Muhittin Ziya Gözler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muhittin Ziya Gözler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2020 Çarşamba

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye BÖLÜM 2

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye  BÖLÜM 2


AB, Enerji Politikaları, Türkiye, Dogu Akdeniz,Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Ümit Özdağ, Muhittin Ziya Gözler, Enerji ve Enerji Güvenliği, 
Araştırmaları Merkezi,

   AB Bakanlığı ’’Fasıl-15 Enerji’’ başlığında faslın müzakere sürecinde geldiği aşamayı şu şeklide açıklamaktadır: ’’… Enerji faslına ilişkin olarak, Mart 2007 
tarihinde Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan tarama sonu raporu halen Konsey’de görüşülmektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) gibi bazı üye 
ülkelerin menfi yaklaşımları nedeniyle gelişme kaydedilememektedir. GKRY engelinin aşılması halinde enerji faslının başka bir engel ile karşılaşmaksızın 
müzakerelere açılabilecek fasıllar arasında olduğu değerlendirilmektedir… Bu kapsamda Mart ve Nisan 2012’de yapılan Çalışma Grubu Toplantılarında işbirliği 
için beş ana unsur belirlenmiştir:
- Türkiye ve AB’de Enerji Senaryoları ve enerji sepeti;
- Piyasa Entegrasyonu ve alt yapıları geliştirilmesi;
- Enerji İşbirliği;
- Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve temiz enerji teknolojileri;
- Nükleer enerji ve radyasyondan korunma.

Bu alanlarda uzun dönemde enerji sektörü için ortak niyetlerin ortaya çıkarılması amaçlanmıştır. Bu çalışmaların sonucunda ilgili tüm kurum ve kuruluşlarımızın ve Avrupa Komisyonu yetkililerinin katkılarıyla ‘Türkiye-AB Enerji Sektörü Geliştirilmiş İşbirliği Belgesi’ oluşturulmuştur… Ülkemiz ve AB arasında enerji işbirliğindeki üst düzey diyaloglar devam etmektedir. Bu kapsamda, Türkiye ve AB arasında, enerji tedarik kaynaklarını güvence altına alma, çeşitlendirme ve rekabetçi enerji pazarları oluşturma hedefleri doğrultusunda 16 Mart 2015 tarihinde ‘Yüksek Düzeyli Enerji Diyalogu’ başlatılmıştır. Buna ilişkin taraflarca ‘Ortak Deklarasyon’ 17 Mart 2015 tarihinde yayımlanmıştır.’’

11. Cumhurbaşkanımız Sayın A. Gül, Milletvekili olduğu dönemde 8.3.1995 tarihinde TBMM’de yaptığı bir konuşmada aynen şunları dile getirmiştir: 
’’Türkiye’nin AB’ye giremeyeceği kesindir. Bunu Avrupalılar söylemektedir. Avrupa’nın önde gelen bütün politikacıları bunu söylemektedir. Avrupalı 
filozofların hepsi söylemektedir. Çünkü AB bir Hıristiyan kulübüdür. 2001 yılında sayın başbakan Türkiye’nin AB’ye gireceğini söylediler. AB’nin dokümanları var. 2010 yılında projeksiyon yapmış AB’ye tam ülkeler kim olacak diye. Dünkü komünist ülkelerin hepsi, hatta Baltık ülkeleri Lituanya, Estonya, Sırbistan, Çek’ler, Macar’lar, Bulgar’lar, Malta, Rum Kesimi bütün bunlar var mı? Hepsi bunların var. Peki, Türkiye’nin ismi geçiyor mu bu dokümanda? 

Türkiye’nin ismi yok. Gerçekler saklanıyor.’’  İşte her kelimesi ile doğru, güzel, anlamlı ve manidar ifadelerle dolu her Türk vatandaşının hislerine tercüman olan gerçek bir yaklaşım. Yarınlarda AB’ye girmek için Türkiye’nin önüne 1999 Helsinki Zirvesi,  2000 Kasımında Türkiye Hakkında Avrupa Birliği Katılım Ortaklığı Belgesi ve 2005 AB İlerleme Raporundaki, sınırların barışçıl bir şekilde çözülmesi konusunda Ege Denizi’ndeki sorunların Yunanistan’ın menfaatleri doğrultusunda çözülmesi, Ada ve adacıkların Yunanistan’a terk edilmesi (21.YY. Türkiye Ens. 17 Mart 2015 / Sayın Prof. Dr. Ü. Özdağ’ın makalesinde 16 Türk Adası ve bir kayalığın sessiz sedasız Yunanistan’a terk edildiği açıkça dile getirilmektedir) Kıbrıs’ın bir kısmının verilmesi, D.Akdeniz’de Petrol ve Doğalgaz arama faaliyetlerine son verilmesi ve azınlıklara daha çok haklar verilmesi istekleri gündeme gelirse AB’ye girmek için yine ayakta mı bekleyeceğiz?


    Diğer taraftan AB Bakanlığı’nın açıklamalarında ’’AB, 10 Kasım 2010’da Enerji 2020 Stratejisi’ni yayımlamıştır. Stratejide, gelecek 10 yıl için AB’nin 
enerji alanındaki öncelikleri şu şekilde sıralanmaktadır: 
1. Enerjiyi verimli kullanan bir Avrupa oluşturmak, 
2. Tümüyle entegre enerji pazarı oluşturmak, 
3. Tüketicileri güçlendirmek ve tüketicilere tedarikçilerini seçme hakkı sağlamak, 
4. Enerji teknolojisi ve inovasyonda lider olmak, 
5. AB enerji pazarının dış boyutunu güçlendirmek. 
AB’nin uzun vadeli hedefi ise, 2050 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 seviyesinin %80-95 altına düşürmektir. 
Enerji 2020 Stratejisi ile, pozitif bir etki yaratılmış olsa da, söz konusu Strateji kapsamındaki önlemlerle sera gazı emisyonlarının 2050 yılına kadar ancak %40 azaltılabileceği öngörülmektedir. AB’nin 2050 yılına kadar enerji kaynaklı sera gazı salınımlarını %80’in üzerinde azaltma hedefine nasıl ulaşabileceği konusu Komisyon’un 15 Aralık 2011 tarihinde açıkladığı “2050 Enerji Yol Haritası”nda irdelenmiştir. 2050 Enerji Yol Haritası’nda karbonsuz bir enerji sistemine geçişe ilişkin çeşitli senaryolar analiz edilmektedir. 

Dokümanda ele alınan dekarbonizasyon senaryolarında, 2050 yılında AB’nin enerji arzında en büyük payın yenilenebilir enerjilerden geleceği görülmektedir. Enerji 2050 Yol Haritası, üye devletlere uzun-vadeli hedeflerine ulaşmak için gerekli enerji seçimlerini yapmalarında yol gösterici nitelik taşımaktadır.’’ İfadeleri yer almaktadır.
   Rusya hariç bütün Avrupa ülkeleri ve AB hayatlarını devam ettirebilmek için Asya ve Afrika’nın kaynaklarına muhtaçtırlar. AB enerji konusundaki sorunlarını çözmek için de büyük oranda Türkiye’ye bağımlı hale gelecektir. Gelişen enerji sistemleri bunu net bir şekilde gözler önüne sermektedir. AB enerji meselesini çözmek için:

1.      Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmalıdır. Bunun için de Kafkas, Ortadoğu, K.Afrika ve D.Akdeniz hidrokarbon kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya 
ulaşmasına yardımcı olmalı, yatırımlara katılmalıdır.
2.      Ortadoğu’da yaşanan vahşetin sona ermesi konusunda ABD’nin dikkatini çekip, Türkiye ile olan ilişkilerini barıştan yana koymalıdır.
3.      AB ülkeleri, fosil kaynaklarının kontrolsüz bir şekilde kullanılmasını durdurup, (birincil enerji kaynaklarının % 12,9’nu tüketmektedir) yenilenebilir 
kaynakların kullanımı konusunda Birlik olarak politik kararlar almalıdır. 
Böylece sera gazı salınımlarını en az seviyeye indirebilirler. 2011 yılında Almanya’nın sera gazı salınımı 940 milyon ton, İngiltere’nin 586 milyon ton, 
Fransa’nın 502 milyon ton olup, AB ülkelerinin toplam sera gazı salınım miktarı 4.715.000.000 tondur.
4.      Nükleer santrallerin ciddi tedbirler alınarak inşası yapılmalıdır. Avrupa’da meydana gelebilecek bir Çernobil hadisesi bütün Avrupa’yı tehdit 
edebilir. Bundan Türkiye’de çok büyük zarar görebilir.
   Diğer taraftan ETKB Enerji İşleri Genel Müdürlüğü’nün Dünya Enerji Görünümü 4-11 Kasım 2011 raporunda şu ifadeler yer almaktadır:’’AB enerji firmaları, 
piyasanın kötü işleyen kurallarına uymak için zor bir mücadele ile karşı karşıyadır. Piyasanın kötüye kullanımı düzenleyici otoriteler için her zaman 
temel endişe kaynağı olmuştur, ancak küresel mali krizden bu yana, bu durum daha da hızlanmıştır. Avrupa enerji piyasasını da içeren ve diğer alanlarda da 
kendini gösteren bu eğilime hem AB’de hem de ABD’de düzenleyici otoriteler önce yumuşak tedbirler almıştır. Ancak daha sonra hem düzenleyici otoriteler hem de yasa koyucular sistem içerisindeki firmalara daha ağır cezalar getirmişlerdir.’’
16-23 Şubat 2015 raporda ise şu görüşlere yer verilmiştir: ’’Basına sızan Taslak ‘Enerji Birliği İçin Strateji Belgesine’ göre, Avrupa Komisyonu, tek bir enerji 
piyasası oluşturmanın önündeki engelleri kaldırmak amacıyla AB enerjikurumlarına daha fazla yetki vermeyi arzulamaktadır. Enerji Komiserleri Maros Sefcovic ve Miguel Arias Canete tarafından açıklanacak Enerji Birliği İçin Çerçeve Strateji Belgesinin temel amacı tamamen entegre bir Avrupa enerji piyasasını hayata geçirmektir. Bahse konu belgede, AB’nin iç enerji piyasasında hala yoğunlaşmanın söz konusu olduğu ve AB her ne kadar Avrupa seviyesinde enerji kurallarını oluştursa da pratikte 28 ulusal düzenleyici çerçevenin söz konusu olduğu belirtilmiş olup, tüm üye devletlerce hayata geçirilecek reformlara ihtiyaç duyulduğu vurgulanmıştır.’’
   Türkiye kısıtlı enerji kaynaklarına sahip olan bir ülkedir. Bu sebeple de dışa bağımlı olmaktan kurtulamamaktadır. Kendi öz kaynaklarının tamamını kömür, 
hidrolik, rüzgâr, güneş, jeotermal ve diğer yenilenebilir kaynaklarının tamamını kullansa dahi yinede gerekli enerjinin temini konusunda hidrokarbon kaynaklarına 
ve uranyuma ihtiyacı vardır. İşte ülkenin baştan aşağı boru hatlarıyla sarıldığı bir süreçte bunu çok iyi değerlendirmek gerekmektedir. Amiyane ifadeyle Türkiye 
‘’boru hatları geçen hanı’’ olmamalıdır. Diğer taraftan ileride bu boru hatlarının başımıza bir iş açmaması da en büyük temennimdir.

Uzman Hakkında
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları
   AB’nin Enerji Politikaları ve Türkiye 
  Yeni Mezopotamya’da Irak’a Olan Alaka’nın Sebebi 
  AB Üyeliği Tılsımlı Değnek Değil-İşte Yunanistan 
  Türkiye'nin Enerji Politikalarına Eleştirisel Bir Bakış 
  Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar 
  Kömür Madenciliği 
  Türkiye’nin Güvenlik Sorunlarının Tartışılması 
 
 DERS-ULUSLARARASI İLİŞKİLER 

  Enerji Kıskacındaki Ortadoğu’da Yaşayan Kürt’ler Kimdir? 
   Nükleer Enerji Santrallerinde Yakıt ve Deprem Konusu 
  Türkiye Adalar Denizi ve Kıta Sahanlı'nda Savaş Değil Bilim ve Adalet İstiyor 

  Enerji İlişkileri 
  Jeotermal Enerji  
  Hafife Alınan Ancak Sonuçları Çok Ağır Olacak Bir Tehlike: Deprem  
  Rüzgâr Enerjisi 
  SOMA’NIN İSYANI: YETER ARTIK! 
  Şeyl Gaz Gerçeği 
  Su Yönetimi Siyasetin Değil Devletin Bir Meselesi Olmalıdır 
  Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları 
  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 
  Çevre Enerji Ve Madencilik İlişkileri 
  Madencilikte Kökten Değişiklikler ve Yeni Politikalar 
  Maden Varlığımızın Ülkemizin Kalkınmasına Etkileri 
  Ülkemizin Enerji Kaynakları 
  Nükleer Enerjinin Önemi 
  Enerjide Milli Politikaların Zamanıdır 
  Petrol Dünyasında Türkiye’nin Yeri 
 
https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/abnin-enerji-politikalari-ve-turkiye

***

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye BÖLÜM 1

AB nin Enerji Politikaları ve Türkiye  BÖLÜM 1

AB, Enerji Politikaları, Türkiye, Dogu Akdeniz,Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Ümit Özdağ, Muhittin Ziya Gözler, Enerji ve Enerji Güvenliği, 
Araştırmaları Merkezi,

Uzman 
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
21 _ Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.
01 Mayıs 2015 Cuma  
 Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
08 Nisan 2015 Çarşamba

AB’nin Enerji Politikaları ve Türkiye
Muhittin Ziya Gözler tarafından yazıldı.


   10.523.000 km2’lik yüzölçümü, 700 milyona yaklaşan nüfusu, yeraltı ve enerji kaynakları bakımından zengin olmayan, ancak dünya sanayi üretiminin 1/3’nü gerçekleştiren Avrupa Kıtası’nda 50 ülke bulunmakta, bu ülkelerden de bugün için 28’i AB’ni meydana getirmektedir. 17 Aralık 2004 yılında AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması için Papa X.Innocent’in heykelinin önünde alay-ı vâlâ ile imzalanan anlaşmanın üzerinden geçen 11 yılda acaba kaç arpa boyu yol alındı? Bu siyasi tartışmayı bir tarafa bırakıp, AB’nin enerji politikalarıyla ilgili çalışmalarını aktaramaya çalışarak Türkiye’nin ileride başına gelebilecek tehlikelere değinelim. Konumuz enerji olduğu için AB Bakanlığı’nın AB’nin enerji politikaları konusundaki görüşlerine kısaca yer verelim: ’’ Avrupa Birliği’nin 
(AB) enerji politikalarının üç temel amacı bulunmaktadır: 
• Rekabetçi bir enerji piyasası oluşturulması, 
• Enerji arz güvenliğinin temin edilmesi, 
• Sürdürülebilir kalkınma temelinde çevrenin korunması. 
AB, enerji alanında politika oluştururken bu üç amaç arasında bir denge kurmayı hedeflemektedir. AB mevzuatı, rekabet gücü yüksek, güvenli ve sürdürülebilir enerji piyasaları oluşturulması, tüketiciye daha fazla seçenek ve daha ucuz fiyatlar sunulabilmesi amacıyla enerji piyasalarında serbestleşmenin sağlanmasına ilişkin düzenlemeler içermektedir. Sürdürülebilir bir enerji politikası için, iklim değişikliği ile mücadele AB’nin enerji politikasının önemli bir bileşenidir. 
Bu amaçla Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan ve Mart 2007 tarihinde onaylanan Enerji ve İklim Değişikliği Paketi ile 2020’ye kadar gerçekleştirilmesi 
öngörülen üç önemli hedef ortaya konmuştur: 

• Sera gazı emisyonlarının 2020 yılına kadar 1990 yılına oranla en az %20 azaltılması, 
• Enerji arzında yenilenebilir enerji payının 2020 yılına kadar %20’ye çıkarılması ve ulaşımda biyoyakıt kullanım oranının en az %10’a ulaşması, 
• Birincil enerji tüketiminde 2020 yılına kadar %20 tasarruf sağlanması. 

Bu hedeflerin hayata geçirilebilmesi için enerji tek pazarının tamamlanması gerekmektedir. Bu amaçla Komisyon, 2007 yılında “Üçüncü Paket” 
olarak adlandırılan mevzuat önerilerini açıklamıştır. Söz konusu Paket, enerji arz/satış ve üretim faaliyetlerinin, doğal tekel niteliği taşıyan şebeke (iletim 
ve dağıtım) işletiminden hukuken ve fonksiyonel olarak etkin bir şekilde ayrılması, ulusal enerji düzenleyicilerinin bağımsızlıklarının artırılması ve 
piyasa faaliyetlerinde şeffaflık sağlanması gibi hususları kapsamakta olup, elektrik ve doğal gaz piyasalarının tamamen rekabete açılmasını hedeflemektedir. 
Paket kapsamında ayrıca, boru hatları ve şebeke erişimine ilişkin standartların birbiriyle uyumlu hale getirilmesi amacıyla 2009 yılında Avrupa Elektrik İletim 
Sistem Operatörleri Ağı (ENTSO-E) kurulmuştur. 2020 hedeflerine ulaşmak için mevcut stratejilerin yetersiz kalacağını öngören AB, 10 Kasım 2010’da Enerji 
2020 Stratejisi’ni yayımlamıştır. Stratejide, gelecek 10 yıl için AB’nin enerji alanındaki öncelikleri şu şekilde sıralanmaktadır: 

1. Enerjiyi verimli kullanan bir Avrupa oluşturmak, 
2. Tümüyle entegre enerji pazarı oluşturmak, 
3. Tüketicileri güçlendirmek ve tüketicilere tedarikçilerini seçme hakkı sağlamak, 
4. Enerji teknolojisi ve inovasyonda lider olmak, 
5. AB enerji pazarının dış boyutunu güçlendirmek. 

AB’nin uzun vadeli hedefi ise, 2050 yılında sera gazı emisyonlarını 1990 seviyesinin %80-95 altına düşürmektir. Enerji 2020 Stratejisi ile pozitif bir etki 
yaratılmış olsa da, söz konusu Strateji kapsamındaki önlemlerle sera gazı emisyonlarının 2050 yılına kadar ancak %40 azaltılabileceği öngörülmektedir. 
AB’nin 2050 yılına kadar enerji kaynaklı sera gazı salınımlarını % 80’in üzerinde azaltma hedefine nasıl ulaşabileceği konusu Komisyon’un 15 Aralık 2011 
tarihinde açıkladığı “2050 Enerji Yol Haritası”nda irdelenmiştir. 2050 Enerji Yol Haritası’nda karbonsuz bir enerji sistemine geçişe ilişkin çeşitli senaryolar 
analiz edilmektedir. Dokümanda ele alınan dekarbonizasyon senaryolarında, 2050 yılında AB’nin enerji arzında en büyük payın yenilenebilir enerjilerden 
geleceği görülmektedir. Enerji 2050 Yol Haritası, üye devletlere uzun-vadeli hedeflerine ulaşmak için gerekli enerji seçimlerini yapmalarında yol gösterici 
nitelik taşımaktadır.’’

   Bu kısa bilgiden sonra AB ülkelerinin enerji kaynaklarına bir göz atalım. AB ülkelerinin 2013 yılı birincil enerji tüketimi 1744,2 milyon TEP’ dür. Bu rakam 
dünya birincil enerji tüketiminin % 12,9’una karşılık gelmektedir. Dünya petrol rezervlerinin % 0,4’ü, doğalgaz rezervlerinin % 0,8’i, kömür rezervlerinin % 
6,1’i, hidrolik enerjinin % 8,3’ü, diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının % 37’si AB ülkelerinde bulunmaktadır. AB ülkeleri kullandıkları enerjinin % 35’ini 
de nükleer enerjiden elde etmektedirler (Kaynak: BP Statiscal Review World Energy 2014). 2014 itibariyle AB ülkeleri tükettiği enerjinin % 55’ni ithal 
etmektedir. Petrolde % 84, doğalgazda % 66, kömürde % 53, nükleer kaynaklarda tamamen dışa bağımlıdır. Enerjide en fazla bağımlı olduğu ülke Rusya Federasyonu’dur. Kıta Avrupası’nın da tamamının Rus gazına bağımlı olduğu bilinmektedir. (Ş.1)
                 
                                    (Ş.1 Rus Gazına bağımlı olan ülkeler)

  1973 ve 1979 yıllarındaki petrol krizleri AB ülkelerini etkilemiş ve enerji arz güvenliğinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine AB ülkeleri kendi 
kısıtlı kaynaklarının kullanma, yenilenebilir kaynaklara yönelme, enerji teknolojileri konusunda çalışmalar yaparak enerji ithalatlarını azaltma konusunda politikalar belirlemeye başlamışlardır. Yapılan çalışmalar sonrası AB ülkeleri enerji politikalarını da şu üç esas üzerinden yürütmeye karar vermişlerdir. 

1. Arz güvenliği, 
2. Çevre koruması, 
3. Rekabet ortamının geliştirilmesi. 

AB ülkeleri aldıkları tüm tedbirlere rağmen yine fosil kaynakları kullanmaya devam etmişler, nükleer enerjiye daha çok önem vermişler ve de yenilenebilir kaynaklara da yönelmeye başlamışlardır.

AB ülkelerinin enerji verilerini aktararak AB’nin enerji geleceğini ortaya koymaya çalışalım. AB ülkelerinin enerji ithalatında % 32 oranında Rusya’ya, % 12 Norveç’e, % 5 S.Arabistan’a, %4 Kazakistan’a, % 4 Nijerya’ya ve % 36 diğer ülkelere bağlı olduğu bilinmektedir.
BP’nin verilerine göre, AB ülkelerinin 2013 yılında tükettiği toplam petrol miktarı 541.400.000 ton, doğalgaz tüketim miktarı 393.300.000.000 m3 ve kömür 
tüketimi de 275,1 MTEP’ dür. AB ülkelerinin hidrolik enerji potansiyeli 31,6 MTEP, yenilenebilir diğer kaynaklar ise 106,2 MTEP’ dir. 2013 yılı itibariyle 
AB’ye üye ülkelerin toplam birincil enerji tüketimi 1744,2 MTEP’ dür (Almanya-325 MTEP, Fransa-248,4 MTEP, İngiltere-200,0 MTEP, İtalya-158,8 MTEP, 
İspanya-133,7 MTEP).AB’ye üye on ülkenin toplam elektrik tüketimi yaklaşık 3000 TWh olup (Almanya-579,21 TWh, Fransa-476,50 TWh, İngiltere-346,16 TWh, İtalya-327,47 TWh, İspanya-258,48 TWh), kişi başına elektrik tüketimi; Lüksemburg-15511 kWh, Belçika- 8072 kWh, Fransa-7318 kWh, Almanya-7083 kWh, İspanya-5604 kWh, İngiltere-5518 kWh’tir.

AB ülkelerinde toplam 132 NS bulunmakta bu santrallerin kurulu güç toplamı da 131.476 MW’ tır (dünyada toplam 435 NS bulunmakta, toplam kurulu güç 
371.973 MW’ tır).

İşte böylesine dışa bağımlı olan kaynaklarla enerji tüketen Cermen, Anglosakson, İskandinav, Slav, İber Yarımadası Devletleri ile Yunanlı’ların meydan getirdiği 
ve Katolik, Protestan, Ortodoks ve diğer bazı mezheplerin bulunduğu bu 500 milyonluk birliği ciddi sorunların beklediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. 
2030 yılında eneri kaynaklarında % 70’lere varan bir dışa bağımlılık oranı gerçekleşeceği için tehlike daha da büyüyecektir  (günümüzde AB’nin yıllık 
petrol faturası 300 milyar eurodur). Zira 2030 yılın dek AB ülkelerinin enerji talep artışı % 30’lar civarında olacaktır. İspanya Enerji Bakanı 2035 yılında 
AB’nin petrolde % 95, doğalgazda % 80 oranında dışa bağımlı olacağını ifade ederek AB ülkelerine ciddi bir ikazda bulunmuştur.
 
  AB ülkeleri dünya enerji kaynaklarının yaklaşık olarak % 3’üne sahip olup, toplam enerjinin % 17’sini tüketmektedir. Günümüzde % 55 oranındaki dışa 
bağımlılık 2030 yılında % 70’e yükselecektir. AB ülkelerinin petrol ve doğalgazda Rusya’ya bağımlılıkları Ukrayna krizinden sonra bu ülkeleri rahatsız 
etmiş ve kaynak çeşitlendirilmesi yönündeki çalışmalarını hızlandırmışlardır. 
Fransa nükleer yakıt sıkıntısına girmemek için Nijer ile görüşmeleri sıklaştırmış, Mali’nin işgal edilmesi ise buradaki kaynakları ele geçirmek 
olarak yorumlanmıştır. AB ülkelerinin tamamı yenilenebilir kaynaklara yönelmiş, AB’nin Visegrad Grubu (Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya) sadece 
Rusya’ya bağımlı kalmamak için ABD’den doğalgaz etmek konusunu gündeme getirmişler, Romanya şeyl-gaz araştırmalarına başlamış ve AB doğalgaza 
bağımlılığı azaltmak için 2011’de 179 milyar m3 LNG ithalatı yapmışlardır. AB ülkeleri kendi kaynaklarını ne kadar kullanırlarsa kullansınlar yeterli 
olamayacağından fosil kaynaklara ihtiyaçları devam edecektir.  Bu sebepten ötürü AB ve hatta bütün Kıta Avrupası Kafkas, Ortadoğu, K.Afrika ve D.Akdeniz’deki 
kaynaklara muhtaçtır. Buradaki kaynaklar deniz yolu veya boru hatlarıyla Avrupa’ya ulaşabilir. İşte bu noktada Türkiye gündeme gelmektedir. Türkiye 
Azerbaycan, Türkmenistan, İran ve Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını boru hatlarıyla Avrupa’ya taşıma güzergâhı üzerinde bulunan bir ülkedir. İleride 
Mısır ve D.Akdeniz’deki kaynaklarda Türkiye üzerinden sevk edilebilir. Türkiye bir ’’DOĞALGAZ HUB’’ı olma potansiyeline sahiptir. Irak-Türkiye HPBH, 
Bakü-Tiflis-Ceyhan HPBH, Bakü-Tiflis-Erzurum DGBH, Türkiye-Yunanistan DGBH, Rusya Federasyonu-Türkiye DGBH, İran-Türkiye-Avrupa DGBH ve TANAP 
ile ve de ileride inşa edilecek hatlarla Türkiye, Avrupa’nın adeta kaderiyle oynayacak bir konuma gelebilir. Şah Deniz-2 sahasından çıkarılacak olan doğalgaz 

Türkiye’nin 20 ilinden geçtikten sonra aşamalı olarak 16-22-31 milyar m3 doğalgazı Avrupa’ya ulaştırılacaktır. 

  10 milyar dolara mal olacak olan TANAP’tan geçecek bu doğalgaz miktarının AB’ye yeterli olamayacağı aşikârdır. Görünen o ki, yeni TANAP’ların yapılması 
gündeme mutlaka gelecektir. 

Ne var ki, AB’nin Türkiye’ye karşı olan hasmane tutumu, Türkiye-AB ilişkilerinde daha uzun süre soğukluğun devam edeceğini göstermektedir. 
500 milyon nüfusa sahip AB’nin 77 milyon nüfusu olan Müslüman bir ülkeyi kendi içine alması, ötesinde kabul etmesi çok zor görünmektedir. 
AB Türkiye’nin nükleer enerji konusunda Rusya ile olan ilişkisi, yenilenebilir kaynaklara yeterince yatırım yapmaması ve Ortadoğu politikaları sebebiyle her 
konuda olduğu gibi enerji konusunda da Türkiye’ye soğuk davranmaya devam etmekte ve müzakerelerde Enerji Faslını açmamaktadır. 
Ancak, AB enerji politikasının esasını teşkil eden arz güvenliği için enerji çeşitlendirilmesi konusunda Türkiye’ye muhtaçtır ve mahkûmdur. 
Diğer taraftan yukarıda ifade etiğim gibi AB ülkeleri arasında farklı enerji politikaları takip edilmektedir. 
Almanya’nın Rusya ile ilişkilerinin müspet olması, Fransa’nın nükleer yakıt tedarikinde Afrika ülkeleri ile ilişkilerini sıcak tutması, diğer ülkelerin Ortadoğu ve 
K.Afrika ülkelerine yakınlaşmaları ortak bir enerji politikasının oluşturulması yönünde ciddi engel teşkil etmektedir. Zira ulus devlet anlayışı her fikrin, 
anlayışın ve birliğin üzerinde görülmektedir.

***

4 Aralık 2017 Pazartesi

BOR CEVHERİ ve UYGULANAN POLİTİKALAR

BOR CEVHERİ ve UYGULANAN POLİTİKALAR



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar
Muhittin Ziya Gözler tarafından yazıldı.
02 Ocak 2014 Perşembe


 1455 yılına kadar doğu ve batıda bilim ve teknolojide küçük ama zamanın yapısına ve ruhuna uygun gelişmeler kaydediliyor, doğuda Türk-İslam âlimlerinin ortaya koyduğu fikirler ışığında önemli değişiklikler yaşanıyor ve özellikle de bilim ve mimaride önemli eserler vücuda getiriliyordu. 1455 yılına, matbaada ilk kitabın basılmasına dek dünya üzerinde 30 bin adet kitap olduğu tahmin edilmektedir. Bu tarihten sonra geçen yarım asırlık zaman içinde bilim, felsefe, edebiyat, sanat ve din alanında sayıları 10 milyona yaklaşan kitabın basıldığı ileri sürülmektedir. Batılılar, 15-17.yüzyıllar arasında bilim, felsefe, sanat ve dinde gerçekleştirdikleri ıslahat hareketlerinden sonra dünyaya açılmaya başlamışlar, coğrafi keşiflerle de kaynak arayışını hızlandırarak kendi 
topraklarından uzaklardaki ülkeleri işgal ederek o ülkelerin kaynaklarını kullanmak için sömürgeler ve dominyonlar kurmaya başlamışlardır. 1565’de kurşun kalem, 1643’de barometre, 1663’de teleskop, 1671’de basit bir hesap makinesi, 1752’de paratoner, 1852’de elektromıknatıs, 1866’da dinamit, 1876’da telefon icat edilmiştir. 1299-1699 yılları arasında cihan hâkimiyeti ülküsü ile güçlü bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu batının değişen bu fikri, ilmi, teknik ve dini gelişmelerinden bihaber olarak ayakta durmaya çalışırken batı bu fırsatı kaçırmamış bu ’’Muhteşem İmparatorluğu’’ yıkmak için sürekli fırsat kollamaya başlamış, nihayet içerden ve dışarıdan giriştiği sosyal, kültürel ve iktisadi faaliyetler neticesinde hepimiz için hazin olan son gerçekleşmiştir. 1839 Osmanlı-İngiliz Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı sanayini ortadan kaldırmayı ve de ülkeyi batının bir açık pazarı haline dönüştürmeyi 
amaçlıyordu. Gelişen ve değişen şartlar karşısında batı, Osmanlı’nın madenlerine gözünü çeviriyor ve sömürü düzeni böylece başlamış oluyordu. 1850’li yıllarda 
Batı Anadolu’da alçıtaşı işletmeciliği yapan Polonya’lı bir göçmen Desmazures adlı bir Fransız mühendise hediye olarak bir biblo gönderir. Mühendis gelen 
bibloyu tetkik eder ve bu malzemenin bor olduğunu tespit eder. Hemen ilgili kişiyle temasa geçer ve Türkiye’ye gelir, malzemenin yerini bulurlar. Burası 
Balıkesir ili, Susurluk ilçesindeki Sultançayır ve Aziziye Köyleri civarıdır. Cevher, pandermit adı verilen kalsiyum borattır. Uzun uğraşlardan sonra 1865’de 
Companie Industrielle Des Mazures adlı bir şirket kurulur ve 1865’de padişahtan izin alınarak bor cevheri işletilmeye başlanır. Ancak işletilen madenin alçıtaşı 
olduğu söylenerek ve de ucuz ücretler ödenerek bor cevheri yurt dışına kaçırılmaya başlanır. Bu arada Paris yakınlarında bir bor rafine tesisi de 
kurulmuştur. 1887’de Londra’da kurulan The Borax Company Şirketi 1898’de Fransız şirketini satın alarak Sultançayır’daki bor işletmesini tekeline alır. 

Ancak bu hileli durumun farkına varan Sultan Abdülhamit Han mevcut faaliyetin durdurulması emrini verir. Ancak 1889’da Borax Consolidated Limited (BCL) 
şirketi kurulur ve bu şirket 1954 yılına kadar borları işletmeye devam eder. 

Etibank ilk kez 1958 yılında Emet’te bor cevheri üretimin gerçekleştirerek dünya bor piyasasına BCL’den sonra giren ikinci şirket olur. Etibank 1964’de ilk 
rafine ürün işletmesini devreye alır. 1968’deki Bakanlar Kurulu kararı ile de bütün şirketlerin imtiyazları devlete devredilerek, bor madenleri Etibank ve 
bazı yerli şirketler tarafından işletilmeye başlanır. 1978’de çıkarılan 2172 ve 1983’deki 2840 sayılı kanunlarla da bor madenleri ile ilgili bütün faaliyetler 
devlet kontrolüne bırakılır. 20.03. 2012 tarihinde TBMM’ne 2840 sayılı kanunda bir değişiklik yapılması önerisi götürülmüştür. 1998-2002 yılları arasında 
medyanın akıl almaz kampanyası ile bor meselesi kamuoyunu meşgul eden önemli meselelerden biri haline gelmişti. Akademisyenlerden gazetecilere, siyasilerden 

sivil toplum kuruluşlarına ve hatta sokakta simit satan vatandaşa kadar hemen herkes bor konusunda adeta otorite haline gelmişti. Hatta bir sivil toplum 
yöneticisi de bir yıl içinde ülkeye bor ile çalışan bir otomobil getireceğini anlatıyor, yazıyor ve çiziyordu. Aradan 14 yıl geçti…2003’ten bu yana borlarla 
ilgili yayın taarruzuna rastlamıyoruz. Bu çok önemli bir neticedir. Zira çalışan ve üreten insanlar bir de bu dedikodularla uğraşmamaktadırlar. Şimdi bor 
cevherinin serüvenini öz ama akılda kalıcı bir biçimde anlatmaya çalışalım.

       B2O3 bazında 1970 yılında dünya bor üretimi 768 bin ton, bunun %16’sı olan 122 bin ton, 1998’de 1.511.000 ton olan dünya üretiminin %31’i olan 475 bin ton, 2002 yılında 1.536.000 ton olan dünya üretiminin %32’si olan 491 bin ton ve 2012’de 1.8 milyon ton olan dünya fiili bor üretiminin yaklaşık %42’si 756 bin ton Türkiye tarafından üretilmiştir. Türkiye’de bor üretiminde artış olduğu takdirde dünyada da bor artışının olacağı bir vakıadır. 

Eti Maden İşletmeleri’nin verdiği bilgilere göre Eti’nin 2012 yılı bor üretim kapasitesi 973 bin ton olup, dünya fiili bor üretimiB2O3 bazında 1.8 (3.8) milyon ton olup bunun yaklaşık %42’sini Türkiye, %29’unu ABD, %15’ini G.Amerika, %14’ünü de Asya gerçekleştirmektedir. Ayrıca dünya bor talebinin de %46’sını Eti karşılamaktadır. 2002 yılında 1.890.000 ton cevher ve 717 bin (100 bin tonluk borik asit hariç) rafine ürün kapasitesi varken, 2012’de bu değerler rafine üründe 1.425.000 tona, eş değer ürünlerle birlikte kapasite 2.125.000 tona yükselmiştir. Diğer taraftan 1998-2002 yılları arasında bor ürünleri ihracat 
değerleri miktar olarak 400-763 bin ton, değer olarak da 200-237 milyon dolar seviyelerindeyken, 2009-2012 arasında miktar olarak 500-800 bin ton, değer 
olarak da 500-800 milyon dolarlar seviyesine çıkmıştır. Bu artışın önemli iki sebebi bulunmaktadır: 

1.Bulunan yeni rezervler ve Eti’nin yatırımlara ağırlık vermesi ham bor yerine rafine ürün satışının artması (2002 yılına göre pazarlanabilir ürün kapasitesi yaklaşık %100 artmıştır), pazara daha çok hâkim olması, 2. B2O3 bazında 2002 yılına göre fiyatların 250-300 dolarlardan 350-735 dolarlara yükselmesi. 

Türkiye’de bor konusunda 1964-1996 arasında geçen 32 yıllık zaman içinde yapılması gerekenler ne yazık ki, bildiğimiz ve bilemediğimiz birçok sebepten ötürü yapılamamıştır. Ancak 1997’den itibaren başlayan ve zaman zaman yöneticileri zor durumda bırakan yatırım hamlelerinin giderek artan bir şekilde devam etmesi sevinilecek bir neticedir. 

2000-2012 yılları arasında konsantre bor ürünlerinde satış miktarı %47’lerden %5’lere düşmüş, bor kimyasallarında da %53’lerden %95’lere çıkmıştır. 
Bu yatırımların dünya bor tüketimi de dikkate alınarak ve herhangi bir engele takılmadan yapılması, ayrıca yatırımların rafine ve eş değer ürünlerin de ötesine geçip özel bor ürünlerini de kapsayacak şekilde yapılmasına da dikkat edilmesi şarttır.

 (Türkiye’de bor cevherinin çıkarıldığı yerler. 
Kaynak:  www.coğrafyatutkudur.com)

  Tabiatta 230’un üzerinde bor minerali bulunmaktadır. Ancak ticari manada önemli olan bor mineralleri kolemanit, tinkal, üleksit, kernit, datolit, 
probertit ve hidroborasittir. Ülkemizde yaygın olarak tinkal (sodyumlu), kolemanit (kalsiyumlu) ve üleksit (kalsiyum+sodyum) mevcuttur. Ülkemizde bor cevheri Balıkesir Bigadiç, Eskişehir Kırka, Kütahya Emet, Bursa Kestelek’de bulunmaktadır. Dünya bor rezervleri toplam 1.290.800.000 ton olup dağılımı 
şöyledir: (Kaynak- Eti Maden / B2O3 bin ton /2012)

  ’’Türkiye 935.800  % 72,5 / 
   A.B.D 80.000   %6,2 / 
   Rusya 100.000 % 7,7 
   Çin 47.000  %3,6 / 
   Arjantin 9.000  %0,7 / 
   Bolivya 19.000  %1,5 
   Şili 41.000 % 3,2 / 
   Peru 22.000 % 1,7 / 
   Kazakistan 15.000 % 1,2 / 
   Sırbistan 22.000 % 1,7 

  Ülkelerin 2012 yılı bor üretim kapasiteleri ise şöyledir (Bin ton B2O3) : 

Türkiye 973, ABD 673, 
G.Amerika 340, 
Asya 312.
Toplam 2.298.000’’ 

Böylesine büyük rezervlere ve üretim kapasitesine sahip olmamıza rağmen bor ürünlerinin kullanımı günümüzde petrol, doğalgaz, kömür, demir-çelik,  çimento ve diğer sanayi ürünlerinde olduğu kadar fazla miktarda değildir. 2000 yılında 3,1 milyon ton olan dünya bor tüketimi (1.536.000 B2O3), 2012 yılında 3,8 milyon ton (1,8 milyon B2O3 ) olmuştur. Görüldüğü gibi bor kullanım oranı yıllık % 2 civarındadır. Ancak ekonomik krizler ve bor tüketiminin azaldığı durumlarda bu oran daha da düşmektedir. Bor ürünlerinin %54’ü cam (borosilikat, yalıtım tipi cam elyafı, tekstil tipi cam elyafı), % 13’ü seramik, emaye, sır, % 3’ü deterjan ve % 12’ si tarım sektöründe ve alev geciktiriciler, sağlık, çimento, metalürji ve enerji sektöründe de % 18’i kullanılmaktadır. Bor mineralleri ilk önce fiziksel işleme tabi tutularak zenginleştirilir ve konsantre bor elde edilir. Elde edilen bu ürün bazı kimyasal işlemlerden geçirilerek rafine ürünler elde 
edilir. Bor ürünlerini gösteren şema aşağıdadır.

  (Kaynak: Boren)

     Dışarıya yıllardır sattığımız ve ülkemizde halen de çok az miktarda kullanılan bor ürünlerinin nerelerde kullanıldığına da kısaca değinelim: 

Cam ve cam seramiklerinde; kolemanit, tinkal, üleksit, boraks penta ve deka hidrat, Susuz boraks ve borik asit, Emaye, sır ve fritte; Boraks penta ve deka, 
susuz boraks, borik asit, 

Temizleme ve ağartmada; Sodyum perborat, 

Zirai uygulamalarda; Boraks deka, penta, borik asit bor oksit, Meta borat kullanıldığı bilinmektedir. 

Ergimiş halde bulunan cam ara ürününe bor ilave edildiğinde malzemenin akışkanlığını artırmakta ve nihai ürünün yüzey sertliğini ve dayanıklılığını artırmaktadır. 

Seramiğe bor ilavesi onu çizmeye karşı korumaktadır. 
Deterjan ve sabunlarda mikrop öldürücü, beyazlatıcı ve suyu yumuşatıcılığını artırmak için kullanılmaktadır. 
Sebze ve meyvelerde hücredeki şeker geçişini, gelişimini, hücre bölünmesini ve fotosentez metabolizmasının düzenlendiği için kullanılmaktadır. 
Alev geciktirici olarak yanan malzemelerin üzerine sürüldüğünde (çinko borat) oksijenle olan teması kesmekte ve yanmayı önlemektedir. 
Metalürjide yüksek sıcaklıkta koruyucu özelliğinde dolayı demir dışı metal sanayinde curuf oluşturucu ve ergitmeyi hızlandırıcı madde olarak kullanılmaktadır. 

Ayrıca fiber optik kablolar da üretilmektedir. 

Sodyum bor hidrür, kâğıt hamurunun ağartılmasında, atık sulardan ağır metallerin uzaklaştırılmasında kullanılmaktadır. 
Bu ürün aynı zamanda çok iyi bir hidrojen taşıyıcısı ve depolayıcısı olduğunda hidrojenin enerjide kullanılmaya başlamasından sonra önemli bir noktaya gelecektir. 

Atom reaktörlerinde borlu çelikler, bor karbürler ve titan bor alaşımlar kullanılmaktadır. 

Füze yakıtlarında, uçak ve havacılık sanayinde yüksek ısıya dayanıklı gövde yapımında ve düşük ağırlık ve diğer bazı uygulamalarda kullanıldığı bilinmektedir. 

Bor nitrür, elektronikte, nükleer uygulamalarda, vakum ergitme potalarında, bujiler, rulman yatakları, askeri zırh malzemelerinde, matkap uçlarında 
değerlendirilmektedir. 

Titanyum diborür, balistik silah üretimi, Ergimiş motor potalarında ve kesme aletlerin yapımında kullanılmaktadır. 
Bor halojenürler, ilaç, katalizörler ve bor elyafı üretiminde kullanılmaktadır. 
Enerji alanında, hidrojen taşıyıcısı, araçlarda doğruda yakıt olarak ve de enerjinin taşınması, depolanması ve tasarrufunda da değerlendirilmektedir. 
Böylesine öneme haiz bir maden varlığının yıllarca ham, konsantre ve hatta rafine ürün olarak satılması toplumun akıllı ve sürekli yol gösteren adamları tarafından hiç değerlendirilmemiş sadece ve sadece aman borlar emperyalistlere peşkeş çekilmesin nidalarıyla toplum avutulmaya çalışılmıştır. 

Doğru olan, yapılması ve yol gösterilmesi gereken husus, sanayinin hemen her yerinde kullanılan ürünlere ait tesislerin kurulması için devletin ve özel sektörün 
teşvik edilmesi olmalıydı. Aslında Eti’nin sattığı ürünlerin nerelerde kullanıldığı ABD’de 2000 yılında bir şirket kuruluna dek de bilinmiyordu. 

Bor minerallerinden elde edilen borik asit, bor oksit, boraks dekahidrat ve pentahidrat, susuz boraks, amonyum pentaborat, sodyum metaborat, potasyum penta ve tetraboratlar, bor karbür, bor nitrür, titanyum diborür, ferro bor, bor halojenürler, boranlar ve diğer bor özel kimyasalları bilinenlerin dışında nerelerde hangi amaçlar için kullanılıyordu? 

Uzay çalışmalarında mı? 
Hızlı tren yapımında mı? 
Yeni nesil uçak üretiminde mi? 
Yakıt veya elektrik enerjisi üretiminde mi? 
Sağlık alanında mı? 

Görüldüğü gibi buraya kadar anlatılanlardan şu açıkça anlaşılmaktadır. 

Türkiye bor cevherini halen rafine ve eşdeğer bor cevheri şeklinde satmaktadır. Eti’nin bazı uç ürünlerdeki çabalarını, ortaya koyduğu sonuçları daha ötelere taşıması için ya devletin bu girişimleri sonuna dek desteklemesi ya da özel sektörün bu konuya iştiraki gerekmektedir. Eti’nin özel sektörle yapacağı ortaklıklardan da iyi neticeler alınabilir (tronada olduğu gibi). Uzun yıllardır yöneticilerin bu çabaları her nedense baltalanmış ve günümüzde de bu ileri teknoloji çalışmalarında yapılanlara pek destek çıkılmadığı görülmektedir. 

Amerika, Yunanistan, Bulgaristan, İtalya, Belçika, Hollanda’dan birileri gelip ülkemizin borlarını alacak, ülkelerinde yatırımlar yapacaklar, ama benim ülkemde milli sermaye yani özel sektör bor konusunda kılını kıpırdatamayacak! Devlet kuruluşumuz Eti’nin yaptığı çalışmalarla da çekince olduğu için kimse ilgilenmeyecek. 

Bu nasıl bir anlayıştır? Ya da daha ötesi acaba bu bir özel sektör düşmanlığı mıdır? Sakın ha, borlardan uzak durun… Eti’nin dışında kurulmuş olan 
Bor Enstitüsünün de çalışmalarının pek netice alıcı olduğu söylenemez. Bu kurum Eti’nin bünyesine katılmalı ve daha neticeye yönelik AR-GE 
faaliyeti yapan bir güç haline getirilmelidir. Diğer taraftan Eti, üretim yapısı, teknik ve tesis özellikleri, çalışma şekli ve ticari kapsamı itibariyle 
bir madencilik kuruluşundan daha çok bir kimya kuruluşuna dönüşmüştür. Eti’nin liderliğinde kurulacak kompleks bir kimya sektörü yukarıda anlatılmaya çalışılan bütün üretimleri yapar hale gelecektir. Ancak böylesine güçlü bir yapı sonrası Eti dünya bor sektörünün gerçek patronu olabilir. Günümüzde 1,8 milyon ton civarında kullanılan dünya bor ürünlerinin önümüzdeki 10-15 yıl içinde 8-10 kat artması mümkün olabilir. Ülke bor kaynaklarının dünya pazarındaki zenginliğe eşdeğer bir gücü yakalayabilmesi için katma değeri yüksek bor bileşikleri üretimine geçilmesi şarttır. Yani, borla ilgili AR-GE faaliyetlerine önem verilmeli, sanayide ve yüksek teknolojide kullanılan bor fabrikalar yapılmalıdır. Kısacası fabrika yapan fabrikalar kurulmalıdır. 1978’de 83 milyon, 1999’da 237 milyon ve 2012’de 800 milyon dolar bor ihracatı yapan ve tesisler kurarak üretim gücünü artıran Eti’nin önüne, neredeyse birçok hasletimiz den vazgeçerek girmeye can attığımız AB ülkeleri çok ciddi engeller çıkartmaktadırlar. 2000’li yıllarda başlayan bu engellerin halen devam ettiğini düşünmekteyim. Bu engellerin neler olduğuna gelince: 

1.Borun insan hayatı ve çevre üzerinde tahribat yaptığını iddia etmektedirler. Bu sebeple de bor torbalarının üzerine kuru kafa işaretleri koydurarak bor kullanımından vazgeçilmesini istemektedirler. Bor cevherinin ne tabii hali ne de rafine ürünlerinin insan sağlığına zararlı olmadığı bilimsel olarak ispat edilmiştir. 

   2. Deterjan sanayinde kullanılan bor (perborat) yerine daha ucuz olan perkarbonat (hammaddesi soda) kullanılması gündeme getirilmiş, çalışmalar 
neticesinde şirketler perborat fabrikalarını perkarbonata dönüştürmeye başlamışlardır. 

Böylece bu proje yaygınlaştığı takdirde 500.000 ton civarında bor kullanılmayacak ve bu netice Eti’nin perborat fabrikalarından vazgeçmesini gündeme getirebilecektir. 3.Cam sanayinde kullanılan bor yerine de Adventex 
(borun kullanılmadığı ve E-camını ikame eden bir fiberglas türüdür) denilen bir madde üretilmiş ve ticari anlamda çalışmalar ABD’deki şirketler tarafından hızlı 
bir şekilde yürütülmektedir. Yurt dışına konsantre ve rafine bor ürünler satılarak yabancı ülkelerde bor sanayinin kurulmasını desteklenmesinin önüne geçilmesi için meri kanunda değişiklik yapılarak Türk sanayicisinin bor konusunda yatırım yapmasının önü açılmalıdır. Bu konuda Eti’nin yaptığı çalışmalara önem verilmeli ve toplumun bu konudaki hassasiyetleri de dikkate alınarak Eti ile müşterek yatırımlar gerçekleştirilmelidir. Bu noktada 2840 sayılı kanunun Danıştay tarafından incelenmesi sonrası 01.05.2000 tarih ve 2000/67 sayılı kararı doğrultusunda hareket edilmesi doğru olur kanaatini taşımaktayım (bu kararın dikkatli okunması gerekmektedir). Devlet ve milli sermayenin bu konuda yapacağı yatırımların çok başarılı olacağı Beypazarı Trona yatırımında açıkça görülmüştür

       Netice itibariyle: 

1.Uzun yıllar madencilik faaliyetlerini yürüten Eti, son yıllarda yapılan özelleştirmeler sonrası ciddi bir şekilde zarar eden (dünyadaki maden fiyatlarının ani iniş, çıkışlar göstermesi sebebiyle) alüminyum, bakır, krom, gümüş, fosfat işletmelerinin bünyeden ayrılmasından sonra bor cevheri ile baş başa kalmıştır. Yaklaşık dokuz yıldır bütün yatırımlar bor üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu sebeple Eti kimya sektörünün bir parçası olmuştur. Kurulacak entegre tesislerle ülkemizde güçlü bir bor kompleksi oluşturulabilir. Daha önceleri Alüminyum ve Mazıdağ Fosfat Tesisleri’nde yapılması düşünülen ve bir türlü hayata geçirilemeyen böylesi devasa projelere ülkenin ihtiyacının olduğu unutulmamalıdır (petro-kimya tesislerine benzeyen bir sistem kurulabilir). 

2. Eti mevcut yatırımlarına ara vermeden devam etmeli dünya pazarındaki payını artıracak her türlü yatırımı yaparken AR-GE faaliyetlerini de 
sürdürmelidir. 

3. Eti’nin güçlü bir teknik, pazarlama ve idari yapısı varken, Boren adlı bir başka teşkilatın kurulması Eti’nin yapmak istediklerini hayata geçirmede ciddi bir engel gibi görülmektedir. En azından dışarıdan böyle değerlendirilmektedir. Bu sebeple Boren’in Eti’nin idari yapısı içinde yer alması daha doğru olacaktır. 

4. 2000 yılında 23.539 ton olan yurt içi satışlar 2012 yılında 22.234 ton olmuştur. 2000 yılında Türk özel sektörü bor ürünlerinden dibor trioksit, metaborik asit, orto borik asit, bor oksitleri, disodyum tetraborat anhidrit, disodyum tetraborat pentahidrat, amonyum boratlar ve diğer boratlardan yaklaşık 22 bin ton ithalat yapmıştır İhracatın 800.000 ton olduğu bir dönemde yurt içinde bor kullanımının bu denli az olması ülkemizde bora ilginin ne kadar az olduğunu göstermektedir. Bu ilgi azlığının en önemli sebebi Türk özel sektörü, yapılan menfi propagandalardan ötürü çekinmekte ve belki de bora yatırım yapmaya korkmaktadır. Diğer taraftan rafine ürünleri kullanacak fabrikalarımız bulunmamaktadır. Bu fabrikaları devlet imalat sanayinden çekildim diye uzun yıllardır yaptırmıyor, özel sektör yani milli sermaye kanunlar engel diye bor yatırımlarına uzak duruyor (yurt dışındaki sanayiciye engel yoktur. O sanayici ham veya konsantre bor alarak rafine ürünler de üretmektedir. Hatta ham bor alarak öğütüp satmaktadır). Birileri hala borları emperyalizme peşleş çektirmeyelim derken biz kendi ellerimizle borları emperyalistlere satmıyor muyuz? 19. yüzyılda bizi kandırarak borlarımızı çalan batıya, 21. yüzyılda biz kendi ellerimizle borlarımızı (yaklaşık kırk beş yıldır) satıyoruz. Gelin görün ki, bu ülke insanının borlara ilgi duyması yıllarca engellenmiştir. Bunun sebebi acaba nedir? İşte bu kısır döngüyü aşacak yeni bir anlayışın hâkim olması için bor politikasında da ciddi değişikler yapılmalıdır (merak edilmesin ülkenin varlılarını peşkeş çekenler halk ve devlet tarafından engellenirler). 

Bu sebeplerden ötürü 20.03.2012 tarihinde TBMM’ne sevk edilmiş olan ve 2840 sayılı kanunda değişiklik yapılması öngörülen metnin aceleye getirilmeden, özel sektörün henüz bor politikaları konusunda uluslararası hiçbir tecrübesinin olmamasından dolayı, Eti’nin kontrolünde ve onun gücünü azaltmadan, ruhsatların Eti’nin hâkimiyetinde kalması, yapılacak yatırımlarda Eti’nin altın hisse (imtiyazlı hisse) hakkı olması kaydıyla ve de Eti’nin üretim ve pazarlama politikaları çerçevesinde düzenlenmesi bor yatırımlarının hızlanmasında önemli rol oynayabilir. Şayet yine de özel sektör bor yatırımlarına bigâne kalırsa devlet Eti’nin önündeki bütün engelleri kaldırarak bor kimyasalları entegre tesislerini kurulmasına ön ayak olmalıdır.   
                                                                            
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR
Uzman Hakkında
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları

  Yeni Mezopotamya’da Irak’a Olan Alaka’nın Sebebi 
  AB Üyeliği Tılsımlı Değnek Değil-İşte Yunanistan 
  Türkiye'nin Enerji Politikalarına Eleştirisel Bir Bakış 
  Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar 
  Kömür Madenciliği 
  Türkiye’nin Güvenlik Sorunlarının Tartışılması 

  DERS-ULUSLARARASI İLİŞKİLER 

  Enerji Kıskacındaki Ortadoğu’da Yaşayan Kürt’ler Kimdir? 
  Nükleer Enerji Santrallerinde Yakıt ve Deprem Konusu 
  Türkiye Adalar Denizi ve Kıta Sahanlı'nda Savaş Değil Bilim ve Adalet İstiyor 
  Enerji İlişkileri 
  Jeotermal Enerji  
  Hafife Alınan Ancak Sonuçları Çok Ağır Olacak Bir Tehlike: Deprem  
  Rüzgâr Enerjisi 

  SOMA’NIN İSYANI: YETER ARTIK! 

  Şeyl Gaz Gerçeği 
  Su Yönetimi Siyasetin Değil Devletin Bir Meselesi Olmalıdır 
  Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları 
  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 
  Çevre Enerji Ve Madencilik İlişkileri 
  Madencilikte Kökten Değişiklikler ve Yeni Politikalar 
  Maden Varlığımızın Ülkemizin Kalkınmasına Etkileri 
  Ülkemizin Enerji Kaynakları 
  Nükleer Enerjinin Önemi 
  Enerjide Milli Politikaların Zamanıdır 
  Petrol Dünyasında Türkiye’nin Yeri 

DAHA DETAYLI BİLĞİ İÇİN;

https://www.tmmob.org.tr/sites/www.tmmob.org.tr/files/bor_0.pdf

Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

***

27 Temmuz 2017 Perşembe

İSLAM DÜNYASI VE KATAR MESELESİ

İSLAM DÜNYASI VE KATAR MESELESİ



Yazar: Muhittin Ziya Gözler
30 HAZİRAN 2017 CUMA



2010 yılında George Washington Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünün hazırladığı ve bilahare Global Economy Journal Dergisi’nde yayınlanan (volume 10, Issue 3. S.S Rehman, H.Askari) ’’An Economic Islamicity Index’’ başlıklı makaleye göre İslami ideallere en uygun yönetilen ilk üç ülke İrlanda, Danimarka, Lüksemburg olarak tespit edilmiştir. Bu akademik çalışmadaki ölçümler ekonomik ilerleme, devlet yönetimi, insani ve politik haklar ve uluslararası ilişkiler ile ilgili konulardaki İslami öğretiler temel olarak alınmış ve değerlendirilme de 208 ülkeyi kapsamıştır. Sıralamada Malezya 33, Kuveyt 42, BAE 64, Türkiye 71, S.Arabistan 91, Katar 111, İran 139. sırada yer almaktadır. Hollanda ve ABD 15, Japonya 21, Almanya 26, Yunanistan 43, Rusya 45, Kazakistan 54, Çin 62, Azerbaycan 80.sırada bulunmaktadır. Bu araştırmanın niteliksel sonuçlarını yazımızın son bölümünde aktaracağız.

Katar’daki siyasi, askeri ve iktisadi gelişmeleri dünya siyasetine yön verenlerin insafına bırakarak, ülkemizde Arap dünyasına hayranlık duyanları ve bu dünyaya methiyeler düzülmesini uzaktan seyrederek, neler olup bittiğini bir üst akıl edasıyla dillendirenlerin yüzyıllardır şu Arap dünyasının niçin silkinip kendine gelmediğini dile getirmemelerine şaşmamak elde değil. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı toprakları üzerinde Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in kurmak istediği Arap Krallığını destekleyen İngiltere ve Batılıların bu dünya üzerindeki etkileri Müslüman Türkiye’nin etkilerinden çok ama çok fazladır. Müslümanların bu batı hayranlığına akıl sır erdirmek mümkün müdür?

