilerin polise değil, mahkemeye ait olması gerektiği de tartışmalar esnasında ifade edilmiştir. 

Sonuçta muhalefet polis için istenen yetkilerin hepsini uygun bulmamış, ayrıca bu tür yetkiler için mahkeme denetimini talep etmiştir. Böylece Lordlar Kamarası’nın düzeltme istekleri ile birlikte tasarı yeniden Avam Kamarası’na gönderilmiştir.  Bilindiği üzere bir taslağın yasalaşabilmesi için her iki kamaranın da onayını alması gerekmektedir. 

X. TERÖR YASALARININ TOPLUMSAL UYUMA ETKİSİ 

Terörü önleme yasalarının terörü ne kadar engelleyebildiği konusunda somut ölçüler bulunmamaktadır. Buna karşın korkular her terör saldırısı ile birlikte artmakta ve daha fazla güvenlik harcaması ve daha sert yasalara yol açmaktadır. 

Ancak bu önlemlere rağmen İngiltere’nin bugün çok daha güvenli bir ülke olduğunu söyleyebilmek güçtür. Aksine şahsi kanaatimiz odur ki İngiltere son yıllarda çok daha büyük tehditler ile karşı karşıyadır. Terörü önleme yasaları ve sıkı güvenlik önlemleri toplumda belli kesimleri tedirgin etmiştir. Suçsuz oldukları halde tedbir gereği içeri alınan kişiler topluma birer mağdur olarak geri gönderilmiştir. Bu da toplumda terörün ihtiyaç duyacağı zemini güçlendirmiştir. Son dönemdeki yasal düzenlemelerin belli bir ırk veya dini hedef almadığı ne kadar söylenirse söylensin, İngiltere Müslümanlarının kendilerini hedefte gördükleri açıktır. 

Nitekim Oldham Irk Eşitliği Ortaklığı’nın (The Oldham Race Equality Partnership, OREP) Başbakan Tony Blair’e Ocak 2006’da gönderdiği mektup terör yasalarının 
ırksal ilişkileri nasıl zedelediğini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Mektupta OREP Başkanı John Tummon yeni yasalar ile İngiltere Müslümanlarının toplumdan daha fazla dışlandığını ve yeni düzenlemelerin ırk ilişkilerine zarar verdiğini söylemiştir.  Tummon’a göre hükümet ırk ilişkilerinde ayrı, terörle mücadelede ayrı hedefler ortaya koymaktadır ve teröre karşı düzenlemeler ırk ilişkilerindeki hedeflere ulaşmayı imkânsız bir hale getirmektedir. Hükümete en önemli ilişki ise Müslüman cemaatin önderleri ve kurumları ile yeterli istişarenin sağlanmamasıdır. Hükümet özellikle terör yasalarını hazırlarken Müslümanların önde gelenlerine danışmamakta, onların görüşlerini almamaktadır. Gerçi güvenlik çok büyük öncelik gören Hükümet diğer toplumsal kurumlar ile istişarede de ciddi eksiklikler içindedir. 

Bunun yerine terör yasalarının daha çok polis, istihbarat ve askeri birimler ile hazırlandığı görülmektedir. İngiltere’deki terörün kaynağında İngiltere Müslümanlarının olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olur. 11 Eylül öncesinde belki de İngiltere Müslümanları dünyanın en barışçıl toplumlarından birini oluşturuyordu. 


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR;

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder