ALMAN VAKIFLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALMAN VAKIFLARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 4

PANZER VE KÜRT İSYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 4


ALMANYA, VAKIFLAR VE CHP İLİŞKİSİ 

Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarından duyduğu rahatsızlığı dile getirmesi ve bu vakıfların PKK’ya destek verdiklerini belirtmesi, gerçekten de Almanların alışık olmadığı bir durumdu. Başbakanın "Bir Alman vakıf var. CHP ve BDP'li belediyelerle çalışıyor” şeklindeki açıklaması, dikkatleri dost ve müttefik gözüken ancak her 
fırsatta Türkiye'nin aleyhine faaliyetlerde bulunan Alman vakıflara çevirmişti. Akit'e konuşan araştırmacı-yazar Talip Doğan Karlıbel, bu konuda çok çarpıcı açıklamalarda bulunarak işin boyutlarını ortaya seriyordu. CHP'nin Friedrich Ebert Vakfı'ndan 85 bin euroluk para yardımı aldığını belgeleriyle ortaya çıkaran Karlıbel, Türkiye'de 53 Alman 
vakfının bulunduğunu, bu 53 vakıftan 5'inin siyasi vakıf olduğunu belirtirken, “Bu vakıflar, Alman dış istihbarat servisi BND'nin sivil toplum ayağıdır. Bu vakıflar ne zaman bir yere gittiyse o devlette kısa bir süre içerisinde terör odaklı oluşumlar oluşmuştur. Bu vakıflar cuntalar yaşamış demokrasiye geçiş sürecindeki devletlerde, Alman ekolü bir siyasi sistem 
oturtmak amaçlı vakıflardır” diyordu. Türkiye'deki bu 5 siyasi vakfın derhal Türkiye sınırları içerisinden çıkarılması ve yasaklanması gerektiğini ifade eden Karlıbel, bu vakıfların 25 yıldır Türkiye'nin üniter yapısını bozacak faaliyetler içerisinde bulunduğunu vurguladı. 

Talip Doğan Karlıbel’de, PKK sorurunu çözmek isteyen siyasi iradenin, teröre destek veren bu vakıfların faaliyetlerini engellemesi gerektiğini dile getiriyordu.Alman vakıfların Aleviler üzerinde de büyük oyunlar oynadığına dikkat çeken Karlıbel, “Türkiye'de mezhep sorunu çıkarıp aynı Irak'daki Şii-Sünni çatışmasını tetiklemek amaçlı faaliyetler içerisindeler. 
Aleviliğin İslam dışı olduğu tezini yoğun bir şekilde işliyorlar” diye konuştu. Kolayca Türkiye'de temsilcilik açan bu vakıfların, Avrupa'da Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturduğuna işaret eden Karlıbel, “Yurtdışında PKK propagandası yapıyorlar” şeklinde konuştu. Erdoğan'ın rahatsızlığını dile getirdiği vakfın Friendrich Ebert olduğunu da kaydeden Karlıbel, bu vakfın CHP'ye para yardımında bulunduğunu ortaya çıkardığını hatırlattı. 

Karlıbel, Ebert'in yaklaşık 20 yıldır CHP ve BDP'ye para yardımında bulunduğunu iddia ederek, “Bu vakıflara Türkiye'de sadece AK Parti ve MHP karşı çıkıyor. CHP ve BDP ise zaten bu vakıflarla iç içe faaliyet yürütüyor” değerlendirmesinde bulundu. Friedrich Ebert Vakfı'nın Türkiye aleyhine yürüttüğü faaliyetlerin artık iyice deşifre olduğunu vurgulayan 
Talip Doğan Karlıbel, bu yüzden Ebert'in misyonunu fiilen Türkiye'de gözükmeyen aşırı komünist Sol Parti DIE Linke'nin Rosa Luxemburg Vakfı'nın üstendiğini belirtti. Karlıbel şöyle konuştu: “Alman Sosyal Demokratlardan kopma aşırı komünist DIE Linke'nin vakfı Rosa Luxemburg, fiilen Türkiye'de gözükmese de 3-4 yıldır İstanbul, Ankara ve İzmir'de 
faaliyetlerini sürdürmektedir. İlginçtir bu vakıf Ebert Vakfı'nın faaliyetlerini üstlenmiştir.” (67) 

Vakit gazetesin de yayımladığı haberde bu doğrultuda bilgiler veriyordu. “Alman Vakfı’ndan CHP’ye para yardımı!” başlıklı haberin ayrıntısı, özetle şöyleydi: “CHP’nin Alman istihbaratı ve partileri tarafından desteklenen Friedrich Ebert Vakfı’ndan 2005’te 85.000 Avro para yardımı aldığı ortaya çıktı.” Vakit’in Alman Ebert Vakfı’nın CHP’ye para yardımı yaptığını gösteren belgeli haberini destekleyen tespitler ortaya çıktı. Aralık 2002’de 
faili meçhul bir cinayete kurban giden tarihçi yazar Necip Hablemitoğlu, Alman vakıflarının Türkiye ile neden yakından ilgilendiğini anlattığı kitabında şu tespitte bulunuyordu: “Ebert Vakfı, Türkiye’deki siyasi partiler içinde en çok CHP ile ilişki içindedir.” 

CHP bu iddiaları çürütmek bir yana dursun iddiaları destekleyecek faaliyetlerde bulunuyordu. Örneğin CHP’li yöneticilerin sık sık Friedrich Ebert Vakfı’nın Almanya’daki davetlerine katıldığı, Şubat 2011’de 14 kişilik bir heyetle vakfın sponsorluğunda bir hafta Almanya’da ağırlandığı medyaya yansımıştı. CHP PM Üyesi Didem Engin, Friedrich Ebert Vakfı’nın düzenlediği yuvarlak masa toplantısında yaptığı konuşmada; Türkiye ve AB ilişkilerini sağlıklı bir zeminde yürütecek tek partinin CHP olduğunu belirterek, CHP’nin tek başına iktidar için yürüttüğü çalışmalar konusunda bilgi aktarmıştı. 

 DENİZ FENERİ KILIÇ’IN BİR OYUNU 

Şimdi ülkeyi çok sarsan Deniz Feneri olayına bir kez daha dönelim. Kitapta şu ana kadar anlatılanlar bu bölümü daha da anlamlı kılacaktır. 
Bir zamanlar ülke gündemini sarsan Deniz Feneri olayının herkesin bilmedi ği bir başka anlamı daha vardı. Aslında bu olay Türkiye ve Almanya arasında cereyan eden güç savaşlarının bir yansımasıydı. Almanlar bu 
kez tüm kozlarını oynamıştı. Sonuç: Almanların derin devleti Kılıç, Deniz Feneri skandalını üreterek AK Partiye Almanların neler yapabileceğini göstermiş oldu. Aydın Doğan medyasında sık sık Deniz Feneri olayını soruşturan Türk savcılarının konuşmasının engellendiği, Alman savcıların Türkiye’ye gelmelerine mani olunduğu ve Türk savcıların  belge toplamak için Almanya’ya gitme taleplerinin geri çevrildiği yazılıyordu. Hatta Almanya’ya gitmek isteyen savcılara uçak paralarını kendilerinin karşılamaları istendiği şeklindeki iddialar gündeme Doğan medyası tarafından sık sık dile getiriliyordu. İşin aslında bunların hepsi Alman Kılıç ile organik ve inorganik bağı olanların medya metodlarını kullanarak yaptığı saldırıydı. Bu taktik atakların hükümeti ve yargıyı yıprattığı kesindi. 
Fakat her şey planlandığı gibi gitmedi. Gazeteci ve yazar Fehmi Koru, Almanların niyetini net bir biçimde ortaya çıkardı. Habertürk’te Akşam Raporu programına katılan gazeteci ve yazar Koru, bunların söylenip yazılmasında bir mahsur bulunmadığını belirterek, şu çok önemli konuşmayı yaptı: “Böyle bir şeyler varsa ortaya çıkmasında yarar var ama, bunlar 
için harcanan zaman kadar asıl öğrenilmesi gerekenin Almanların böyle bir operasyonu niye başlattığı dır. Hiç kimse bu konu ile ilgilenmiyor. Almanlar bunu hep yapıyorlar. 1997 yılının Ocak ayında Deniz feneri e.V. davasını gören Frankfurt Eyalet Mahkemesi, ikisi eski Yugoslav biri Türk vatandaşı olan 3 kişiyi yargılarken birden bire mahkemenin reisi Tansu Çiller’in adını ortaya attı. Mahkeme Reisi, bunların arkasında Türkiye’de bir siyasetçi var ve o siyasetçi izleri yok ediyor dedi. Türkiye karıştı. O günün gazeteleri günler boyu bu olayı manşetlerden verdi. O zaman da Köstebek tarzı manşetlerle Alman yargıcın sözleri ile Tansu Çiller manşetlere çekildi. 1998 yılının Şubat ayında MGK toplandı ve ondan sonra 28 Şubat süreci başladı. Almanlar sonunda böyle bir yanlış yaptıkları için özür dilediler. Ancak özür 
dilediklerinde ama ortada bir Refahyol hükümeti kalmamıştı. 28 Şubat’a Almanların katkısıydı o. Aynı eyalet mahkemesi şimdi de tıpkı o zamanki gibi bir istihbarat biriminin yardımı ile bu işi yapıyor. Almanya’da Anayasa’yı korumaya yönelik olan bu örgüt Almanya’da kurulu olan Deniz Feneri derneğinin oradan topladığı paraları hizmet olarak bir yerlere taşımasından rahatsız olmuşlar. Olayın içine kendi adamlarını sokarak köstebek 
oluşturmuşlar bugün de karşımıza o mu bu mu yapıldı diye karşımıza çıkıyorlar. “ dedi. Ayrıca Fehmi Koru, ‘Almanya’da mahkemelerde anlaşmalı cezalandırma diye bir sistem var tıpkı ABD’de olduğu gibi, sanığın suçunu kabul etmesi sonucu daha düşük bir ceza veriliyor ve mahkeme görülmüyor. Almanya sanık olarak karşılarına gelenlerle pazarlık yaptılar, 2-3 yıl cezalar verildi ama Almanlar yargılamadan vazgeçmedi. Aynı dönemde Türkiye’de medya günlerce cezası belli olan yargılamayı manşetlere neden taşıdı kimse merak etmedi.”dedi. Koru, bu olayın bir istihbarat operasyonu olduğunu bunu defalarca yazdığını ancak Almanya’dan tek bir yalanlama gelmediğini söyledi. Koru bu dava ile Almanya’nın tıpkı Sarkozy’nin Ermenistan’daki soykırım çıkışı gibi Türk siyasetinin içine müdahale 
ettiğini savunuyordu. (68) 

Almanya'nın Türkiye'deki istihbarat faaliyetleri zaten hiçbir zaman sorgulanmadı. ABD sorgulanır, İsrail sorgulanır, bütün boyutlarıyla tartışılır ama konu Almanya olunca herkes sessizliğe bürünürdü. Alman istihbaratı nın bu ülkenin kılcal damarlarına kadar işlediği bilindiği halde, Mossad, CIA ve Rus istihbaratının en gizli operasyonlarından bir şekilde haberdar olunurken bu konuda neden kimse bir söz söyleyemezdi? Bu güne kadar bir çok sarsıcı olay oldu, suikastler işlendi, etnik ve mezhep eksenli çatışmalar çıkarıldı ama Alman istihbaratına tek söz söylenmedi. Mesela; Alevi-Sünni meselesinin merkezinde hep Almanya vardır ama herkes bunu bilmezlikten geldi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın; "Bazı Alman vakıflarının belediyeler ve müteahhitler üzerinden teröre dolaylı para aktardığı"na dair cümleleri, sadece PKK'nın para kaynaklarını değil, Alman istihbaratının, derin devletinin Türkiye operasyonlarını da tartışmaya açması gerekiyordu. 
Bu fırsat da suskunlukla geçiştirilirse Türkiye adına gerçekten talihsizlik olacaktı. 

 Almanya her fırsatta Türkiye ile ilgili her meseleye karışıyordu ve bunun önü alınamadığı gibi karşılık dahi verilemiyordu. 2010’da Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff "İslam Almanya'nın parçası" diyerek bir tartışma başlatmıştı. Türkiye'yi ziyaret ederken Angela Merkel keskin açıklamalarıyla tartışmayı bitirdi. "İslam'ın ve Müslümanların Avrupa'nın 
parçası olmadığını, olamayacağını, bu gerçeğin hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini, bu güne kadarki sessizliğin ve bir arada yaşama söyleminin yanılsamadan ibaret olduğunu, Batı'nın bu yöndeki gerçek niyetinin hep izlendiğini" söylüyordu Merkel. Aslında bu sözlerin altında başka bir şey vardı: Almanya ve üzerinden Avrupa Birliği, İslam karşıtlığı tezini ABD'den 
devralıyordu. Bu sefer Atlas Okyanusu'nun doğu yakasında şiddetli bir İslam karşıtlığı yükseliyor, beraberinde aşırı sağın yükselişini, yabancı düşmanlığını tetikliyordu. Eskiden bunu aşırı sağ gruplar yaparken şimdi, özellikle de ekonomik krizin sarsmasıyla, hükümetler, devletler yapıyor, yabancıların bir an önce Kıta'dan sürülmesi planlanıyordu. 

Tartışma Almanya olunca, konu sadece PKK ile sınırlı kalmıyordu. 2011’in Şubat ayında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde (KKTC) yapılan Türkiye karşıtı protestoları yaptıranlar, "Türkiye defol" sloganları attıranlar da onlardı. Yani Almanya işin merkezindeydi. 

Bu konuda bir diğer çarpıcı örnek daha var: Türkiye'de tam Ergenekon operasyonları başladığı günlerdi. Almanya'da bir anda Türkler'in oturduğu evler yakılır oldu. Almanya'nın bir çok eyaletinde, Avusturya'ya kadar yüzün üzerinde ev kundaklandı. Birkaç somut örnek vermek 
gerekirse: 
3 Şubat 2008: Ludwigshafen'deki yangında 9 kişi öldü, 60 kişi yaralandı. 
14 Şubat 2008: Aldingen'de bir Alman, Türklerin apartmanını ateşe verdi. 19 Şubat 2008: Marburg'da yine bir Türk ailenin evi 2 saat arayla 2 kez kundaklanmak istendi. 
21 Şubat 2008: Münih'te evleri kundaklanan Türk aile ölümden döndü. Olaylar o kadar çoğalmıştı ki Almanya'dan Türkiye'ye sürekli cenazeler geliyor, kundaklamalar hız kesmiyordu. Oysa aynı dönemde ışırı sağ grupların bir taşkınlığı, yürüyüşü izlenmiyordu. Kim yapıyordu bunları? Neden hiç kimse yakalanmıyordu? Tam bir derin devlet operasyonuydu bu. 
Uzun süre devam eden yangınların failleri bulunamadı, gizlendi. Bir kişi bile ceza almadı. En son Alman Federal Savcılığı, bir açıklama yaptı ve bütün dosyaları kapattı. Türkiye'de onca dernek, vakıf, insan hakları örgütü, medya organı, yazar-çizer sadece sustu. Saldırılarla ilgili bütün dosyalar kapatıldı. Belki, Başbakan'ın bu açıklamasının başlattığı tartışmalarla bu 
soruların cevapları da ortaya çıkar. Sorular şöyleydi: 

Alman devleti ya da AB, Türkiye'deki STK'ları da mı susturuyor? Türkiye kamuoyunun tepkisi satın mı alındı? Yıllardır suskun kalan Alman aşırı sağı, çeteleri, neden Ergenekon operasyonu başladıktan sonra harekete geçti? Kontrolden çıkmış ırkçı tahrikler sokaklarda hissedilmezken, saldırılar devlet içinde bir yerlerden mi yönetiliyor? Avrupa'da yabancı düşmanlığı eskiden halk kesimindeydi. Şimdi yönetimler bunu yapıyor. Öyleyse, devlet 
böyle tehditlerle bu "sorun"dan kurtulma yolunu mu tercih ediyor? Türkiye'deki saldırılarla, operasyonlarla Almanya'daki saldırılar arasında bir bağ var mı? Birileri Türkiye'de Alman derin devletine yakın unsurları tasfiye etmeye girişti de, bunun intikamı mı alınıyor? 

Fakat her şeye rağmen Almanya'nın Türkiye operasyonları üzerindeki sis perdesi daha doğrusu perdeleme kaldırılamıyordu. Türkiye'yi her alanda köşeye sıkıştırmaya çalışan bu ülkenin, sivil toplum kuruluşları üzerindeki kontrol edici pozisyonu nedense tartışmaya bile açılamamıştı. Sivil Türk vatandaşları yanarken, cenazeleri Anadolu'ya taşınırken bile, bu 
cinayetlerden sorumlu Alman derin devletinin, "Alman Ergenekonu"nun sorgulanamadığı gerçeği ortada dururken, PKK'ya para transferinin önüne geçmek pek tabiki mümkün olamıyordu. (69) 

Beşi çocuk dokuz kişinin yandığı o dehşet saldırıyı hatırlayan var mı bugün? Camdan atılan sekiz aylık bebeğin görüntüsünü, karnındaki beş aylık bebeğiyle can veren anneyi. Ludwigshafen'dan Gaziantep'e uzanan trajedi ne çabuk unutuldu? Ya da nasıl oldu da bu kadar kolay unutturabildiler? Hem Almanya'da hem de Türkiye'de olayın üstünü nasıl örtebildiler? O 
korkunç saldırıdan sonra, haftalarca devam eden, onlarca saldırıyı da, yangını da unutturdular. Almanya'nın hemen her bölgesinden Viyana'ya kadar, Türklerin oturduğu binalara yönelik son derece sistematik saldırılarla ilgili şu ana kadar hiçbir gelişme olmadı. Saldırganlar bulunamadı. Olayın aslı çözülemedi. Hiç kimse tutuklanmadı, yargılanmadı, mahkum olmadı. Onlarca saldırı olur ve bunların hiç biri çözülemezse, çözülmezse ne düşünmek gerekir? Aynı saldırılar Türkiye'de olsaydı, “yabancı”lara karşı olsaydı bütün Avrupa birleşip Türkiye'ye hangi türden yaptırımlar uygulardı tahmin etmek dahi güç. 

 Dosya tamamen kapatıldı, soruşturma durduruldu. Soruşturmayı yürüten Frankenthal Savcılığı, yangının nedeninin çözülemediğini, bu halde soruşturmanın yürütülmesine gerek kalmadığını açıkladı. “Kundaklama” olmadığını ise ısrarla vurguladı. Savcıya göre ev hataen yakılmış olabilirdi! Oysa görgü tanıkları binayı yakan kişiyi görmüştü. Daha sonra ifadeleri 
değiştirildi. Nasıl değiştirildi, neden değiştirildi, bilinmiyor. İyi niyetli düşünelim. Peki hemen ardından hemen her şehirde benzer saldırılar oldu, yangınlar çıktı. Onlar nasıl oldu? Bu Türkler, hep birlikte evlerini yakma kararı mı aldı! 

Acaba saldırılar münferit olaylar mıydı? Aşırı sağcı/ırkçı kesime mensup kişi veya küçük grupların kendi tasarrufları mıydı? Yoksa çok daha derinden, sistemin içinden güçlerin yönettiği, yönlendirdiği çeteler miydi? Bir derin devlet operasyonu muydu? Sadece aşırı sağcı demek tanımlama için yetmez. Aynı dönemde aşırı sağ gösteriler, taşkınlıklar olmuyordu. Ama kundaklamaların son derece sistematik ve belli bir amaca yönelik olduğu belliydi. 

Öyleyse ortada gerçekten başka bir hesap vardı. Bu hesap görüldü ya da politika değiştirildi. 
Bu yüzden bu süreci “Alman Ergenekonu” olarak niteledim. Öyle inanıyorum. Sadece sonuçlardan hareket edilse dahi, sadece saldırıların şekline bakılsa dahi bu sonuç çıkıyor ortaya. Soruşturma dosyası kapatılarak, saldırılar çözümsüz bırakılarak Almanya kendisini bir 
şekilde sıkıntıdan kurtarmış oldu. 