Dünya Enerji İmparatorluğu kurma yönünde önemli adımlar atmış olan Çok Uluslu Şirketler İngiltere, ABD ve Fransa’nın destekleriyle Ortadoğu, Arap dünyası ve İran’a el atmayı uzun zamandır kafalarına koymuş bulunmaktadır. Öyle ki, Hıristiyan Batı dünyası tümüyle bu duruma destek vermekte ve bu âlem önüne ne çıkarsa yakıp, yıkarak zaten biçare durumdaki Arap devletlerini yer ile yeksan edip diz çökertmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Birinci Dünya Savaşının üzerinden geçen 99 yıl içinde Batı iktisadi yönden güçlenmiş, daha güçlü ittifaklar kurmuş, enerji kaynakları hemen her alanda kullanılmaya başlanmıştır. Ülkelerindeki iktidarlar değiştiği halde sürekli yeni yıkım planları hazırlayarak önce Türkleri sonra da kendilerine her yönden bağlı ve şaşaa içinde yaşamaya alıştırılmış Arapları yok etmek için ciddi bir kalkışma içine girişmişlerdir. 11 Eylül 2001 sonrası İslam Dünyası’nın baskı altına alınması, devletlerin parçalanması, milyonlarca suçsuz insanın öldürülmesi, mezhep çatışmalarının körüklenmesi, terör örgütlerinin kurdurulması, Arap Baharı gibi kandırmacalar Batı emperyalizminin İslam dünyasına reva gördüklerinden bazılarıdır. Irak’ı, Suriye’yi parçaladılar, Mısır’ı halletliler, Türkiye’ye el attılar ancak Türklüğü geçemediler, şimdi sıra Katar’da…

Peki, Arap dünyası ne kadar masumdur? Arap dünyasının ortasına bomba koyulduğunu fark edemeyen Suudi Arabistan ABD ile 110 milyar dolarlık silah anlaşması (10 yıl içinde bu rakam 350 milyar dolara çıkacak), Katar ise 12 milyar dolarlık F-16 savaş uçağı alma anlaşması imzalıyor. Peki bu silahlar kime karşı kullanılacaktır? Bu silah alımları ve el konulacak petrol sahaları ABD’nin 19 trilyon dolarlık borcunu kapatmak için mi yapılmaktadır? Ya da İran’a yapılacak bir müdahale için hazırlık mıdır? Arap dünyası Sünni ve Şii Araplar olarak ikiye mi bölünecektir? Velhasıl Arap dünyası İslam adına hiç de iyi işler yapmamaktadır. Ortadoğu ve Arap Yarımadasında yaklaşık 340 milyon kişi yaşamaktadır. Bu nüfusun  % 95’i Müslüman, %3,4 ‘ü Hıristiyan, %1,6’sı da Musevi’dir. Müslümanların da yaklaşık % 70’i Sünni, % 30’u da Şii’dir. Ayrıca daha küçük etnik ve inanç toplulukları da bulunmaktadır.

Enerji kaynakları zenginliğiyle dünyaya kafa tutması gereken Arap ülkelerinin bu hali pür melali nedir Allah aşkına? Krallık ya da monarşi ile idare edilen ülkelerin hemen hepsinde yönetenler lüks ve debdebe içinde yaşarken, halk fakir, fukara, aciz ve perişan durumdadır. Halk biat etmekten başka bir anlayışın dünyada var olduğundan habersiz yaşamaktadır. Osmanlı’nın 1517’den beri nakış nakış işlediği eserleri Türk düşmanlığının bir sonucu olarak teker teker yok edilmiştir. Osmanlı Kışlası, Kâbe’yi koruyan Ecyad Kalesi, Kâbe çevresinde üç sıra halindeki revaklar (sökülüp yeniden yerine konmuştur), Medine’de Hz. Muhammed’in Türbesi’nin yanındaki tarihi eserler yıkılmıştır. İslam’ın kılıçdarlığını yapan Türkler Hıristiyan Batı kültürüne ve emperyalizmine tercih edilmiş ve halen de edilmektedir. Öyle ki, Suudlar ABD ile her daim ittifak halindedirler. Katar’da ABD üssü ve on bin askeri, Bahreyn’de ABD deniz üssü, BAE beş bin civarında asker, Ürdün’de askeri üs, Irak, Suriye ve Körfez sularında da önemli sayıda ABD gücü bulunmaktadır. Mukaddes ve aziz sayılan topraklarda Müslümanların birbirine kırdırılması tuzağına düşenler insan hakkını, İslam ahlakını, İslam terbiyesini ve İslam adaletini savunabilirler mi? Hac gelirlerini hayır işlerinde mi kullanmaktadırlar acaba? Yoksa bu gelirleri silah almak, zenginliklerine zenginlik katmak, mezhepler arası çatışmayı körüklemek, terör örgütlerine yardım etmek maksadıyla mı kullanılmaktadır?

İslami kurallara göre yönetilen Arap dünyasında (S.Arabistan anayasası Kur’an ve Hz. Peygamber’in hayatı temel olarak hazırlanmıştır. Şeriat hükümleri uygulanmaktadır) asırlardır huzurlu, adil, insan haklarına önem veren, temiz, çağdaş bir nizam kurulamadığı gibi, İslam, günümüzde kişilerin düşüncelerine göre adeta yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. ’’İnsanlara merhamet etmeyen Allah’a merhamet etmez’’ diyen Hz. Peygamber’in sözünü kendilerine rehber edinmeyenlerin dünyası haline geldi bugünlerde İslam dünyası. Petrol ve doğalgaz ticareti Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda yaşayan 300 milyon Müslümanı sürekli karşı karşıya getirmekte, mezhepler, terör örgütleri, ticari ilişkilerden çıkar sağlamak isteyenler, zengin yaşamanın sırrını çözenler durdurulamaz bir savaşın içinde yer almaktadırlar. Müslümanları terör örgütleri vasıtasıyla birbirine kırdıran Hıristiyan Batı bu durumdan son derece memnun görülmektedir. Zira onlar istediklerini bu yolla almanın çok kolay olduğunu asırlardır bilmektedirler. Arap dünyasının cahiliye devrini yaşadığını gür bir ses haykırarak artık dile getirmelidir. Sayın Cumhurbaşkanının 14 Eylül 2011’de Mısır’da yaptığı konuşmada dile getirdiklerini Arap Dünyası ciddi bir şekilde dikkate almalıdır. Konuşmada dile getirdiği şu ifadeler çok önemlidir: ’’Türkiye'de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayip Erdoğanolarak Müslümanım ama laik değilim… Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ında laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın.’’ İşte birbirine düşen Arap dünyasının kurtuluşu yüzü dünyaya dönük, yürekten de dinine yakışır bir biçimde yaşamak olmalıdır. Yüce Allah’ın insanoğlunun doğru ve dürüst iş yapması dünyadaki olayları anlayabilmesi için gönderdiği ilk emir ’’OKU’’dur. Yani insanoğlunun cehaletten uzaklaşmasını emrediyor Yüce Allah. Ayrıca ’’Hucurat Suresi 6. Ayet’te Yüce Tanrı şöyle buyuruyor: ’’Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu etraflıca araştırın. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.’’ Müslüman dünyasını yaşanamaz hale getiren bu kavganın en önemli yerinde Hıristiyan emperyalizmi bulunurken diğer yanında da İslam’ın kendi değerleri ve aktörleri bulunmaktadır. Özellikle asırlardır devam eden Sünni-Şii kavgası İslam’ın belkemiğini adeta çatırdatmaktadır. Diğer taraftan birçoğunun Hıristiyan emperyalizmi tarafından kurulduğu ve desteklediği terör örgütleri İslam’ın bayraktarlığını yapabilirler mi?

Terör örgütlerine destek vermemesi (Müslüman Kardeşler, Deaş, El-Kaide, vb.), Yemen’de Şii Husi’leri desteklememesi, İran’la işbirliği yapmaması, El-Cezire televizyonunun yayın politikasını değiştirmesi ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) tarafından varılan anlaşmaların yerine getirilmesi konusunda 2,5 milyonluk KATAR’a bu uyarı niçin yapılmıştır? Katar emperyalizme soluksuz bir şekilde karşı mı çıkmaktadır? Katar Devlet’i halkına zulüm mü yapmaktadır? Halkı kurtarmak için ABD-İngiliz birlikteliğinde, S.Arabistan, İran, Katar ve diğer Arap ülkelerini içine alan yeni bir bahar mı gelmektedir? Bu konuyu da uluslararası ilişkileri değerlendiren akademisyenlere ve siyasetçilere bırakarak Katar nasıl bir ülkedir kısaca göz atalım:




Bu tablonun kısa özeti şudur: 

Dünya petrol rezervlerinin % 47,7’si, doğalgaz rezervlerinin de % 42,5’i Ortadoğu ve Arap Yarımadasında bulunmaktadır. Katar dünya petrol rezervlerini % 2,6’sına, doğalgaz rezervlerinin de % 13’üne sahiptir. Dünya sadece Ortadoğu ülkelerinin petrol ve doğalgazını kullanmaya kalksa yaklaşık 30-35 yıl (yeni rezerv bulunmazsa) bu rezervleri kullanabilir.

İran’ın giderek artan gücü karşısında telaşa düşen Arap ülkeleri Katar’ın, Türkiye ve İran’la yakınlaşmasını bahane ederek ABD ve İngiltere desteğini alarak Katar’a 5 emir vermeyi uygun görmüşlerdir. Zira Katar’da S.Arabistan’a yakın bir anlayışın iktidar olması Selefi Arap’ların Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda daha rahat bir iktidarın sahipleri olmalarını sağlayacaktır diye düşünmektedirler. Katar, 156.734.000.000 dolar GSYH’sı, 127.659 dolar kişi başına düşen milli geliri, 2.578.000 nüfusu (bu nüfusun tahminen % 20-25’i Kuveytli, diğerleri göçmen), dünya genelinde 335 milyar dolar, ülke içinde 170 milyar dolarlık yatırımı ve 2022 dünya kupasına ev sahipliği yapmayı hedeflemiş bir ülkedir. Diğer taraftan Katar’ın Türkiye yatırımlarının da 2002-2017 arasında yaklaşık 18 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. Katar, Kuzey Doğalgaz sahasındaki projeyi İran’la birlikte geliştirme çalışmalarına başlamıştır. Zira bu saha İran’a ait Güney Pars sahasında bulunmaktadır. Üretime başlandığında günlük 56.000.000 m3’lük ek bir üretim gerçekleşecektir.

Katar nüfusu itibariyle selefi bir anlayışa sahip olmakla beraber S.Arabistan ve diğer Arap ülkelerinin takip ettikleri iktidarda kalmak için radikal İslami örgütlerin yanında yer almamaktadır. El-Kaide gibi örgütleri yıllardır destekledikleri bilinen S.Arabistan ve BAE’leri selefi anlayışı kendilerinin iktidarlarının devamını sağladıkları için bütün İslam Dünyası’nda yaygın bir hale getirmek istemektedirler. Bu ülkeler diğer taraftan herhangi bir silahlı örgütleri bulunmayan Müslüman Kardeşler Hareketine karşı çıkmaktadırlar. Mısır en canlı örneğidir.

Şimdi burada sorulması gereken soru şudur: Arap Baharı ile bazı Müslüman ülkelere demokrasi, insan hakları ve hürriyet getireceğini dillendirenler acaba o tarihlerde S.Arabistan ve diğer Arap ülkelerindeki monarşik yapının yaptıklarını nasıl görememişlerdir? ABD’nin çok yüzlü siyaseti şimdilerde kendini S.Arabistan ile birlikte göstermektedir. Obama döneminde İran ile yakınlaşma, iktidar el değiştirdikten sonra yüzünü S.Arabistan’a çevirmiştir. İslam’ın böylesine terör örgütleri ile anılır hale gelmesi ve Hıristiyan Batının bitip tükenmeyen İslam düşmanlığı sonucunda acaba Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda sonunun nasıl biteceği belli olmayan bir mezhep savaşına hazırlık mı yapılmaktadır? Katar acaba merdivenin ilk basamağı mıdır?Yıllardır Arap dünyasına çok mesafeli olan Türkiye, son dönemlerde de çok sıkı fıkı bir politik yakınlaşma içine girmiştir. Arap ülkelerinin meseleleriyle uğraşmak tarihin bize bıraktığı bir miras olarak kabul edilmelidir. Ancak modern dünyada ülkeler arasında belli bir mesafeyi koruyarak münasebetlerin sürdürülmesi gerekmektedir.

Türkiye sadece şu soruyu sorarak Araplara doğru yolun ne olduğunu göstermelidir. Silahlanan Arap ülkeleri bu silahları kimlere karşı niçin kullanacaktır? Birbirlerine karşı kullandıklarını cümle âlem bilmektedir. Peki niçin? Türk insanı İslam’ın terör örgütleriyle birlikte anılmasına çok tepkilidir. 
Şu radikal grupların isimlerinden insanlar ürkmektedirler. ’’ El-Kaide, Hamas, Hizbullah, El-Fetih, IŞİD, ÖSO, El-Nusra, Haşdi Şabi, Bedir Tugayları, Haşdi Vatani, İslam Cephesi (Harekât Ahrar eş-Şam, Sukur eş-Şam, Ensar eş-Şam…), vb.  

Nahl Suresi 90. Ayette Yüce Allah şöyle buyuruyor:’’Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor:’’ Yüce Allah’ın bu ve diğer buyruklarını acaba kaç Müslüman hatırlamaktadır? Bu güzel ve özel öğütleri biz Türkler ve Araplar başka başka mı anlamaktayız? Ya da bu ve diğer ayetler Arapça’da başka anlama mı gelmektedir? Savaş, kan, gözyaşı, azgınlık, hayâsızlık, adaletsizlik, fakirlik, kalleşlik, iftira, Yönetenlerin Hıristiyan ülkelerle dost geçinerek lüks ve şatafat içinde yaşamak, daha neler neler… İşte Arap âleminin geldiği nokta. Sonuçta milyonlarca Müslüman kanı bir damla petrol, bir metre küp gaz için feda edilmektedir. Hanefiler, Malikiler, Şafiler, Hanbelîler, Şiiler, Hariciler, Mu’teziler, Maturidiler, Eş’ariler, Tarikat ve Cemaat mensupları Allah’ın doğruları yolunda yaşamak için bir araya gelebilir misiniz?

G.Washington Üniversitesinde yapılan çalışmanın niteliksel sonuçlarını kısaca özetlemek gerekirse: 1. KUR’ANI KERİM öğretileri batı kültüründe daha doğru uygulanmaktadır. 2. Müslüman ülkelerin çoğu İslam’a uygun hareket etmemektedirler. 3. Petrol yatakları bakımından Avrupa’nın zengin kaynaklarına sahip Norveç’te (yaklaşık bir milyar ton rezerv) petrol zengini kişi ya da aile bulunmamaktadır. Zira petrol gelirleri devlet tarafından yönetilerek halkın refahı için değerlendirilmektedir. Petrol zengini Müslüman ülkelerde petrol gelirlerinin tamamı Kraliyet Ailesine ya da Monarşi yönetimlerine aittir. Bu tarz bir çalışmayı aynı kıstasları alarak Müslüman bilim adamları yapsa acaba aynı sonuçlar elde edilebilir mi?

Netice itibariyle bu meselenin aslı, ABD ve İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’ya ve Arap Yarımadasına sahip olmak ve enerji kaynaklarını ele geçirmenin yanı sıra, genişletilmiş bir İsrail de onların en büyük arzusudur. Hazır kıta bekleyen Rusya ve Çin’e sömürü alanı bırakmamak için Türkiye dâhil bütün Ortadoğu ve Arap Yarımadası ve Müslüman ülkeleri karıştırmak ve birbirlerine düşürmek için ellerinden gelen her türlü desisenin peşindedirler. Ayrıca bütün olumsuzluklara rağmen Türkiye, Batı'nın Doğu'ya açılımında güçlü bir engel olarak durmaktadır. Türkiye’nin bu gücünü kırmak için hem içerden hem de dışarıdan her türlü mânianın önüne konulması gerekmektedir. Sahnelenen oyun budur.