Şimdi İbrahim Karagül’ün Yeni Şafak gazetesinde yazdığı çok önemli iki yazıdan alıntılar yaparak bu olaylara bir kez de onun gözünden bakalım.. İbrahim Karagül, Deniz Feneri davasının neden o dönem için bir yıl sonra başladığını sorgularken aynı zamanda Almanya’da o dönemde yaşanan meşum vakayı da hatırlatıyordu. 
Hani o Türklerin evlerinin  yakıldığı,bebeklerin camlardan atıldığı ve sonunda tabutların Almanya’dan Gaziantep’e taşındığı o soru işaretleriyle dolu kötü hadiseyi… 9 Eylül 2008 tarihinde Yeni Şafak’ta yayınlanan İbrahim Karagül’ün başka bir yazısının bir bölümünü okuyalım tekrar: 

“… Davanın (Deniz Feneri e.v H.Ö) bu denli gürültü koparmasının sebebi sadece; Türkiye’de iç siyaseti etkilemesi, içeride birilerinin bunu birilerine karşı kullanılması değildi elbet. Davanın kendisi, böyle kurgulandı. Yolsuzluk davası olarak değil, Türk iç siyasetini etkilemeye, belli bir siyasal çevreyi yıpratmaya dönük olarak kurgulandı. Tartışmanın tarafları da sadece Ak Parti ya da Başbakan Tayyip Erdoğan’la Aydın Doğan ya da Doğan Grubu 
değil. Almanya gerek davanın hazırlanış biçimi, gerek kamuoyuna sunuş biçimi, gerekse Türkiye’nin iç siyasetini etkileyecek hatta bir hınç kampanyasına dönüştürecek şekilde pazarlanması açısından tartışmanın en önemli tarafı oldu. Hatta tartışmayı yönlendiren taraf durumunda. Türkiye’de kendine yakın olanlar üzerinden Türk siyasetine bir derin “Alman müdahalesi” izliyoruz. İşte burada bizim de söyleyeceklerimiz var. 

Alman yargısı ile Alman dış politikası arasındaki bağ oldukça kaba bir şekilde kendini hissettiriyordu. Sadece bu olayda, Deniz Feneri davası üzerinden AK Parti iktidarını hırpalama girişiminde değil, çok acı bir olayda daha gördük bunu biz. 

Almanya’daki yangınları hatırlayın. Hani Ludwigshafen’dan Gaziantep’e uzanan acıyı, beşi çocuk dokuz kişinin nasıl yakıldığını, pencereden atılan bebeği hatırlayalım. Ardından Almanya’nın her köşesinde, her kentinde, her kasabasında Türklerin oturduğu evlere yönelik kundaklama faaliyetlerini hatırlayın. Hatta bu saldırıların Viyana’ya kadar yayıldığını.. Yangınlar son derece sistematikti. Belli bir haritaya göre saldırılar gerçekleşiyordu. Bildiğimiz neonazi saldırılarına hiç benzemiyordu. Ne tuhaf, saldırganlar, 
Türkiye’de bile hemen her sokakta olan, kameralar tarafından bile görüntülenmiyordu. 
Dokuz kişinin can verdiği Ludwigshafen olayıyla ilgili elli uzman aylarca çalıştı. Görgü tanıkları nedense ifadelerini değiştirdi. Hiç kimse yakalanma dı, gözaltına alınmadı, tutuklanmadı, yargılanmadı. Sadece bu olayda değil, hemen sonrasında başlayan kundaklama olayları ile ilgili de (belki sayısı yüzü geçmiştir) hiç kimse yakalanmadı, sorgulanmadı,  yargılanmadı. Diyelim yüz tane ev yakıldı. Alman polisi kimseyi bulamadı. Alman savcılığı  hiç kimseyi mahkemeye sevk etmedi. Böyle adalet teşkilatı, böyle polis teşkilatı, böyle istihbarat teşkilatı mı olur? Oysa böyle olmadığını, Almanya’nın bu kurumlarının ne olduğunu biliyoruz. Aynı adliye sistemi bakın Deniz Feneri Davası’nda ne kadar becerikli. 
Neden? Çünkü bu davanın başka hedefleri de var. Alman Federal savcılığı doğru dürüst hiçbir açıklama yapmadan dosyaları kapattı. Hem de büyük bir pişkinlikle. İşin daha da tuhafı, kimse; “yahu neler oluyor” diye sormadı. 

Ben Almanya’nın bu tuhaf tutumunu sorgulayan yazılar yazdım. Olayı “Alman Ergenekonu” olarak niteledim. Yangınların; Türkiye’deki Ergenekon davasından bir hafta sonra başlamasına dikkat çektim. Şimdi “Alman Ergenekonu” kavramını yeniden düşünüyorum. Türkiye’deki Ergenekon operasyonu sonrasında Almanya’daki sistematik derin devlet operasyonları nı yeniden düşünelim. Türkiye’deki Ergenekon operasyonunun taraflarınıda bir kez daha hatırlayalım. Her hangi bir yolsuzluk davası üzerinden, Ergenekon tasfiyesinin de içinde bulunduğu, nasıl bir siyasi kampanya yürütüldüğünü, bu kampanyanın Türkiye’deki iktidar aygıtlarını ne yöntem sarsma hedefinde olduğuna özellikle dikkat edelim. Ama özellikle taraflara, hangi operasyonun hangi ülkeleri rahatsız ettiğine bakalım derim ben.…” (71) 

Bu yazının öncesinde İbrahim Karagül Alman Ergenekonu ile Türkiye’deki Ergenekon yapılanmasını konu alan başka yazılar da yazdı ve birçok soruyu köşesine taşıdı. İbrahim bu yaptığı ile bazı çevreler tarafından eleştirildi. Ancak o iddialarında ve rahatsızlık veren yazılarında ısrar etti. Israr ettiği konuların çoğunda zaman Karagül’ü haklı çıkardı. Gerçektende Almanya'ya ne oluyordu? Avrupa kimleri yakacaktı? Ekonomik krizle sarsılan Avrupa, inanılmaz bir şekilde korumacı, dışlayıcı, hoşgörüsüz, agresif bir hal alıyor ve hızla aşırı sağa kayıyordu. Son altmış yılda biriktirdiği değerlerden uzaklaşıyor ve İkinci Dünya Savaşı dönemindeki tehlikeli ruh haline dönüyordu. Yıllardır birlikte yaşadığı insanları tehdit görüyor, onlarla aralarına kalın duvarlar örüyor, sahiplendiği, övündüğü, model olarak dünyaya sunduğu her şeyi elinin tersiyle itiyordu. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyeliğinin ötesinde bir sorundu bu. Tam üyelik artık her iki tarafta da sorgulanıyor ve "özel ortaklık" denemesi etkisi kaybediyordu. Türkiye kendini merkeze alan uzun bir yürüyüşe çıkarken Avrupa, bırakın kültürel sınırlarının ötesine taşmayı, kendi içindeki "farklılıklar"ı bile yok etmeye dönük politikalara yöneliyordu. 

ABD ve İngiltere'den periyodik olarak yükselen "yeni terör tehdidi"ne yönelik uyarıları ciddiye almayan, İçişleri Bakanı'nın açıklamasıyla kendileri için böyle bir durumun söz konusu olmadığını duyuran Almanya, son günlerde ısrarlı biçimde terör tehdidi konusunu işliyordu. 

Sanki bir şeyler için böyle bir tehdit algılamasından medet umuluyordu. Alman Federal Meclis binasına biri Türk altı kişinin saldırı düzenleyeceği iddiaları bizzat Başbakan Angela Merkel tarafından teyit edildi. "Tehdit maalesef gerçek" açıklamasından sonra ülkedeki Müslümanlar ve Türkler adeta göz hapsine alındı. Bazı siyasiler, Müslümanların muhbir olması 
gerektiğini bile söyler oldu. Ardından camilere yönelik tehditler başladı. Alman siyasilerin ve karar alıcıların böyle bir tehdit algılamasına yönelik tutumları, sokakları belli bir "düşman"a karşı harekete geçiriyordu. Almanya için Türkler ve Müslümanlar tehdit sıralamasında listenin en üst sıralarına yükseliyor. Yabancıların Almanya'yı terk etmesine, bu sorunun temelden çözülmesine yönelik bir psikolojik operasyon hali söz konusuydu. 

Asıl sorun veya soru şuydu: Almanya 'Ergenekon'u ne zaman çökertilecekti? Zamanla Almanya'nın Ludwigshafen kentinde 2 Şubat'ta meydana gelen yangınla ilgili ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. Beşi çocuk dokuz kişinin can verdiği trajik olayla ilgili elli uzman dört hafta çalıştı. Ama ulaşabildikleri tek bir sonuç yangının bir kundaklama olduğuydu. Yangın, bodrumdaki merdivenlerin ikinci basamağında çıkmıştı. orada her hangi bir elektrik tesisatı olmadığından yangının dışarıdan bir müdahale sonucu çıktığı kesindi. Verilen bilginin hepsi bu kadardı. Şüpheli ya da şüphelilerle ilgili araştırma sonuçlarına ilişkin merak edilen diğer konularla ilgili hiçbir şey söylenmiyordu. Oysa yangından hemen sonra, olaya şahit olan iki kız 
çocuğunun birbirini teyid eden açıklamaları yetkililerin söyleyemediğini gayet açıklıkla anlatıyordu: "Dışarıda bir adam vardı. Genç gibiydi. Saçı siyahtı. Değnek, kağıt ve çakmak vardı. Kuzenim kapıyı kapamaya çalışıyordu. Adam ayağını soktu. Kağıdı yakıp bebek arabasının yanına attı. Biz de korktuk yukarı gittik. Bedriye dedesine 'aşağı yanıyor' dedi. Dedesi yangını söndürmeye çalıştı başaramadı. Sonra itfaiyeciler geldi..." 

İki ülkeyi de derinden yaralayan bir cinayetti bu. 1993'te beş kişinin hayatını kaybettiği Solingen saldırısından çok daha vahimdi. Türk ve Alman kamuoyu acıyı birlikte paylaştı. Ancak, camdan atılan sekiz aylık bebeğin görüntüsü, Türkiye toplumunun hafızasından kolay kolay silinmemişti. Karnındaki beş aylık bebeğiyle yanan annenin, 2 ve 3 yaşlarındaki çocukların ve diğer kurbanların Gaziantep'e taşıdığı acı da hiç bir zaman unutulmadı. 

 Fakat henüz her şey bitmemişti. Türk ve Alman toplumu çok geçmeden aynı şeylerle tekrar yüzleşmek zorunda kaldı. Ludwigshafen'daki saldırının ardından Almanya'nın başka bölgelerinde de Türkler'in oturduğu binalarda yangınlar çıkmaya başladı. Yangınların çıkış tarzı, çıktığı bölgeler, yangınların mağdurlarının kimliği, hepsinin kundaklama olduğunu gösteriyordu. Olaylar çok geçmeden Avusturya'ya bile sıçradı. 

Kundaklamalar ardı ardına geliyor fakat resmi soruşturma ve kamuoyunu bilgilendirme aynı hızla ilerlemiyordu. Sanki olayların belli bir hedef gerçekleşene kadar sürmesi gerekiyor gibi bir izlenim dahi oluşmaya başlamıştı kamuoyunda. Halbuki hem Türk hem de Alman kamuoyunda hemen herkes saldırıların faillerini bulmak bir yana, cinayet şebekesini besleyen bataklığın kurutulması için köklü adımların atılmasını isiyordu. 
Acaba saldırılar münferit olaylar mıydı? Aşırı sağcı/ırkçı kesime mensup kişi veya küçük grupların kendi tasarrufları mıydı? Yoksa çok daha derinden, sistemin içinden güçlerin yönettiği, yönlendirdiği çeteler miydi? Sadece aşırı sağcı demek tanımlama için yetiyor mu? Yetmediği kesindi. Bu soruları sormak, cevaplarını aramak öncelikle Alman yönetiminin göreviydi. Burada Malatya'daki saldırıyı hatırlamak tam sırası olabilir. Zirve Kitabevi'ne yönelik saldırıyı. Bir Alman misyonerin boğazlanmasını. Bu vahşi cinayet Avrupa'da nasıl algılandı? Tahammülsüzlük, höşgörüsüzlük, barbarlık, Türkiye'de ulusalcı çeteleşme olarak algılandı. 

Ludvigshafen'daki saldırı Malatya'daki cinayetten daha mı az barbarcaydı? Aynı değerlendirmelerin Almanya'daki saldırılar için de yapılması gerekiyor du.   Almanya'nın da bunları sorgulaması gerekiyordu. Sadece aşırı sağcılar demek yetmiyor, örgütsel bağlantılarının çökertilmesi, sistem içindeki uzantılarının deşifre edilmesi gerekiyordu. Türkiye'deki Ergenekon operasyonunun benzerinin orada da yapılması gerekiyordu. 

DENİZ FENERİNİ ALMAN MİSYONERLİĞİ Mİ SÖNDÜRDÜ? 

Şimdi tekrar Deniz Feneri olayına dönelim ve bu konunun arka planına göz atalım. 
Almanya gibi büyük bir devleti neticede bir yardım kuruluşu yolsuzluğu olan Deniz Feneri olayıyla ilgilenmeye iten ne olabilirdi? Cevap aslında basit: Misyonerlik. Misyonerlik faaliyetlerinde en radikal adımları atan, en geniş coğrafyada çalışmalar yapan ve bunu bizzat devlet politikasına dönüştüren ülkelerden biri Deniz Feneri iddialarının odağında bulunan Almanya’dır. Bu bakımdan Avrupa'daki Türk isçiler de misyonerliğin ilgi alanlarından biri olmuştur hep. Onlara yönelik çalışmalar, bilhassa OM (Operation Mobilization), WEC (WEC International), “Friends of Turkey” ve 
“Orientdienst” isimli kuruluşlarca yürütülmüş ve yürütülmektedir. Bu çaba aslında çok gerilere uzanmaktadır. Almanya Musnter´de bulunan İlahiyat Fakültesi, 1910 yılında devletten misyonerlik ile ilgili bir bölüm kurulmasını isterken, “Misyonerlik ile Yüksek Okullarımızda hem teolojik, hem de ilmî olarak uğraşmak, Alman devletinin çağımızda sürdürdüğü kolonileştirme gayret ve çabalarını başarılı kılmak için bir zaruret halini almıştır” gerekçesini öne sürer. Öte yandan, son yıllarda Türkiye ve Türk dünyasına yönelik misyonerlik faaliyetlerini Almanya merkezli olarak inceleyen araştırmacılar, bu ülkedeki gerek Katolik, gerekse Protestan misyonerlik 
kuruluşlarının, bağışlar, kilise gelirlerinden kesintiler ve gayrı menkullerinin kiraları gibi gelirlerinin yanı sıra, Almanya hükümetinin gizli ödeneklerinden de finanse edildiklerini belgeleri ile ortaya koymuştur. İşlerde zaten bu noktadan itibaren karmaşıklaşmaya başlamıştır, çünkü hıristiyanlığı yayma faaliyeti olan misyonerliğin karşısına başka bir hareket çıkmaya başlamıştır. 

Deniz Feneri ve Deniz Feneri eV. “Yüzyılın İyilik Hareketi” sloganıyla misyonerlik amacı taşımadan, bu Alman misyonerlik kuruluşlarının çalışma sahalarının tamamında, yoksullar, afetzedeler, kriz mağdurları ve iç kargaşalarla yaşamını sürdürme zorluğu çeken milletlere hayırseverlerin bağışlarını ulaştırdıkça, bu hareket misyonerlerin hedefine oturur. Türkiye merkezli Deniz Feneri, Almanya adresli Deniz Feneri eV., cemaat odaklı Kimse Yok Mu gibi; kimi cemaat, kimi ise bağımsız girişim hareketi olan yardım kuruluşları, kimi zaman Uganda’da, kimi zaman Somali’de, kimi zaman Avustralya’da, kimi zaman Çin’de, kimi zaman Japonya’da, Tacikis-
tan’da, Kırım’da, Azerbaycan’da, Yunanistan’da kısaca dünya coğrafyasının her noktasında yardıma muhtaç insanlara el uzattıkça, başta Almanya olmak üzere Hıristiyan misyonerlerin hedefine oturdu. 

TÜRK MEDYASININ TAVRI 

Ülke TV’deki Sıradışı’nda ise, CHP ile Almanya’nın Türkiye’deki vakıfları arasındaki ilişkiler ve CHP’ye bu vakıflardan yapılan yardımın belgesi ortaya kondu. Turgay Güler’in konuğu Talip Doğan Karlıbel, CHP ile Alman Vakıfları arasındaki bağlantıları ortaya koydu. CHP MYK üyesi Ali Kılıç’ın Alman vakıflardan aldığı yardımın belgesi programda gösterildi. Bu yayınlar sonrasında, Yargıtay Başsavcılığı CHP ile Alman Vakıfları arasındaki ilişkiye 
yönelik soruşturma açtı. Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleride geçmişte yabancı vakıflarına karşı yayınlar yaptı. Şimdi ise Kanal 7 ve Vakit gazetesi yabancı vakıflara yönelik yayın yapabiliyordu. Bunun nedeni menfaat ilişkileridir. Aydın Doğan medyası tamamen olayları örtpas peşindeydi. Alman vakıflarının Türkiye’deki faaliyetleri sonrasında ya birçok insan 
öldürülmüş, ya pasivize edilmiştir. Bazı gruplar bazı sivil toplum kuruluşları kullanılarak ciddibir etki ajanlığı yapılmıştır. Bu şahısların Türkiye’de yarıgılanmalarını sağlayacak deliller toplandığı halde bu kişiler tahliye edilmiştir. Bu vakıflar Atatürk aleyhtarı faaliyetler yapmasına karşın CHP bu vakıflarla işbirliği içinde olmuş, hatta CHP’li Şahin Mengü bu vakıfların avukatlığını yapmıştır. 2002 yılından sonra bu vakıflar örtülü bir şekilde ödemeler yapmaya başlamıştır. Bu konu 2009’da medyada gündeme getirilmişti. Ali Kılıç aynı zamanda bir Alman vakıfının üyesidir. Alman Vakfı’nın da Ali Kılıç’a yaptığı yardıma dair banka dekontu da mevcuttur. Bu belge savcılarımızın emrindedir. İşin ilginci CHP tüm bu ilişkileri yayınlıyordu. Ancak arşivler bu ilişki bağının çok ciddi olduğunu ortaya koymaktadır. Alman düşmanlığı yapmak niyetinde değiliz. Ancak Türkiye’nin önde gelen bir parti veya kurum Almanya’dan demokrasi dersi alacak değildir. Biz soykırım yapmamış bir milletiz. Soykırım yaptığı belgeli bir ülkeden de ders alacak durumda değiliz. Almanya en büyük altın ihracatçısı, Türkiye’nin de altın üretimini önlemek için de elinden geleni 
yapıyor. 
Almanya’da altın üretimi olmamasına rağmen başka ülkelerden aldığı altını işleyerek en büyük altın tüketicisi konumundaki Türkiye’ye sattığı için bu ticaretin bozulmasını  istemiyor. (78) 

 BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

36. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Almanya -Türkiye Savaşları -1. 21.06.2011..
37. Türkiye’de Alman Vakıfları, 03.11.2011. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Almanya -Türkiye Savaşları 2. 23.06.2011.
38. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Hasta Adam, 30.09.2011.
39. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. . Bir kaç milyon Avrupalı,10.08.2011.
http://www.corummanset.com/kose_yazisi.asp?id=4810
40. Zihni Çakır. Kod Adı Darbe. Türkeş ile Rockfeller arasındaki ilişki. 09 Ocak 2010.
http://www.porttakal.com/haberler/politika/turkes-ile-rockfeller-arasindaki-iliski-603478.html
41. Jürgen Elsasser. Star Gazetesi. Almanya ve Türkiye’de 'uyuyan gladyo hücreleri var. 4 Kasım 2011.
42. Abdullah Harun. Vakit. Naziler, Alman Ergenekonu’nun kılıfı. 4 Kasım 2011.
43. İbrahim Karagül. Yenişafak. Alman Ergenekon’u. 15 Kasım 2011.
44. Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, (Çeviren: Cemal Köprülü), TTK Basımevi, 1991; Giacomo Carretto, “1930’larda Kemalizm-Faşizm-Komünizm Üzerine Polemikler I ve II”, Tarih ve Toplum, Sayı:17, s. 56-60; S. 18, s. 62-72; Hakkı Uyar; “1930’lar Türkiye’sinde Kemalizm Algılamaları” http://kisi.deu.edu.tr/hakki.uyar/21.pdf; Şeref Aykut, Kamâlizm, Muallim Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1936 (2. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul 2008): Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, 2005.
45. Bilgin Türk. Alman Derin Devleti BND, Ergenekon ve Bir Taşla Birçok Kuş... 9 Şubat 2009. Politika Dergisi Sayı 12.
46. Ahmet Usta. Mardin Life. Dr. Hablemitoğlu Cinayeti ve Alman Vakıfları, 05 Ekim 2011. http://www.mardinlife.com/Dr-Hablemitoglu-Cinayeti-ve-Alman-Vakiflari-yaziyaz-493)
47. Necip Hablemitoğlu. 2003. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
48. Hüseyin Özbek , Ufuk Ötesi Dergisi. Necip Hablemitoğlu ve Alman Vakıfları.
49. Uğur Ziyal. Türkiye Dış İşleriBakanlığı. Resmi mektup, 25 Aralık 2002 tarihli yazı, Almanya Büyükelçiği Müsteşarı Dr Gerhard Nourney'e gönderilmiştir.
50. Bianet. Ankara Özgür Radyo, Alman Vakıfları DGMde, 25.04.2002. http://bianet.org/bianet/bianet/9486-alman-vakiflari-dgmde
51. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, 4 Mart 2003. No:33 - 4 Mart 2003, Alman Vakıfları Aleyhine Açılan Davanın Son Duruşması Hakkında Açıklama
http://www.mfa.gov.tr/no_33---4-mart-2003_-alman-vakiflari-aleyhine-acilan-davanin-son-durusmasi-hakkinda-aciklama.tr.mfa
52. Yeni Akit. 22 Aralık 2008. Talip Doğan Karlıbel: Alman faşistlerle Türk Ergenekonla birlikte çalışıyor
53. Necip Hablemitoğlu. 2003. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları
54. Mehmet Eymür. Akdeniz Haberler. Suikastte Askeri İhale İzi... 2003. http://www.akdenizhaberler.com/Haberler-Suikastte-Askeri-Ihale-Izi-67682.html
55. H.Hüseyin Kemal. Yeni Asya. Ergenekon’un finans kaynakları ‘uluslar arası komisyonlar’ mı? 25.07.2011.
56. Zaman. Bilinmeyen Aziz Yıldırım. Askeri İhaleler Ondan Soruluyor. 01 Eylül 2011.
57. Necip Hablemitoğlu. Türkiye’deki Alman Vakıfları Raporu. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2003.
58. Talip Doğan Karlıbel. Alman Gizli Servislerinin Türkiye Operasyonları. 2007.
59. Swetlana W.Pogorelskaja, Çeviren: İrem Güney. Alman Dış Politikasının Aktörleri ve Araçları Olarak Partilere Yakın Vakıflar. 1999.
60. Tamer Bacınoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.
61. Hulki Cevizoğlu. Ceviz Kabuğu. Alman Vakıflarının Yasal Statüsü Yok. 2000.
62. İlkhaber. “Konrad bilmecesi çözüldü” 08.10.2001.
63. Akşam. “Vakıflara jet beraat kararı” 05 Mart 2003.
64. Zafer Güler. Alman Derin Devleti, Truva , s. 79
65. Gabriel Kolko.The Age Of War Lynne Reinner Publishers s. 81
66. S. Yılmaz . 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat. Alfa Yayınları, s. 539
67. 20 minutes.“En-Europe-des-legislation-differentes” 31.01.2007.
68. İbrahim Çevik. “Kürt Sorunu” mu Yoksa Örtülü Operasyon mu? Diplomasi ve İstihbarat Eliyle Kürt Toplum Mühendisliği. TURKSAM’da Etnik Çatışmalar Masası.
69. Deutsche Welle Türkçe, Sibel Yeşilmen / Jülide Danışman, 4 Ekim 2011 Alman Vakıflarından Erdoğan’ın İddialarına Yanıt. http://www.borsarti.com/alman-vakiflarindan-erdoganin-iddialarina-yanit.html#ixzz1aJBtVxmZ
70. Recep Tayyip Erdoğan: 'Alman vakıflar konusunda Kılıçdaroğlu'na yardım ederim' 3.Ekim 2011.
71. Utku Çakırözer, Cumhuriyet, 6 Ekim 2011. Alman Vakıfları Konusunda Başbakanı fena aldatmışlar
72. Cumali Uyan. Librenews. Türkiye ile Almanya arasında bir karşılaştırma, 21.06.2009.http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=1636)
73. Cumali Uyan, Librenews. Neden Almanya’da Askeri Darbe olmuyor? 29.07.2010. http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=2248
74. Cumali Uyan, Librenews. Alman Vakıfları hakkında Başbakan büyük bir pot kırdı, 05.10.2011, http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=2710 )
75. Yeni Akit. Erdoğan'ın Bahsettiği Alman Vakıf. 03 Ekim 2011.
76. Fehmi Koru. Habertürk Tv. Haber 7. Fehmi Koru'dan Deniz Feneri dersi.14 Ekim 2011. http://www.haber7.com/haber/20111014/Fehmi-Korudan-Deniz-Feneri-dersi.php
77. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. 'Alman Ergenekonu' ve PKK'ya para transferi... 4.10.2011
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=29227&y=IbrahimKaragul

78. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Alman Ergenekonu: Bu nasıl bir oyun! 25 Temmuz 2008.


***

PANZER VE KüRT iSYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 3

PANZER VE KURT ISYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 3


HABLEMİTOĞLU YAZDI MI YAZMADI MI? 

Ünlü eski MİT mensubu Mehmet Eymür, faili meçhul kalan araştırmacı Necip Hablemitoğlu cinayeti ile Danıştay baskınındaki ilginç bağlantılara dikkat çekiyordu: Hablemitoğlu, askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdıranca Ergenekon'un hedefi haline gelmiş olabilir...  Hablemitoğlu Almanlar ın ve Alman vakıfları nın Türkiye üzerindeki faaliyetlerini açığa çıkaran yayınlar yapıyordu. Görünen hedefi, Almanların Türkiye üzerindeki etkinliğini kırmaktı. 
Ben o yayınların hiçbir zaman Hablemitoğlu'nun kendisi tarafından kaleme alındığını sanmıyorum. 

Çünkü onu aşan bilgilerin olması yanı sıra yazılar, resmi yazışma dilini andırıyordu. Hablemitoğlu cinayetinden hemen sonra çok dikkatimi çeken bir yayın yapıldı. Kimin tarafından hazırlandığı bilinmeyen ve ordudaki yolsuzlukları teşhir eden 'yolsuzluk.com' isimli bir site de yer almıştı. Bu site cinayetin ardından "Alçaklar" diye başlık atmıştı. Açıklamada, sitelerinin en büyük destekçisi olan vatansever Necip Hablemitoğlu'nun vahşi bir şekilde 
öldürüldüğü belirtiliyor, askeri ihalelerle ülkeyi sömüren ve rütbesini şahsi çıkarlara alet edenler, ağır dille cinayetin sorumlusu olarak suçlanıyordu. Bu cinayeti incelerken bu gibi önemli noktaları dikkate almak gerekir. Bu sitede yayınlanan ordu mensupları ile ilgili bilgi ve belgelerin içeriden elde edildiği ve istihbari çalışmalara dayandığı bellidir. O dönemde Hablemitoğlu'nun bazı kuvvet komutanlarının danışmanlığını yaptığı da söyleniyordu. 
Hablemitoğlu bu süreçte hem askeriyeye yakın görünüp, hem de yolsuzluk. com adlı internet sitesine askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdırınca Ergenekon'un hedefi olmuş olabilir. Almanya, en geniş istihbarat ağına sahip ülkelerden birisidir. Alman istihbaratı Türkiye'de çok etkindir. Hablemitoğlu benim ABD'de bulunduğum dönemde CIA'e çalıştığımı iddia eden ağır yazılar yazdı. Beni tanımıyordu. Bir tesadüf neticesinde onu yönlendirenin Tuğrul Keskingören isimli kişi olduğunu öğrendim. Keskingören her taşın altından çıkan bir kişi. Zannedersem halen ABD'de Virginia'da sosyoloji doktorası yapıyor. Ben ABD'de iken oradaki PKK'lılarla ilgili istihbarat çalışmaları yürütüyordu. Büyükelçilikle, askeri ataşelikle ve benimle ilişkisi vardı. Elçibey gibi önemli kişiler geldiğinde onları evinde ağırlıyor, Amerika'nın öbür ucunda da olsa her etkinliğe katılıp, Türkçü web siteleri kuruyor, makaleler yazıyordu. İnternetteki yazılarında bazen açık ismini, bazen de "Atilla Ongun" takma adını kullanıyordu. Bu nedenle Hablemitoğlu onu iki ayrı kişi olarak tanıyordu. "Açık İstihbarat" isimli sitede de yazıları var. Milliyetçi bir görüntüsü olan Keskingören, Yahudi asıllı bir Amerikalı ile evlendi. 2001 veya 2002'de Aydınlık Dergisi ABD Temsilcisi oldu. Tuncay 
Güney, ABD'ye gidişini Aydınlıkçı Adnan Akfırat'ın sağladığını söyleyince Güney'i ABD'de karşılayacak ilk isim olarak Keskingören geldi aklıma. Türkiye’de yabancı servislerle çalışmış önemli noktalarda bir çok insan bulunuyor. Mesela Danıştay'ı koruyan şirketin müdürü, bir özel harpçiydi. Danıştay cinayeti sırasında binayı korumakla görevli güvenlik şirketinin ka-
meraları bozuktu. Cinayet sonrası şunları söylemişti: ‘Bu şirketin oradaki güvenlik şirketinin başında, benim yanımda da çalışmış olan O.Ç. isimli emekli albay var. (1990'lı yıllarda MİT'te çalışan Orhan Çoban'ı kast ediyor.) Kaşif Binbaşı (Kozinoğlu) ile birlikte bize gelen grubun en kıdemlisiydi. Olay günü kameraların bozuk olması benim de dikkatimi çekmişti. Hable-
mitoğlu cinayetinde dee yabancı servislerin parmağı olabilir, ama eylemi yapanlar bu servislerin içimizdeki uzantılarıdır.” (46) 