Son günlerde ülkemizin gündemini meşgul eden dört konuya çok kısa değinmek istiyorum: 1. Türk Devleti’nin sınırları içinde ileride resmi dil olarak Kürtçe ve Arapça kullanılmayacağına göre; Tek Millet, Tek Dil, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet daha milli ve daha birleştirici olmaz mı? Malzeme arayan siyasiler sürekli eleştiri yapıyorlar ve diyorlar ki, bu 4 parmak Mursi’nin Rabiası mı? Yoksa Hz. Ali’yi şehit eden Muaviye’nin 4. Halife olduğunun işareti midir? 2. Adalet yürüyüşü Türkiye’nin içinde bulunduğu şu kaotik ortamda uygun mudur? Diğer taraftan CHP’nin adalet anlayışı CHP’nin Adalet eski Bakanının şu sözlerinde yıllarca önce yerini bulmuştur: ’’…1995 İstanbul Kongresi'nde? Ben CHP'lileri işe almayacağım da MHP'lileri mi alacağım? Demiştim.’’ (o dönem 2000 civarında hâkim ve savcı alındığını gazeteler dile getirmişti) Ne demokratik, ne özgürlükçü ve de insan haklarına yakışır bir ADALET anlayışı değil mi? Adaleti önce fikirlerde sonra yürümekle aşınmayan yollarda arasak daha iyi olmaz mı? 3. Sayın Başbakan Fetöcü’lerden Yunanistan’a kaçanları isteyerek diplomatik bir ikazda bulunmuş ve çok doğru bir yaklaşım sergilemiştir. Ne var ki, bu arada da Adalar Denizi’nde (Ege) işgal edilmiş adalar, adacıklar, kayalar, kayacıkları da isteseydi daha da güzel olmaz mıydı? Kırılan gururumuzu kurtarmamız için işgal edilen yerleri mutlak surette geri almalıyız. Kıbrıs’ta sakın ola bir karış yer verilmeye Millet üzülür, Devlet sarsılır. 4. 1992 yılından beri madencilik sektörü zeytin meselesini gündeme taşır ve gereksiz tartışmalar yapılır bir sonuç alınamadan toplantılar dağılırdı. Aradan geçen 25 yıl zarfında değişen bir şey yok. Zeytinlikler yine yok edilmeye çalışılıyor. Birçok zeytin bölgesinde yazlıklar, taştan yapılmış çirkin binalar almış başını gidiyor. Türkiye dünyada 170 milyon zeytin ağacı ile (27 milyonu meyve vermeyen ağaç) 2. sırada, 397 000 ton sofralık zeytin üretimiyle 3. sırada, 143.000 ton zeytinyağı üretimiyle 5. sırada yer almaktadır. 
Zeytincilik sektörünün ihracatı 171.100.000 dolardır.

Tanrı’nın bile kutsal saydığı zeytin ağacını İslamiyet’e inanmış maddeyi sadece şekil olarak gören Müslümanlar; Kur’an-ı Kerim’de zeytin ve ağacından bahseden 7 ayet olduğunu biliyor musunuz? En’am 99 ve 141, Nahl 11, Mü’minûn 20, Nur 35, Abese 29, Tin 1 Ayetlerini okumak insafınızı dile getirebilir mi? Bilemem.Nur Suresi’nin 35.Ayeti’nin meali aynen şöyledir: ’’Allah, göklerin ve yerin Nûru’dur. O’ nun nûru, şöyle bir misalle anlatılabilir: İçinde lamba bulunan bir fanus; lamba kristal bir cam içinde; kristal de sanki inciden bir yıldız. Lamba, doğuya da batıya da ait olmayan kutlu, pek bereketli bir zeytin ağacından yakılıyor; öyle ki, yağı daha ateş değmeden hemen kendiliğinden ışık veriverecek. Nur, yine nur. Allah, kimi dilerse onu nûruna iletir. Allah, (gerçeği anlamaları için) insanlara böyle misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.)’’

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2017/06/30/8670/islam-dunyasi-ve-katar-meselesi

***

3 Mart 2017 Cuma

Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar


Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar


Yazar: Muhittin Ziya Gözler,


Doğu-batı uzunluğu yaklaşık 4000 km, kuzey-güney genişliği de tahminen 750 km, yüzölçümü 2,9 milyon km2, ortalama derinliği de 1400 metre olan Akdeniz, Tunus’un Bon Burnu ile Sicilya Adası ucundaki Lilibeo Burnu arasında çizilen hatta göre Doğu ve Batı Akdeniz olarak iki bölgeye ayrılmıştır.Mısır, Fenike, Yunan, Roma, Bizans ve Osmanlı medeniyetlerinin yüzyıllarca hüküm sürdüğü, Venedik ve Ceneviz’lerinseferler yaptığı bu iç denizde son dönemlerde neler cereyan etmektedir? Ortadoğu’da sözde din, mezhep ve toprak savaşlarının yaşandığı, devam ettiği bu medeniyetler denizinde,Ortadoğu karasında olduğu gibi çıkar kavgaları hüküm sürmektedir. Bu çıkar, enerji yataklarına sahip olarak Ortadoğu (Mezopotamya-Bereketli Hilal) ve Doğu Akdeniz’e hâkim olmak meselesidir.Doğu Akdeniz’e sınırı olan Türkiye, Suriye, Lübnan, Filistin (Gazze), İsrail, Ürdün, Kıbrıs ve Mısır son dönemde akıbeti meçhul bir kavganın içine itilmişlerdir. Doğu Akdeniz’in Süveyş Kanalı ile Asya’ya açıldığını da unutmamak gerekir. Dünya ticaretinin %30’u, Avrupa’nın petrol ihtiyacının %70’i Akdeniz üzerinden yapılmaktadır.Süveyş Kanalı ve Sumed boru hattı ile de günde toplam 4,5 milyon varil ham ve işlenmiş petrol taşınmaktadır.

Ülkeyi yönetenlerin hemen her konuda olduğu gibi ülkenin bağımsızlığını ilgilendiren konularda daha bir özenle ve dikkatle bilime ve bilim adamlarının fikirlerine, önerilerine uygun hareket etmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ve milletin menfaatleri söz konusu olduğunda karşı ülkenin ne soyu, ne dini, ne de gücüne karşı zayıflık gösterilmemelidir. Bilim ve uluslararası kurallar neyi öngörüyorsa ona göre hareket edilmelidir. İşte Akdeniz ve Adalar Denizi’nde Türk Devleti’nin hakları ve Marmara Denizi ile ülkenin bütününde etkili olan depremler konusunda Jeoloji ve Jeofizik bilimine ve bu konuda ciddi çalışmalar yapan bilim adamlarının görüşlerine itibar edilmelidir.

Deniz Hukuku

Doğu Akdeniz’e sınırı olan ülkelerin mevcut petrol ve doğalgaz yatakları üzerinde hak iddia ederek meseleyi bir kan davası haline çevirmelerinin yanlış olduğunu ve dünyayı bir krize sürüklememeleri için uymak mecburiyetinde oldukları uluslararası hukuk kurallarına kısaca değinerek konuyu açıklamaya çalışalım. Denizlere sahildar olan tüm ülkeler Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne (BMDHS) uymak mecburiyetindedirler. Deniz Hukuku konusunda 1958 Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmesi; Açık Deniz, Kara Suları Bitişik Bölge ve Kıta Sahanlığı, Balıkçılık ve Açık Deniz Canlı Kaynakları’nın Korunması Sözleşmeleri’nden meydana gelmiştir. Türkiye bu sözleşmeyi kabul etmemiştir. 1960 yılında Cenevre’de toplanan BM İkinci Deniz Hukuku Konferansı’nda karasularının genişliği konusu ele alınmış ama karara bağlanmadan konferans sona ermiştir. Ne var ki, geçen zaman içinde uluslararası ilişkiler, bilimsel ve teknolojik konulardaki gelişmeler, denizlerdeki kaynaklarla ilgili olarak hak talepleri, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge kavramları ve deniz hukukundaki yeni düzenleme istekleri karşısında III. BMDH Konferansı yapılmış ve yeni bir sözleşme ortaya konmuştur. Bu sözleşme 10 Aralık 1982’de imzaya açılmış ve 119 devlet tarafından imzalanmıştır. Bu sözleşmede yer alan bazı maddeler aynen şöyledir:‘’Madde 3/ Karasularının genişliği: Her devlet karasularının genişliğini tespit etme hakkına sahiptir; bu genişlik işbu Sözleşmeye göre tespit edilen esas hatlardan itibaren 12 deniz milini geçemez. Madde 55/ Münhasır ekonomik bölgenin özel hukuki rejimi:Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) karasularının ötesinde ve bu sulara bitişik bir bölge olup işbu kısımda belirlenen özel hukuki rejime tabidir ve rejim gereği sahildar devletin hakları ve yetkileri ile diğer devletlerin hakları ve serbestlikleri işbu Sözleşmenin ilgili maddeleriyle düzenlenmiştir.Madde 56/ Münhasır ekonomik bölgede sahildar devletlerin hakları, yetkisi veya yükümlükleri:1. Münhasır ekonomik bölgede sahildar devletin aşağıdaki hak, yetki ve yükümlülükleri vardır.a) Deniz yatağı üzerindeki sularda, deniz yataklarında ve bunların toprak altında canlı ve cansız doğal kaynaklarını araştırılması, işletilmesi muhafazası ve yönetimi konuları ile aynı şekilde sudan, akıntılardan ve rüzgârlardan enerji üretimi gibi, bölgenin ekonomik amaçlarla araştırılmasına ve işletilmesine yönelik diğer faaliyetlere ilişkin egemen haklar.b) İşbu Sözleşmenin ilgili hükümlerine uygun olarak;suni adalar, tesisler ve yapılar kurma ve bunları kullanma;denize ilişkin bilimsel araştırma yapma;  deniz çevresinin korunması ve muhafazası; konularına ilişkin yetki.c) İşbu sözleşmede öngörülen diğer hak ve yükümlülükler.2. Münhasır ekonomik bölgede sahildar devlet, işbu Sözleşme uyarınca haklarını kullanırken ve yükümlülüklerini yerine getirirken, diğer devletlerin haklarını ve yükümlülüklerini gerektiğişekilde göz önünde bulunduracak ve işbu Sözleşme hükümleriyle bağdaşacak biçimde hareket edecektir.3. İşbu maddede deniz yatağına ve bunların toprak altına ilişkin olarak belirtilen haklar, VI Kısma uygun olarak kullanılacaktır.Madde 57/ Münhasır ekonomik bölgenin genişliği:Münhasır ekonomik bölge, karasularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 deniz milinin ötesine uzanmayacaktır.Madde 76 Kıta sahanlığının tanımı: 1- Sahildar bir devletin kıta sahanlığı, karasularının ötesinde kıta kenarının dışeşiğine kadar veya bu eşik daha az bir mesafede ise, karasularının ölçülmeyebaşlandığı esas hatlardan itibaren 200 deniz mili mesafeye olan kısımda, bu devletinkara ülkesinin doğal uzantısının bütünündeki denizaltı alanlarının deniz yatağı vetoprak altlarını içerir.2- Kıta sahanlığı 4. ila 6. paragraflarda öngörülen sınırların ötesineuzamayacaktır.3- Kıta kenarı sahildar devletin toprak kitlesinin su altındaki uzantısıdır; kıta kenarı, kıta sahanlığının, yamacının ve yüksekliğinin deniz yatağı ve toprak altından oluşur. Kıta kenarı ne sıradağları ile birlikte derin okyanus tabanlarını ve ne debunların toprak altlarını içerir.Madde 77/ Kıta sahanlığı üzerinde sahildar devletin hakları: 1- Sahildar devlet, kıta sahanlığı üzerinde araştırmada bulunmak ve buranın doğal kaynaklarını işletmek amacı ile egemen haklar kullanır. 2- 1. paragrafta öngörülen haklar şu anlamda münhasırdır ki, sahildar devlet kıta sahanlığında araştırmada bulunmadığı veya buranın doğal kaynaklarını işletmediği takdirde hiç kimse, sahildar devletin açık rızası olmadan bu çeşit faaliyetlere girişemez.’’



Türkiye bu sözleşmeyi de karasularının genişliği ve deniz hukuku anlaşmazlıklarında mahkemelerle ilgili düzenlemelerden dolayı imzalamamıştır. Aslında ‘’DENİZLER KANUNU’’ olarak kabul edilmesi gereken BMDHS ne yazık ki, ABD, Rusya, Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa ve Japonya tarafından kendi haklarının ihlali şeklinde yorumlanmıştır. Bu sözleşmenin deniz ve okyanuslara sahildar gelişmekte olan ülkelerin haklarını daha çok gözettiği ileri sürülmüş ve sözleşmenin XI. Kısmının uygulamasına yönelik olarak 1994’de Uygulama Anlaşması gündeme getirilmiştir. Diğer taraftan ülkeler arasındaki uyuşmazlıkların nasıl çözüleceği konusu BMDHS’nin 280,281 ve 287. Maddelerinde belirtilmiştir. Mesela 287. Maddede uyuşmazlık yerleri şöyle belirtilmiştir: ’’EK VI’e göre kurulmuş olan Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi, Uluslararası Adalet Divanı,  EK VII uyarınca oluşturulan Ad Hoc Tahkim Divanı, EK VIII’de belirtilen uyuşmazlık kategorilerinden bir veya daha fazlası için EK VIII hükümleri uyarınca oluşturulan özel Tahkim Divanı.’’

Akdeniz’in Jeolojik Yapısı ve Hidrokarbon İmkânları

Doğu Akdeniz’in jeolojik özelliklerini kısaca anlatarak bu denizin hidrokarbon yatakları bakımından zengin olup olmadığını açıklamaya çalışalım. Permiyen döneminde (290 milyon yıl önce) yerküremiz Pangea adı verilen tek bir kara parçası ile Pantalassa denilen bir okyanustan ibaretti. Daha sonraki milyonlarca yıllarda Pangea parçalanarak Lavrasya ve Gondvana kıtaları ve aralarında Tetis Okyanus’u meydana gelmiştir. Daha sonra bu kıtalar da parçalanmış, 65 yıl önce Atlantik Okyanus’u açılmış ve Akdeniz bugünkü halini almaya başlamıştır. Doğu Akdeniz’in güncel tektoniği doğrudan Afrika ve Avrasya levhalarının çarpışmasıyla ilgilidir.Doğu Akdeniz Havzası’ndaki tektonik hatlar Kıbrıs-Ege Yayı, Anaximander ve Eratostenes deniz altı yükselimleri, Nil Deltası, Herodot,  Leviathan (Levant) Havzaları ve kuzeyde Antalya-Mersin-İskenderun Havzalarıdır. Doğu Akdeniz Havzası, Neotetis’in bir parçasıdır. Bu havza mevcut yapısını Geç Miyosen sonrasındaki deniz seviyesinin yükselimi ile kazanmıştır. Prof. Dr. A.Okay havzanın jeolojik ve tektonik yapısını şöyle özetlemiştir. ’’1.Doğu Akdeniz’in güneyinde yer alan Levant ve Herodot havzalarının altında muhtemelen okyanusal bir kabuk yer alır. 2. Doğu Akdeniz okyanusal litosferi Triyas veya Jura yaştadır veNeo-Tetis okyanusunun bir parçasını oluşturur.3. Doğu Akdeniz Sırtı, Doğu Akdeniz okyanusal litosferinin kuzeye doğru yitilmesi sürecinde oluşmuş devhasal bir eklenir prizmadır. 4. Kıbrıs’ta Beşparmak Dağları Toroslar’ın güney ucunu, MesoryaHavzası bir “yay-önü” havzayı, Trodos ise Kretase yaşta bir Tetis ofiyolitini temsil eder. 5. Kıbrıs, Anadolu ile Afrika levha sınırının hemen kuzeyinde Anadolu levhası içinde yer alır. Levha sınırı transform ve dalmabatma tipindedir. 6. Kıbrıs güneyde Eratostenes denizaltı adası ile çarpışmaktadır.’’