Devam eden Ergenekon ve bağlı unsurların soruşturmasıyla mahkeme safhasına taşınmış dâvâlarda eksik ayaklardan biri de finans kaynağıdır. 
Bu anlamda ya zamana yayılmış bir süreç söz konusu ya da bu kaynaklardan kiminin devlet olanaklarına dayanmasından doğan bir sıkıntı söz konusuydu. Bakınız İtalya’da Gladyo’nun finans kaynağı konusunda netleşmiş bir görüş ve dâvâ kararı olmamakla birlikte, birçok hukuk dışı eylemin devlet olanaklarından, bazılarının da ülkenin yüksek sermaye şirketlerinden temin edildiği durum ortaya çıktı. Bu arada Gladyo’ya bağlı faaliyet gösteren yapıların, silâh ticareti, kara para aklama, uyuşturucu trafiğini yönetme, fuhuş sektörüne hakim olma gibi yollarla da finans 
sağladıkları biliniyordu. Bütün faaliyetlerinde bu tarz bir örgütlenmeyi model alan Ergenekon için de finans kaynağına dair çok kafa yormaya gerek yoktu. Hatta, ekstra olarak, Ergenekon’un finans kaynaklarından birinin TSK’nın ihtiyacı olan silâh ve teknolojik restorasyon sürecinde, uluslar arası şirketlerden hatırı sayılır komisyonlar aldığına dair ciddî emareler olduğunu söyleyebiliriz. Yine bizzat yapının kontrolüne girmiş büyük sermaye gru-
plarının varlığına dair şüpheyi aşan bilgiler de yok değil. Kim bilir, belki siyaset ve medya ayağına yönelik ciddî bir operasyonla savcılar bu kaynakları da deşifre etme şansı bulabilir. (47) 
Mesela spor mafyası ve şike operasyonunun bu anlamda ilginç olduğu söylenebilir. 

AZİZ BAŞKAN ALMAN FİRMASIYLA ORTAK 

Spor yöneticiliği ile tanınan ve şike davasıyla ilgili tutukluluğu devam eden Aziz Yıldırım aynı zamanda büyük şirketlerin yöneticiliğini yürüten bir iş adamıydı. 
Yıldırım’ın inşaat, savunma, denizcilik, turizm, beton ve hayvancılığa kadar uzanan sektörlerde önemli yatırımları var. Bunlardan Maktaş Makine, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin muhabere entegre sistemini Alman Siemens ile birlikte kurmuştu. Dolayısıyla birçoğunun internet sitesi bile olmayan şirketleri ile Fenerbahçe Başkanı, Türkiye’deki iş dünyasında kayda değer bir ağırlığa sahip. Forbes Dergisi, Fenerbahçe Başkanı’nın iş hayatını incelediği dosyada, Yıldırım’ın girdiği savunma ihalelerine dikkat çekiyordu. Fenerbahçe Başkanı’nın yüzde 93 hissesini elinde bulundurduğu Maktaş Makine’nin en büyük müşterisinin NATO olduğu biliniyor. Yıldırım, dayısı Faruk Yalçın’ın 1963’te Makyal İnşaat’ı kurarak NATO ihaleleri almaya başlamasından 10 yıl sonra Maktaş Makine ile iş hayatına girdi. Şirket, 1973’ten bugüne çoğu NATO için olmak üzere toplam 650 milyon dolarlık iş üstlendi. En büyük işi ise TAFICS projesi için kazandığı ihale oldu. Maktaş, 1996’da TAFICS ( Türk Silahlı Kuvvetleri Entegre Muhabere Sistemi) projesinin birinci aşaması için yapılan ihaleyi Alman Siemens ile birlikte 223 milyon dolara kazandı. Aynı projenin ikinci aşaması için yapılan ihaleyi de 2003’te yine Siemens-Maktaş ortaklığı 177 milyon dolara aldı. Diğer yandan TAFİCS projeleri 2006’da dünyada Siemens’in uluslararası ihaleleri kazanmak için rüşvet dağıttığı suçlamasıyla gündeme gelmişti. Siemens’i dünyada zora sokan bu konu Türkiye’de ise gündeme gelmedi. Sahibi olduğu Gülhan Denizcilik’in Dearsan tersanesiyle imzaladığı iş ortaklığı ile Türkmenistan’a 100 milyon dolarlık iki karakol botu sattığına ilişkin haberlerde, önemli bir ortak olmasına karşın Aziz Yıldırım’ın adı geçmedi. Aziz Yıldırım Maktaş Makine’nin yanısıra İmsak Savunma, Savtem Savunma, As İnşaat, Asbeton İnşaat, Aly İnşaat, Gülhan Denizcilik, AG Denizcilik ve Şahdem Süt Entegre Hayvancılık şirketlerinin de hissedarıydı. Dergide yer alan dosyada Aziz Başkan’ın Fenerbahçe yönetiminde yer alan isimlerle de sağlam iş ilişkileri olduğu hatırlatılıyordu. Fenerbahçe’nin küme düşmesi ve Yıldırım’ın önderliğini kaybetmesi halinde Aziz Başkan’ın ’iş liginde’ eski gücünü sürdürüp sürdüremeyeceği merak konusuydu. (48) 

Netice itibarıyla, Hablemitoğlu’nun askeri ihalelerle ilgili ne kadar sır bildiği araştırılması gereken bir konu. Sıra Alman derin devleti Kılıç’ın akıncıların olan Alman vakıflarını ve Türkiye’deki faaliyetlerini mercek altına almaya geldi. 

Federal Almanya'da Türkiye'yle ilgili ''kültür hizmetleri'' büyük ölçüde Alman vakıfları aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, ''Türk halkına ve politikacılarına demokratik tartışma kültürünü öğretmek''ten ''Elmalı kereste sanayisini teşvik'' e, ''özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi dersleri'' nden ''gazeteci eğitimi''ne kadar çok renkli bir programı içerir. Türkiye'de ''araştırma kurumu'' kisvesi altunda çalışmalarını sürdüren Alman vakıflarının hemen hemen tamamı parti vakfıdır. Aşırı sağcı CSU ve sözde 
solcu PDS dışında Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan dört partinin tamamının Türkiye'de vakıfları vardır. Ülkemiz ile ilk ilgilenen, Almanya'nın en büyük partisi CDU 'nun Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984'te ilk şubesini açmıştır. SPD partisinin Friedrich Ebert Vakfi 'nın İstanbul'a gelişi 1988'de olmuştur. Bunu, 1991'de FDP 'nin Friedrich Naumann Vakfi izlemiştir. Birlik 90/Yeşiller 'in Heinrich Böll Vakfı‘ da doksanlı yılların 
ortasında İstanbul'da faaliyete geçmiştir. Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan partilerin vakıflarının tümü, federal hükümetin 'Politik Eğitim Fonu' ndan finanse edilmektedir. 

Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetce karşılanır. Konunun uzmanlarından sosyolog Ute Paschner 'e göre, Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO'lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dış İşleri Bakanlığı'nın elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan 
karışabilmek için ne tür ''kamuflaj projeleri'' kullanabileceği üzerine bir dizi ''pratik örnek'' verilmektedir. ''Politik vakıflar''ın bu bağlamda ''diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları'' en yetkili agızlardan itiraf edilmektedir. Ankara ve İstanbul'da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: 

Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil, ''yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti'' olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: 
A- ''Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak'' ve buna paralel olarak ''Kürtcü gruplar'' ile Almanya arasında köprü kurmak. 
B- ''Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları bir araya getirmek'' ve buna paralel olarak ''İslamcılar'' ile Alman devleti arasında köprü kurmak. 
C- ''Alevilerin aşırı İslama karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.'' 

İkinci maddedeki etkinlikler, ''Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak'' amacıyla, Almanya'da adı var, kendi yok ''federal sistem''i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin Friedrich Naumann Vakfi ''federalizmi tanıtma'' çabalarını genelde Batı Anadolu'da yürütürken, Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfi ''federal yönetimin nimetleri''ni Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir. Yeşiller'in bu vakfı, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla meşguldür ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ''araştırma'' enstitüleri ile ortak çalışmaktadır. 

SPD'nin Friedrich Ebert Vakfi da, daha ''global'' bir yaklaşımla ''Türkiye'de sivil toplumun kurulabilmesi'' için çaba gösterirken, daha çok ''ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı''nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de ''İslamı demokrasiyle barıştırmak'' yolunda en kapsamlı projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfi'nca yaşama geçiriliyor. 

Vakıf ajandasının üçüncü maddesi ''yerli köprübaşları oluşturmayı'' öngörür. Almanya'ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman ''kalkındırma yardımı'', bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak arttırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının 
farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır. Vakıfların tek merkezden yönetildiğine, birbirleriyle oldukca karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim. 
Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şefliğini bir süre, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf Schönbohm yaptı. Vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim reformuna ''Türk ordusunun İslam düşmanlığı'' derken Türkiye Cumhuriyeti'ni de, ''kuruluşundan günümüze İslamın inanç esaslarını ve dini duyguların belirtilmesini ezmek'' ile suçlamıştır. Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın 
finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach 'tır. Daha önce Almanya'nın Paris'teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştır. Vakfın kurucusu olan Konrad Adenauer, Katolik bir hakimin oğludur. Aynı zamanda, Alman İmparatorluğu'nun birliği çerçevesinde bir Batı Alman Federal Devleti'nin kurulmasını öneren isimdir. Prusya Devlet Konseyi'nin başkanlığını yapmıştır. Nazi Almanyası'nda Gestapo tarafından tutuklanmış ama sonra serbest bırakılmıştır. Adolf Hitler'e yönelik 1944'teki 20 Temmuz Suikastı sonrası bir kez daha tutuklanmıştır. 1945 
yılında ise Amerika tarafından Köln Belediye Başkanlığına getirilmiştir. Hıristiyan Demokrat Parti'nin (CDP) Kurucu-Yönetim Kurulu Üyesi ve Almanya Federal Cumhuriyeti'nin de ilk şansölyesidir. 
Böyle birinin kurduğu vakıf, sahi Türkiye'nin yararına ne yapar? 
Konrad Adenauer Vakfı uzun yıllardır Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Özellikle basına yaptığı maddi destekler, verdiği eğitimler bu kitabın yazarını hep dikkatini çekmiştir. Vakıf senedinde amacını, barışı, özgürlüğü kollamak, demokrasiyi ve insan haklarını hayata geçirmek, kendi kendine yardım olanaklarını güçlendirerek yoksulluğa karşı savaşmak ve doğal yaşam kaynaklarını korumak olarak açıklar. 

İşin gerçeği ise pek öyle görünmüyor. Alman vakıfları Türkiye'de cirit atıyor ve binlerce aktif ajan veya nüfuz ajanı çalıştırıyorlar. Yakından tanııdğım ve Hamburg’da ofisini ziyaret ederek röportaj yapma imkanı bulduğum Steinbach, 1971-1975 yıllarında ''Ortadoğu masası'' şefi olduğu Ebenhausen Vakfi ile tanındı. Bu vakıf, Alman dış istihbarat örgütü BND'ye yakınlığı ile bilinir. Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi 
sanırım Steinbach'tır. 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi'nin çagrısı üzerine verdiği ''İslam‘ın Avrupa için önemi'' konferansında şöyle demiştir: ''Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusculuk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve 
yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşanan Kürt/Türk, Müslüman/laik, Alevi/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez...'' 

Karanlık güçlerce katledilen bu ülkenin aydını Hablemitoğlu’nun Alman vakıfları ve Bergama dosyası isimli eserinde Türkiye’de faaliyette bulunan Alman vakıfları ve enstitülerinin, Kültür merkezlerinin Alman İstihbarat servisi BND’nin kontrolünde olduğunu ve finansmanlarının da Almanya tarafından karşılandığı iddia edilmektedir. Alman Vakıflarının Almanya’nın kontrolünde faaliyet yürüttüğünü söyleyen sadece Hablemitoğlu değildir. Vakıflar sadece demokrasi, piyasa ekonomisi vb. amaçlarını gerçekleştirebilecekleri ya da Alman modelini ihraç edebilecekleri ülkelerde faaliyet göstermezler. Alman hükümetinin faaliyet göstermesini istedikleri her ülkede çalışmaya hazırdırlar. Alman Gizli Servislerinin Türkiye Operasyonları adlı kitabın yazarı Talip Doğan Karlıbel, “Almanlar 
istihbarat veya misyonerlik faaliyeti yürütmektedir. Almanya demokrasiye geçiş sürecinde olan devletlerde, kendi ekolüne dayalı bir sistem yerleştirmeye çalışmaktadır. Nesin Vakfı, yıllardır Almanya tarafından örtülü bir şekilde desteklenmektedir. Friedrich Ebert Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, 1990'lı yıllarda vakfa 244 bin marklık yardım yapmıştır. ” diyor ve şunları savunuyor: Son yüzyılda Türkiye’nin yok olma eşiğine gelmesinin, milyonlarca insanını kaybetmesinin ve acılar çekmesinin nedeni Almanya ve onun emperyalist isteklerine alet olmasıdır. Almanya, Türkiye’nin bu vefakâr davranışını kendi topraklarında birçok yıkıcı ve bölücü örgüte destek vererek göstermiştir. Türkiye’nin tüm anayasal sistemini çökertmek isteyen veya bölmek isteyen tüm siyasi ve askeri güçler, Almanya topraklarında 
yeşermiş, büyümüş ve tehdit edici boyutlara erişmiştir. Alman istihbaratının bağlantılı olduğu tarikatlar vardır. NGO’ların içimizdeki yerli ve yabancı temsilcileri bulunur. Örneğin Ergenekon sanığı Semih Tufan Gülaltay, Alman Narkotik İstihbaratı’yla bir işbirliği içindeydi. Doğu Alman Gizli Servisi STASİ (Staat Sicherheits Dienst) PKK’ya destek sağladı. Almanlar ile ortak çalışan “Ulusalcı Çeteler” bugün içeride.Türkiye’deki illegal örgütlerin Alman ayakları vardır. (50) 

DSP’Lİ EROL AL: ALMAN VAKIFLARI ALMAN İSTİHBARATIYLA İLİŞKİLİ 

Türkiye’de Almanya adına faaliyet yürüttüğü iddia edilen Alman Vakıflarının yasal statüsü de tartışmalıdır. Hulki Cevizoğlu Ceviz Kabuğu programında Alman Vakıflarının yasal durumunu gözler önüne seren bir program  yapmıştı. 
Programda, Konrad Adanuer Vakfı temsilcisi DPT ve Hazine Müsteşarlığın dan izin aldıklarını ve yasal olduklarını iddia etmiş canlı yayına katılan Vakıflar Genel Müdürü Nurettin Yardımcı ise, Alman Vakıflarının Vakıflar Mevzuatına göre Türkiye’de temsilcilik açma ve çalışma haklarının bulunmadığını belirterek bu vakıfların ülkemizde yasa dışı faaliyet gösterdiğini açıkça ortaya koymuştu. Hazine Hukuk Müsteşarlığı yapmış Fetih Özdemir’de ne DPT’nin ne de hazinenin Alman Vakıflarına böyle bir müsaade veremeyeceğini söylemişti. Programa telefonla katılan ve 
konuya ilişkin soru önergesi de vermiş olan o dönem DSP İstanbul Milletvekili Erol Al, Alman Vakıflarının Alman İstihbarat Örgütü BND’nin uzantısı olarak Türkiye’de faaliyet yürüttüklerini ve Türkiye’deki partner kuruluşları ile ilişkilerinin sorgulanması gereğini belirterek,”konu ile ilgili Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendirdiği için ilgileniyorum”dedi. 

Gerçekten de özelllikle bir dönem yani 90 lı senelerde Almanların Türkiye’ye ilgisi ülkenin ulusal güvenliğini tehdit eder boyutlara gelmişti. Örneğin merkezi Bonn'da olan ve kurucuları arasında Alman Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı 'nın da (1996) çalışmaları doğrudan ülkemiz ile ilgiliydi. Şu anda Türkiye'de şubesi olmayan 
vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır: ''Almanya'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak... 
Kürt halkı ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyaloğu geliştirmek.... Kürdistan'daki savaş kurbanlarına destek sağlamak... Almanya'da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba harcamak... Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak...'' (52) 
Zaten vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi’nin , ''Apo'nun Bonn temsilcisi'' olarak tanınması vakfın niteliğini de daha açık kılıyor. Bu kişi Udo Steinbach'la da çok yakın ilişki içinde bulunuyor. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise, Alman Parlamentosu'nda CDU milletvekilliği ve Berlin İçişleri senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur. Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler yapmıştır. 

Ayrıca 31 Eylül 2000’de Prof.Dr Udo Steinbach’la, Hamburg’daki ofisinde yaptığım görüşmede, 1994'de PKK lideri Öcalan ile görüştüğü için "istenmeyen adam" ilan edilerek Türkiye'ye giremediğini hatırlatan Steinbach, arabuluculukta bulunduğunu itiraf ediyordu. 

Peki Almanlar neden Kürt meselesiyle bu kadar yakından ilgileniyordu? Aslında bu ilginin yeni bir ilgi oduğunu söylemek çok zor. Almanların Kürt sorununu kullanma tarihi eskiye dayanır. 

Burada işin bir başka boyutunu daha vurgulamakta fayda var. Kitabın şu ana kadar olan bölümlerinde Alman vakıflarının Türkiye’de etnik konulu bir çok araştırma yaptırdıkları belirtildi. Halbuki batılı araştırmacıların Türkiye'de yaptıklarına benzer etnik esaslı bir araştırmayı kendi ülkelerinde yapmaları yasal olarak mümkün değildir. 

İspanya'da, Belçika'da, Fransa'da da aynı yasak vardır. İtalya'da ise yalnızca yabancılar için serbesttir. (59) Fransa’da olduğu gibi, değil böyle bir araştırmanın yapılması, tartışılması bile ülkeyi karıştırmaya yeterli olarak görülür. 

Halbuki bu konuda Türkiye’de henüz yasal bir düzenleme yapılabilmiş değil. Hal böyle olunca da Başbakan Erdoğan örneğinde olduğu gibi bir çok politikacının bu faaliyetler konusunda kuşku taşımaları normal. Vakıflar ise bu kuşkuların haklılığını reddetmeye devam ediyordu. Örneğin Friedrich Naumann Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı Alman vakıflarının PKK’ya destek verdikleri yönündeki suçlamalara yanıt veriyor ve kendilerini savunuyorlardı. Bilindiği üzere, Başbakan Recep 
Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri üzerine gözler bu vakıflara çevrilmişti. Türkiye’de faaliyet gösteren vakıflardan birisi de Friedrich Naumann Vakfı olduğundan onların görüşleri önemliydi. Telefon ile İstanbul’dan sorularımızı yanıtlayan vakıf temsilcisi Jörg Dehnert iddialara tepkiliydi. Dehnert’e göre Başbakan’ın adres gösterdiği vakıflar siyasi değil. Dehnert görüşmede şunları söylüyordu: 

“Öncelikle Başbakan Erdoğan Alman vakıflarından söz etti, ancak Türkiye’de yalnızca siyasi Alman vakıfları yok. Türkiye’de, diğer ülkelerde ve Almanya  ’da başka diğer siyasi olmayan Alman kuruluşları da var. Bu birinci konu, ikinci konu ise Başbakan ve Türk hükümeti bizleri yani siyasi vakıfları ve ne yaptığımızı çok iyi biliyorlar, bu sır değil ve bizlerin yaptıkları şeffaf. Türk hükümetini aktivitilerimiz hakkında bilgilendiriyoruz. Herşeyden haberleri var, benim izlenimim bizi yani siyasi vakıfları adres göstermediği şeklinde yoksa ismi açıklardı. Sanırım siyasi vakıflardan değil diğerlerinden bahsediyor. İkinci olarak bunlar son derece ciddi iddialar çünkü bu yalnızca Türkiye için değil Almanya için de suçtur. PKK, Almanya Federal Cumhuriyeti için de bir terörist örgüttür dolayısıyla bu işle bağlantısı 
olanvakıflar bu konuda aktif ya da aktör ise bunun cezasını çekmeliler. 

Sonucuna katlanmalı. 

Biz PKK ile çalışmıyoruz bu insanlar ile konuşmuyoruz.” 

 Heinrich Böll Vakfı da Başbakan Erdoğan’ın suçlamalarını reddediyordu. Yeşiller partisine yakınlığı ile bilinen Heinrich Böll Vakfı Başkanı Ralf Fücks, Deutsche Welle Türkçe Servisi’ne yaptığı açıklamada, suçlamaların kabul edilemez olduğunu söyledi. 