Bu havzada hidrokarbon kaynakları konusunda Prof. Dr. A. Ercan’ın fikirleri şöyledir: ’’Doğu Akdeniz’e bakınca, Güney Ege Yayı (Mora-Girit-Rodos-Fethiye boyu) güneyi ile Kıbrıs Yayı güneyi, kuzeydeki (Kıbrıs-Türkiye arası) yay ardına göre daha umutludur. Dalma-batma kuşakları boyunca benzer oluşumlara bakılınca, en bol yeryağı (petrol) olabilecek yerler, Girit ile Mısır-Tunus-Libya arası, Kıbrıs güneyi ile Mısır-İsrail-Lübnan arasıdır. Anadolu kıyılarıyla Kuzey Kıbrıs arasındaki alanlar yay ardı olması nedeniyle göreceli olarak yeryağı için az verimli ya da kısırdır. Kıbrıs dolayında yeryağı için uygun olan kesimler, kuzeyde, Kıbrıs-Anamur-Mersin arasında Mersin çanağı, Karpaz dağları ile Hatay-Suriye arasında Latakya-İskenderun çanağı, batı Kıbrıs’la Antalya koyu arasında Antalya çanağı, Kıbrıs’ın batısında Teke Derin Deniz Çanağı, Kıbrıs’ın orta güneyinde Baf Çanağı, doğusunda Levant çanağı ve Mısır-Kıbrıs arasında Nil Çatalağzı Çanağıdır.’’

Doğu Akdeniz’de bulunan kıtasal çökeller  (I. ve II. zamana ait) içinde bulunan hidrokarbonlu bileşikler çökelmekte olan genç tortul tabakaların içine göç etmişlerdir. Daha sonra çökelen tuz tabakaları petrolün yüzeye ulaşmasını engellemiştir. Bu tabakalar Kuzey Afrika, İran ve Irak’taki tabakalarla aynı özelliklere sahiptir. Havzada halen devam etmekte olan bir tektonik hareketlik mevcuttur. Netice olarak Levant, Nil ve Herodot Havzaları ikinci zamanda tektonik bir deformasyon uğramış pasif kıta kenarları olarak ifade edilmektedir. Adana-Mersin-Antalya, İskenderun-Lazkiye ve Mesarya-Güzelyurt Havzaları da hidrokarbon oluşumuna uygun havzalar olarak kabul edilmektedir. Herodot Havzası’nda Oligosen, Miyosen, Pliyosen ve Pleyistosen kumtaşlarında, Levant Havzası’nda Orta Miyosen, Erken Pliyosen yaşlı şeyller ve kumtaşları içinde hidrokarbon kaynaklarına rastlanmıştır.Yapılan çalışmalar neticesinde Levant, Herodot ve Nil Deltası’nda şimdilik belirlenen toplam doğalgaz miktarı 13,2 trilyon m3,LNG (sıvılaşmış doğalgaz) 9 trilyon m3, petrol ise 3,5 milyar varildir.(Harita.1)

İsrail’in Tamar Sahası’nda 2009 yılında Noble Enerji’nin yaptığı çalışmalar neticesinde 235 milyar m3 doğalgaz rezervi bulduğu bilinmektedir. 2010 yılında Levant Sahası’nda 450 milyar m3 doğalgaz bulduğunu ayni şirket açıklamıştır(İsrail’in yıllık doğalgaz ihtiyacı 5 milyar m3 civarındadır).USGS’in raporlarında Levant Havzası’nda 1,7 milyar varil kurtarılabilir petrol ve 3,5 trilyon m3 (122 trilyon feet küp) kurtarılabilir doğalgaz bulunmaktadır. Nil Deltası’nda 1,8 milyar varil petrol ve 6,3 trilyon m3 (223 trilyon feet küp) doğalgaz, Herodot Sahası’nda 3,5 trilyon m3 doğalgaz, ayrıca Levant’ da 3 trilyon m3, Nil Deltası’nda 6 trilyon m3 LNG bulunmaktadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) 17 Şubat 2003’de Mısır, 17 Ocak 2007’de Lübnanve 17 Aralık 2010’da İsrail ile MEB anlaşmaları imzalamıştır (Lübnan Parlamentosu anlaşmaya izin vermemiştir). 26 Ocak 2007’de GKRY Kıbrıs Adası’nın güneyinde 13 adet petrol arama ruhsatı belirlemiş (H.2)(yaklaşık 70.000 km2) ve 12 numaralı sahada (Afrodit Sahası) 24 Ekim 2008 tarihinde merkezi Teksas’ta bulunan ABD’li Noble Enerji şirketine sismik ve sondaj çalışmaları yapması için gereken izinler verilmiştir. (H.3)Bu sahalardan 1-4-5-6-7 nu. lu ruhsat alanları Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığı alanları ile de çakışmaktadır. (H.4)Sondaj faaliyetleri sonrası bu sahada 200 milyar m3 doğalgaz bulunmuştur (GKR kesiminin yıllık doğalgaz ihtiyacı 1 milyar m3 civarındadır). GKRY’nin KKTC ve Türkiye ile hiçbir şekilde Doğu Akdeniz’deki kaynaklarla ilgili olarak görüşmelerde bulunmaması uluslararası deniz hukukuna tamamen aykırıdır. Ne var ki, durumun böyle olduğunu bilen batılı ülkelerde kendi menfaatleri için bu hukuksuzluğa göz yummuşlardır. 22 Eylül 2011’de KKTC Bakanlar Kurulu Akdeniz’de TPAO’na arama ruhsatı vererek bu bölgede kendi hakları olduğunu ilan etmiştir. 26 Eylül 2011’de Piri Reis Gemisi ruhsat alanlarında sismik faaliyetlere başlamıştır. 2 Kasım 2011’de de KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanlığı ile TPAO arasında ’’Petrol Sahası Hizmetleri ve Ürün Paylaşımı’’ sözleşmesi imzalanmıştır. İşte bu girişimlerden sonra TPAO ile Shell arasında ruhsat alanları ile ilgilişu anlaşma yapılmıştır. ’’Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı ile Shell Upstream Turkey BV arasında, 23 Kasım 2011 tarihinde, Akdeniz Bölgesi Antalya deniz alanlarındaki AR/TPO-XVI/4154, AR/TPO-XVI/4319 ve AR/TPO- XVI/4320 no’lu Arama ruhsat alanlarını kapsayan bir Ortak İşletme Anlaşması imzalanmıştır. Anlaşma kapsamında hisse oranları %50 TPAO, %50 Shell şeklinde olacaktır. Minimum İş Programı kapsamında, masrafları %100 Shell firması tarafından karşılanmak üzere yürütülecek sismik çalışma yer almaktadır. Bu yükümlülük 31 Aralık 2013 tarihine kadar tamamlanacaktır. 1 Ocak 2014 tarihinde başlayıp, 31 Aralık 2016 tarihinde sona erecek İkinci Arama Dönemi’ne geçildiği takdirde tüm masrafları Shell’e ait olmak üzere 1 kuyu açılacaktır. Shell, Minimum İş Programı kapsamındaki yükümlülüklerini garanti etmek amacıyla Teminat Mektubu verecek ve imza ikramiyesi ödeyecektir. Yukarıda bahsedilen Arama Dönemleri süresince, Operatör Shell olacaktır. Ancak, Birinci Arama Dönemi’nde gerçekleşecek sismik program süresince operatörlük görevi TPAO tarafından yürütülecektir. Anlaşma kapsamındaki üretim paylaşımı taraflarca belirlenen R-faktör mekanizmasına göre yapılacaktır. ‘’



Türkiye ve KKTC, MEB ve Kıta Sahanlığı konusunda GKRY, İsrail ve hatta Mısır’ın BMDHS’ni ihlal etmeleri karşısında artık pek pasif davranmamalıdır. Hamleye karşı hamle her zaman doğru bir davranıştır. GKRY’nin Mavi Marmara olayından sonra İsrail ile MEB anlaşması imzalaması manidar değil midir? Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynakları ırkçı siyasi anlayışlara alet edilmemelidir. Uluslararası hukukun öngördüğü ilkeler çerçevesinde mesele çözüme kavuşturulmalı, halklar savaş dikeninin üzerinde oturtulmamalıdır. Bu kaynakların paylaşımı ne kadar önemli ise kaynakların batıya taşınmaları da o kadar önemlidir. Kıbrıs açıklarına kurulacak doğalgaz platformları ve LNG terminallerinin maliyetlerinin çok yüksek olması ve de denizden boru hatlarıyla Yunanistan’a taşınmasının (tahminen 1000 km) maliyetlerinin yanı sıra teknik açıdan da problemli olması sebebiyle mümkün görülmemektedir. Kaynakların İsrail üzerinden Arap boru hatları vasıtasıyla iletilmesi ise bugün için dünya durdukça mümkün olmayan bir öneri olarak görülmektedir. İsrail’in MEB konusunda Lübnan ile anlaşmazlığı BM tarafından kısa zamanda çözülemeyecek gibi görülmektedir. İsrail’in aslında Filistin’e ait olan bu sahalardaki hidrokarbon kaynaklarını kaptırmamak için Filistin ve Gazze’ye şiddet uyguladığını bütün dünya bildiği halde ses çıkarmaması batının niyetini açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye’nin Kürt meselesi ile zayıflatılmak istenmesi, Musri’nin 2003 yılında GKRY ile imzalanan MEB anlaşmasını 2013’de fesh etmesi, İsrail’in Mavi Marmara baskını ile Filistin’e baskılarını artırması ve bu baskın ile Türkiye’ye gözdağı verilmek istenmesinin altında iki önemli sebep vardır:1. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarına sahip olmak, 2. Doğu Akdeniz’e hâkim olmak. Olaylar hangi yönde cereyan ederse etsin, Doğu Akdeniz petrol ve doğalgaz kaynaklarının eninde sonunda Türkiye üzerinden batıya taşınacağı unutulmamalıdır.

Doğu Akdeniz’in Önemi

   Kıbrıs Rum Kesimi Cumhurbaşkanı D.Hristofyas’ın 26 Haziran 2012’de Kıbrıs Üniversitesinde yaptığı konuşma Rum’ların Kıbrıs’ı ve Doğu Akdeniz’deki kaynakları nasıl kendi malları gibi gördüklerini açıkça göstermektedir. ‘’ … Münhasır Ekonomik Bölgemizde doğalgaz bulunmasından sonra dünya enerji haritasında Kıbrıs'ın rolünün yükselmesi artık şüphe duyulmayan bir gerçektir. İkinci tur izinlere, aralarında Fransa, ABD, Rusya, Güney Kore, Malezya, İtalya ve Avustralya'nın bulunduğu 14 ülkeden 15 şirket ve ortaklığın yaptığı toplam 33 başvuru ile gösterilen yüksek uluslararası ilgi de bu durumun bir sonucudur. Hem ülkemizin büyük ve uzun yıllar sürecek ekonomik kalkınması açısından, hem de küresel enerji sisteminde ve Avrupa enerji pazarında oynayabileceğimiz rol açısından önümüzde yeni perspektifler açılmakta ve yeni bir dinamizm yaratılmaktadır. Yerli doğalgaz yatakları: Özünde Kıbrıs'ın ekonomik ve toplumsal kalkınmasının temel önkoşulu olan enerji açısından otonomluğuna katkıda bulunmaktadır.

Ülkemizin AB için yeni bir enerji kaynağını teşkil etmesini sağlayarak, ülkemizi büyük uluslararası petrol ve doğalgaz ağlarına sokmaktadır. Kıbrıs'ın bölgesel bir enerji merkezi olmasının önkoşullarını yaratmaktadır. Önümüzde açılan bu perspektiflerin doğru değerlendirilmesi için stratejik planlama ve iyi planlanmış adımlar gerekmektedir. Hükümet enerji politikasını şu üç boyuta yatırım yaparak çizmiştir: Ülkemizin jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik rolünün korunması. Avrupa'nın doğalgaz enerji ihtiyaçlarının karşılanması için üçüncü bir koridor yaratılarak Avrupa'nın enerji ikmalinin güvenliğinin arttırılması.  Enerji sistemimize doğalgazın ve Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının girmesiyle Kıbrıs'ın enerji sentezinin farklılaştırılması ve aşamalı olarak enerji konusunda kendine yeterli hale gelinmesi.

En yüksek hedefi, çevre bölgeden enerji kaynaklarının uluslararası pazarlara gidişi için toplanması, işlenmesi, geçişini veya transit geçişini güçlendirilmesi için Kıbrıs’ın bölgesel bir enerji merkezi olarak güçlendirilmesini hedef alan bu enerji politikamızın hayata geçirilmesinin iki temel önkoşulu vardır: Gerekli enerji altyapılarının geliştirilmesi ve yeni kurumların yaratılması. Enerji altyapıları hem yerli hidrokarbon yataklarının değerlendirilmesi, hem de Doğu Akdeniz'de bulunan veya bulunması beklenen yatakların değerlendirilmesi için şarttır. Unutmayalım ki, ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi'nin değerlendirmelerine göre, güneydoğu Akdeniz'de bulunan Levantini havzası yaklaşık olarak 1,68 milyar varil petrol ve 122 trilyon ayak küp doğalgaz içermektedir. Anlıyorsunuz ki Doğu Akdeniz'deki deniz sahasında bulunan bugün tasdik edilmiş hidrokarbon yatakları ve gelecekteki hidrokarbon yatakları keşiflerinin bölgeyi temel bir enerji tedarikçisine dönüştürmesi mümkündür… Politikamızın hayata geçirilmesi yönünde önemli bir çalışma da Kıbrıs'a doğalgaz nakli için denizaltı boru hattının inşası ve elektrik enerjisi üretimi amacıyla kabloların denize yerleştirilmesi aracılığıyla Kıbrıs-Yunanistan-İsrail üçgeninin kurulmasıdır.’

Türk Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde Türk Devleti’nin resmi görüşleri şöyledir: ’’ Nu: 181, 5 Ağustos 2011, GKRY'nin Doğu Akdeniz'de Petrol ve Doğalgaz Arama Faaliyetleri Hk. Uluslararası hukuk, yarı kapalı bir deniz olan Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı veya münhasır ekonomik bölge sınırlandırmalarının, ilgili ülkeler arasında ve tüm tarafların hak ve çıkarları gözetilerek, hakça yapılmasını amirdir. Bununla birlikte GKRY, uluslararası hukukun hilafına ve üçüncü tarafların haklarını ihlal ederek, 2003 yılından itibaren Doğu Akdeniz’deki ülkelerle deniz yetki alanlarını sınırlandıran ikili anlaşmalar yapma gayretlerini sürdürmüş, ayrıca petrol/doğal gaz arama faaliyetlerinde bulunmuştur… Kıbrıs Adasının güneyinde önümüzdeki Ekim ayı başında fiilen sondaj çalışmalarına başlanılacağına yönelik son dönemde çıkan haberler ve yapılan resmi açıklamalar ışığında, bazı hususlara tekrar dikkat çekilmesinde fayda bulunmaktadır. Kıbrıs Rum tarafı tek yanlı olarak tüm Ada adına, Ada’nın bütününe ait olan doğal kaynaklar konusunda söz söyleme, girişim yapma ve/veya anlaşma imzalama hak ve yetkisine sahip değildir. Bu tür yasal dayanaktan yoksun faaliyetler, Ada’da ve bölgede gerginlik yaratmakta, kurucu halk olan Kıbrıs Türklerinin Ada’nın doğal kaynaklarından eşit şekilde yararlanma hakkına halel getirmekte, halen devam etmekte bulunan görüşmeler sürecine zarar vermektedir… Uluslararası toplumun, Kıbrıs Rum tarafının, Kıbrıs Türk tarafının Ada’nın doğal kaynaklarından eşit olarak faydalanma hakkını gasp etmeye yönelik bu girişimlerine prim vermemek için sorumlulukla hareket etmesi gerekmektedir.Uluslararası Güvenlik Formu Lefkoşa Direktörü Y.Leventis’in ‘’Sıcak Sularda Kontrolü Sağlamak: Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Hidrokarbon Egemenliği Hedefleyen Tavrı’’ adlı makalesinin şöven bir zihniyeti apaçık yansıtmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na hakaret eden bu zatın makalesinin yayınlanması da başka bir zaaf değil midir? Küstah olan sizler değil misiniz? Küstah, şımarık ve korkaklarla bin yıldır mücadele ediyor bu devlet…’’…Kıbrıs’ın 12. Parselinin elli kilometre kadar ötesinde de Noble Energy’nin sondaj yapmakta olduğu, tahmini olarak on altı trilyon ayak küp gaz bulunduran İsrail’in zengin gaz alanı Leviathan yer alıyor. Kıbrıs-İsrail denizlerinin kesişme noktasındaki gaz rezervlerinin önemi İsrail Hükümet Başkanı’nın Lefkoşa’ya ilk kez yaptığı ziyarette vurgulandı. Benjamin Netanyahu,16 Şubat 2012 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bir günlük bir ziyarette bulundu. Bazı siyasi gözlemciler, Türk tehditleri karşısında henüz tomurcuklanmasına karşın hızla genişleyen bir savunma işbirliğinden de söz etseler de, Netanyahu’nun ana gündem maddesini enerji işbirliği oluşturuyordu..Birincisi, merkezi Teksas’ta bulunan Noble Energy, keşfi 2011 Kasım ayında duyurur duyurmaz, ABD Dışişleri Bakanlığı, genel anlamda daha geniş bir bölgede, özel olarak ise Kıbrıs’taki enerji konusuna verdiği önemin yansıması olarak Enerji Kaynakları Bürosunu (ENR) oluşturdu. Yeni kurulan ENR’nin bölgesel sorumlusu olan Karen Enstrom, Lefkoşa’daki ABD Büyükelçiliği’nde, ABD’nin enerji alanında Akdeniz, Güney Avrupa ve Kuzey Afrika’daki gelişmeler konusundaki diplomatik ilişkilerle ilgili genel merkezini oluşturmakla görevlendirildi… Öte yandan Türkiye, ‘hidrokarbon hegemonu’ kılığında sadece inatla tanımamakta ısrar ettiği Kıbrıs Cumhuriyeti değil, 1960’lara kadar dayanan nafile çabalarla katılmaya çalıştığı kulüp olan Avrupa Birliği’ne karşı da kışkırtıcı tehditler yayınlıyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kıbrıs’a ‘yarım ülke’, AB’ye ise ‘sefil bir birlik’ diye hitap ediyor. Dil sürçmesi mi yoksa adayla ilgili değişmez Türk algısının samimi bir itirafı mı? Bunu Gül’ün bir dil sürçmesi olarak kabul etsek bile gerçeği yansıtıyor. Gül’ün yorumları, özellikle de Londra’daki resmi bir ziyaretin (23 Kasım 2011) sonunda dile getirildiği için, hiç de hayra alamet görünmüyor. Birleşik Krallık uzun zamandan beri Türklerin ‘sefil’ Avrupa Birliği’ne tam katılımının mükemmel savunucusu olagelmiştir. Neden acaba? AB’yi daha da sefil yapmak için mi? İngiliz Başbakanı David Cameron Kıbrıs cephesine yönelik herhangi bir demeç vermek yanında Gül’ün AB ile ilgili küstah ifadelerine karşılık vermekten ilginç bir şekilde kaçındı.’’

Ülkemiz ve KKTC bölgedeki meşru hak ve çıkarlarını korumak amacıyla uluslararası hukuka uygun şekilde bundan böyle de diplomatik ve siyasi kanallardan girişimlerini sürdüreceklerdir. Türkiye’nin ve KKTC’nin bu maksatla gereğine tevessül edeceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. Beklentimiz kapsamlı çözüm görüşmelerinin sürdüğü bir ortamda görüşmeleri raydan çıkarabilecek, bölgede gerilimi yükseltebilecek, oldu-bittiler yaratmaya matuf tek yanlı girişimlerden önemle kaçınılmasıdır.’’

Dışişleri Bakanlığı’nın 18 Mayıs 2012 tarihli ve 140 Nu. luaçıklamasında ise şu ifadeler yer almaktadır: ’’Basında çıkan haberlerden, GKRY’nin Kıbrıs Türklerinin haklarını görmezden gelerek açtığı ikinci petrol/doğal gaz arama/çıkarma ihalesine çoğu orta büyüklükte 15 uluslararası petrol şirketinin/konsorsiyumunun başvurduğu anlaşılmaktadır. Hatırlanacağı üzere Bakanlığımız söz konusu ihale hakkında 15 Şubat 2012 tarihinde kapsamlı bir basın açıklaması yapmıştı. Bu açıklamada yer alan görüşlerimizi aynen muhafaza ediyoruz. Bu açıklamamızda da belirttiğimiz üzere, Kıbrıs Türklerinin, Kıbrıs Rumları gibi, Adanın kıta sahanlığının tamamındaki doğal kaynaklar üzerinde eşit ve ayrılmaz hakları vardır. Bu gerçeğin gözardı edilmesi Türkiye ve KKTC için kabul edilemez bir durumdur. Adadaki iki halk denizdeki doğal gaz ve petrol kaynaklarının nasıl kullanılacağına birlikte karar vermelidirler. KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Eroğlu’nun 24 Eylül 2011 tarihinde yaptığı bu yöndeki öneri geçerliliğini hala korumaktadır. Bu yaklaşım hilafına tek yanlı adımlar atılması, ancak gerginlik ortamı yaratacaktır. Ülkemiz Kıbrıs Türklerinin hak ve menfaatlerini korumak için her türlü tedbiri almaya devam edecektir. Bu çerçevede ülkemiz KKTC Dışişleri Bakanlığı tarafından 17 Mayıs 2012 tarihinde yapılan açıklamayı kuvvetle desteklemektedir. GKRY’nin açtığı sözde ihaleye konu olan deniz alanlarının Ada’nın batısındaki bir bölümü Türkiye’nin Akdeniz’deki kıta sahanlığı alanı ile çakışmaktadır. Türkiye evvelce açıkladığı gibi, bu alanlarda hiçbir faaliyete müsaade etmeyecektir. Sözde ihaleye konu olan deniz alanlarının Ada’nın güneyindeki büyük bölümü ise KKTC’nin TPAO şirketine verdiği ruhsat sahaları ile çakışmaktadır. Uluslararası petrol şirketlerinin bu alanlarda ileride faaliyette bulunmaları, KKTC ve TPAO ile karşı karşıya gelmelerine ve arzu edilmeyen gerginliklerin ortaya çıkmasına sebep olabilecektir. Türkiye bu durumda evvelce açıkladığı gibi anavatan ve garantör ülke sorumluluğu içinde, KKTC’ye her türlü desteği verecektir. Dolayısıyla uluslararası petrol şirketlerinin tüm bu ihtilaflı sahalarda faaliyette bulunmalarının yaratacağı sakıncalar izahtan varestedir. Bu nedenle KKTC gibi biz de ilgili ülkeler ve petrol şirketlerini sağduyulu hareket etmeye ve özellikle Kıbrıs meselesi bakımından ihtilaflı olan bu deniz alanlarında faaliyet göstermemeye ve bahsekonu ihaleden çekilmeye davet ediyoruz. Bu uyarılarımıza rağmen sözkonusu şirketlerin Kıbrıs Türklerinin haklarını yok sayarak GKRY ile doğal gaz konusunda işbirliğine girmeleri bölgede gerginliğin ortaya çıkmasına sebebiyet verecek ve bunun sorumluluğu da sözkonusu şirketlerde olacaktır.

23 Mart ve 83 Nu. lu açıklama da ise şu görüşlere yer verilmiştir:’’Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Ada’nın ortak sahibi olan Kıbrıs Türk halkının doğal kaynaklar üzerindeki asli haklarını göz ardı ederek, içinde bulunduğu ekonomik kriz nedeniyle oluşturulacak dayanışma yatırım fonu veya bir başka borçlanma modelinde Ada’nın ortak doğal kaynaklarını teminat olarak gösterme düşüncesi, Ada’nın tek sahibi olduğu yanılsamasının bölgede yeni bir krize yol açabilecek tehlikeli bir tezahürüdür. KKTC Cumhurbaşkanlığı tarafından bu hususta 21 Mart 2013 tarihinde yapılan açıklamadaki görüşler paylaşılmaktadır. Türkiye gerek kendi kıta sahanlığındaki hak ve menfaatlerini korumakta, gerek Kıbrıs Türk tarafına verdiği desteği sürdürmekte kararlıdır.

Kıbrıs Türk tarafınca 24 Eylül 2011 ve 29 Eylül 2012’de iki kez ortak doğal kaynakların hakça paylaşımı için işbirliği çağrıları yapılmış, ancak bu çağrılara Rumlar tarafından bugüne kadar olumlu karşılık verilmemiştir. Rum tarafının bugün karşı karşıya bulunduğu ekonomik krizi yeni oldubittiler yaratmak için bir vesile olarak kullanması kabul edilemez. Bu bağlamda Türkiye’nin konuya ilişkin görüşlerini bir kez daha ortaya koymakta yarar görüyoruz: Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı, Ada’da müzakere edilmiş bir çözüm istemektedir. Doğu Akdeniz ve Ada için Türkiye’nin vizyonu ortak refah, istikrar ve güvenliği hedeflemektedir. Siyasi ihtilaflar gibi ekonomik sorunlar da Ada’da barış, uzlaşı ve işbirliği ortamı yaratılarak aşılabilir. Ada’daki iki kurucu halk nasıl bir gelecek istediklerine birlikte karar vermeli ve Anavatanların da iştirakiyle yeni bir düzen inşa etmelidir. Bunun için artık kaybedecek vakit yoktur. Türk tarafı bir an önce ortak refah ve güvenlik anlayışıyla derhal müzakerelere başlanmasını beklemektedir. Karşı karşıya bulunulan sorunun bir krize yol açması tercihimiz değildir. Bunun barış ve kalıcı çözüm için yeni bir fırsat ve başlangıç teşkil etmesi gerektiğine samimiyetle inanıyoruz. Kıbrıslı Türkler, Ada’da hiçbir zaman bir Rum devletinde azınlık olmayacaklardır. Buna Türkiye hiçbir şekilde izin vermeyecektir. Ancak Türkiye Ada’daki iki halkın tercihlerine de saygı gösterecektir. Bu tercih, yeni bir ortaklık inşa edilmesi yönünde olabileceği gibi -ki bunun parametreleri bellidir- şayet Kıbrıslı Rumlar Ada’nın güneyindeki doğal kaynaklar üzerinde tek yanlı tasarrufta bulunacaklarsa ve Kıbrıslı Türklerle ortaklığı arzu etmiyorlarsa, iki devletli bir çözümün müzakeresi doğrultusunda da olabilir. Çözümden önce Ada’nın doğal kaynakları üzerinde tasarrufta bulunmanın tek yolu ise Kıbrıs Türk tarafının 2011 ve 2012’deki önerileri doğrultusunda, BM Genel Sekreteri’nin gözetimi altında bir anlaşma yapılması ve böylece doğal kaynakların paylaşımı konusunda Kıbrıslı Türklerin rızalarının açık olarak alınmasından geçmektedir. Türkiye ve Kıbrıslı Türkler bu anlayışla Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlarla birlikte çalışmaya hazırdır.’’

   Türkiye’nin bu barıştan ve insan haklarından yana görüşü, tutumu ve siyasi tavrı hiçbir zaman ürkeklik olarak yorumlanmamalıdır. Karşı tarafların da barış içinde meseleye yaklaşımları ile mesele kendiliğinden çözülebilir. ABD, AB ve demokrasinin beşiği sayılan Atina’nın torunları da halklara demokrasi, özgürlük ve hayat hakkı vereceklerse Kıbrıs’ta sadece Rum’ların yaşadığını dikkate alan politikalar belirlememelidirler. Türk halkı, hukukun üstünlüğünü, milli devlet ve güçlü iktidar ile güçlü orduyu kendisini koruyan güçler olarak görmektedir. Türkiye, Irak, Suriye, Mısır, Libya ve Tunus’taki olaylara bahar havası verilerek başlatılan ve halklara özgürlük verilmesi sloganı ile çıkılan yoldaki ana fikrin bölgedeki enerji kaynaklarını ele geçirmek olduğu artık açıkça su yüzüne çıkmıştır. Bu hadisenin adı aslında ENERJİ TERÖRÜ ’dür. Diğer taraftan Doğu Akdeniz’deki bu petrol ve doğalgaz kaynaklarına başta ABD, Rusya ve AB’nin sahip ve hâkim olmak istemesinin en önemli sebebi Akdeniz’intamamen kontrol altına alınması düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Zira Akdeniz’e hâkim olan Türkiye üzerinden Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya, Mısır Süveyş Kanalı üzerinden Kızıldeniz, Pasifik Okyanusu ve Güney Asya’ya ulaşma ve hâkim olma imkânları daha kolay gerçekleşecektir. Bu coğrafyada yaşanan ve artık esrarengiz olmayan olaylar Türkiye’nin hür ve müstakil yaşaması için halkın eskisinden daha fazla kenetlenmesi gerektiğini bizlere göstermiyor mu? Doğu Akdeniz’deki oyunlar Adalar Denizi ve 12 Ada meselesinde de karşımıza aynı şekilde çıkabilir. Türkiye iktisadi ve siyasi bakımdan zayıfladığı an bu meseleler temcit pilavı gibi gündeme getirilmektedir. Türk Devleti dış politikada uluslararası hukuka uygun bir şekilde hamleye hamle yaparak milletinin haklarını korumak mecburiyetindedir. Toplumun bu şekilde bilinçlendirilmesi yanlış mıdır?


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2014/12/17/7927/dogu-akdenizde-paylasilamayan-kaynaklar