Fücks, “Diğer Alman vakıfları da biz de Türkiye’deki belediyelerin alt yapı projelerini desteklemiyoruz. 
Kredi de vermiyoruz, yasalar uyarınca kredi vermemiz zaten mümkün değil. Siyasi açıdan bakıldığında da PKK’ya yakın bir tavır izlemek son derece saçma. Çünkü Heinrich Böll Vakfı, sorunların şiddete başvurulmadan çözülmesi için çaba gösteren bir kuruluş. PKK’nın silahlı eylemlerine hiç bir şekilde anlayış gösteremeyiz. Ancak sivil Kürt muhalif gruplarla diyalog arayışı içindeyiz, bunu da doğru buluyoruz” şeklinde konuştu. Hırıstiyan Demokrat Birlik (CDU) partisine yakınlığı ile bilinen Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye temsilciliğinden yapılan yazılı açıklamada, “hiç bir Türk belediyesine, il idaresine, başka kurumlara veya örgütlere kredi olanağı sunmadıkları ve ödeme yapmadıkları” ifade edildi. Açıklamada, Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye’deki etkinliklerinin Dernekler Kanunu’na  tabi olduğu ve çalışmalarının Türk makamları tarafından denetlendiği belirtildi. (61) 

Gelen tepkiler üzerine Erdoğan, ifşatına şöyle açıklık getiriyordu: ’Benim ne konuştuğumu maalesef medya tam manasıyla aynen söylediğim gibi yansıtmıyor burada da bu yansıtmada bazı cımbızlamaların olduğunu ifade edeceğim. O sohbetin kaydını şimdi size okuyorum: Bu vakıf altında fon bunlarınki. Bu vakıfların kendi fonları var. Krediler hibeler veriyorlar ve bu 
kredi nedir borçlandırmadır. Hibe borç değildir. Türkiye’de de bazı CHP belediyeleri kredi talebinde hazine talimatı gerektiği için hazineye başvurmuşlardır. BDP’li belediyeler noktasında aldıkları krediler vardır ve yatırım devam ediyor. Bir gazeteci arkadaşımız “PKK’ya para gönderiyorlar” lafını kullanıyor. Ben ise “Para değil belediye ile kredi anlaşması yapıyor. Sözleşmede şu müteahhide verilecek şartı konuyor” diyorum. Gazeteci 
arkadaş, “Şüpheli bir firma” diyor. Ben de “Yani işi öyle bağlıyorlar” diyorum. Konunun aslı çerçevesi bu. Bu söylenen vakıflar benim konuşmamla da gündeme gelmedi. Bu konu medyamız vasıtasıyla da gündeme gelmiş konular. Alman vakıfları maalesef daha önce de 
buna benzer konularla gündeme geldi. Özel bu konuda bilgi isterse lütfederler kendisiyle bu konuyu ayrıca görüşürüz. Kapıya koyup koymaması kendi bileceği bir iştir. Türkiye’de bu tezgah yeni çalışmıyor. Benim anlattığım konu budur. Özellikle ağırlıklı BDP’li belediyelere 
bu vakıflar kredi ve hibe mekanizmasını çok sık çalıştırıyorlar. (62) 

BURDUR’LU İŞÇİ ÇOCUKLARDAN AJAN 

Başbakan Erdoğan Alman vakıflarıyla ilgili açıklamalarıyla kamuoyunun dikkatini buraya çevirmişti. Peki neydi başbakanlık düzeyinde yapılan bu açıklamaların sebebi? Yine başbakanın açıklama yaptığı dönemde özellikle doğu bölgelerinde gelişen bazı olaylar bu sorunun en açık yanıtıydı. İlk örnek Burdur’dan. Burdur’da kısa dönem paralı askerlik yapan Almanya’daki işçi çocuklarına istisnasız olarak her birine ajanlık teklifi ve telkini 
yapılmaktaydı. Ki, bu Almanya anayasası ve yasalarına karşı ağır bir suçtu. Diğer yandan PKK’lı bölücülere veya sol örgütlere karşı ajanlık Alman Kılıç’ın işiydi. Diplomatik dokunulmazlık zırhı altında Almanya’da görevli 80 MİT elemanı tarafından bazı gurbetçi vatandaşlar adım adım takip edilmekteydi. Bir gün, takip edilmekte olduğundan kuşkulanan iki Kürt, bir Alman TV ekibini haberdar ederek bir eylem tasarlamıştı. 

Sonradan olay 

Almanya TV ekranlarına yansıyınca konu anlaşıldı. Takip edilmekte olan o iki kişi, bazı arkadaşlarını da harekete geçirerek, belli ettirmeden kendilerini takip ettirmişlerdi. Bir parkın içinden geçerken, biraz kuytu bir yere gelince geri dönüp onları takip eden olası MİT ajanlarına saldırarak, TV kamerası karşısında bir hayli hırpaladılar. Aldıkları darbelerle çeşitli yerlerinden yaralanan o şahısların saldıranlara karşı davacı bile olmadıklarını Alman 

TV’si saptamıştı. Bu TV haber Almanya savcılığınca ihbar telakki edildi o zamanlar Almanya’nın çeşitli illerindeki Türkiye Konsolosluklarında görevli sekiz diplomatın sınırdışı edilmelerine karar verildi. Buna Türkiye’de bir misilleme yapacaktı elbet. Soruna kolaylıkla bir çözüm bulundu. Almanya’nın Friedrich Ebert Stiftung veya Konrad Adenauer Stiftung 
gibi vakıfların Türkiye’de yardım maskesi altında casusluk faaliyetleri sürdürdükleri gerekçesiyle işlem yapılmalıydı. Ergenekon’un bir kanadı Doçent Necip Hablemitoğlu’na bu görevi verdi. Düzenlediği rapor gerekçe gösterilerek Almanya’nın Türkiye konsolosluğundan dört diplomat sınır dışı edildi. Kısa bir süre sonra da ağzından laf kaçırmasın diye Hablemitoğlu öldürüldü. Cinayet organizasyonunu da zamanın güçlü Ergenekon generali Veli Küçük’e havale edildi. (66) 

Bir başka casusluk olayı yine Başbakan Erdoğan’ın açıklaması üzerine yaşandı. Başbakan Erdoğan'ın "Alman vakıfları belediyeler üzerinden PKK'ya dolaylı olarak yardım aktarıyor" iddialarının ardından, olaya sert giren Habertürk Gazetesi'nde "Güneydoğu'da Alman Ajanslar cirit atıyor" şeklinde bir haber yer aldı. Ancak habere, BDP ve Almanlardan değil de 
Radikal gazetesinden cevap geldi.Gazete Habertürk’ün manşetinde, istihbarat birimlerinin fotoğrafladığı Güneydoğu illerini üs edinen Almanlar’ı gündeme getirdi. 4 PKK’lının cenaze töreninde görülen, gazeteci gibi davranan Almanlar’ın Güneydoğu Anadolu’da bir “ajanlık” faaliyeri yaptıklarına ilişkin habere, Radikal hemen “Ajan değil aktivist” diyerek karşılık verdi. Habertürk’le Radikal arasında ajan kavgası çıkaracak olan haberde Radikal, açıkça Almanlar’ı savunuyordu. (76) 

Radikal’in haberinde Alman ajanlarının ajan değil aktivist olduğu savunuldu. Gazeteye göre her PKK eyleminde görüldüğü' öne sürülen Alman Michael Knapp, Alman parlamenterlerle yaptığı temaslardan sonra hazırladığı raporları Türkiye'ye de iletiyordu. Michael Knapp ın Avrupa Parlamentosu ve Almanya milletvekilleriyle Türkiye’de bulunduğu 2010 temmuz ayında Şemdinli’de, çatışmayla sonuçlanan pek çok protesto gösterileri düzenlenmişti. Habertürk gazetesinde, ‘PKK’nın her eyleminde Almanlar var’ başlıklı haberde fotoğraflarına yer verildi ama Radikal’e göre ‘gazeteci kılığında’ hareket etmekle suçlanan Micheal Knapp’ın insan hakları savunucusu ve tarihçiydi. Knapp’ın 2010 aralarında Alman milletvekillerinin de olduğu bir heyetle İstanbul, Diyarbakır, Van ve Hakkari’de incelemeler 
yaptığı, polislerle de görüştüğü ve hazırlanan raporun da Avrupa ve Alman 
parlamentolarına gönderdiği biliniyordu. Knapp 15 Ekim 2010’da 10 günlük bir inceleme için Türkiye’ye geldi. Beraberinde Avrupa Parlamentosu, Almanya Federal Meclisi ile kimi eyaletlerin milletvekilleri ile avukatlar ve insan hakları aktivistleri de vardı. İlk olarak Diyarbakır’a gidildi. Ardından Van, Hakkari, Şemdinli ve Yüksekova’da inceleme yapıldı. 

İnceleme kapsamında bölgedeki avukatlar, baro ve belediye başkanları, BDP’li milletvekilleri ve siyasetçiler, kimi dernekler ile yerel idarecilerle ve polis yetkilileriyle görüşüldü. Kendisine ‘Brüksel, Berlin, KRV ve Hamburg İnsan Hakları Heyeti’ adını veren topluluk daha sonra da bir rapor hazırladı. Bu rapor Avrupa Parlamentosu, Almanya Federal Meclisi ve Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği’ne iletildi, Türkiye’de yayınlandı. Micheal Knapp yine 
2010’un temmuz ayında Berlin Demokrasi Evi’ndeki bir toplantıda bir Alman milletvekili ve bir sosyologla birlikte, TSK’nın Güneydoğu’da kimyasal silah kullandığı iddiasına ilişkin açıklamalarda bulundu. Knapp’ın da aralarında olduğu bir başka heyetin yine 2010’un ekim ayında KCK Davası’nın görüldüğü Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılamayı izledi. Knapp ve bir grup Alman parlamenteri, Alman ve Türk yetkililere açık mektup yazarak, Hakkari’de tutuklanan BDP’lilerin bırakılmasını ve ‘çocuklara yönelik polis şiddetinin durdurulmasını’ istemişti. (77) Almanlar bu şekilde Türkiye’nin işlerine karışma olarak nitelendirilecek eylemlerde bulunmaktan çekinmemeye başlamıştı. Bunun altında yatan sebeplerden birisi de Almanya ’nı Türkiye’nin artık bölgenin büyük devletlerinden 
olduğunu kabullenememesiydi elbette. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***