Olmasın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Olmasın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2017 Pazartesi

İsrail ve Türkiye, Yeter ki Onursuz Olmasın


İsrail ve Türkiye, Yeter ki Onursuz Olmasın 




Yeter ki Onursuz Olmasın Raproşman
Şanlı Bahadır KOÇ*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Merkezi, Bilimsel Danışmanı.,




  Türkiye ile İsrail arasında bir süredir yaşanan diyalog sürecinin olumlu sonuçlanma ihtimali belirdi. Bu yazıda aradaki meselelerin incelik ve zorluklarını ve sorunları aşmanın potansiyel getiri ve sonuçlarını irdelemeye çalışacağız. İsrail çok önemli, eli uzun ve düşman olmanın akıllıca olmadığı bir ülke. 
Onunla pazarlığımızın özü direk meseleler hakkında olmalı, pazarlık sıkı ve gerçekçi yapılmalı, karşı tarafın beklenti ve ihtiyaçları iyi tahlil edilmeli. 

Anlaşma gerçekleşse bile bunun hemen ve tamamen “ Çiçek Bahçesi ” yaratmayacağı da unutulmamalı.

   Bu yazıda Türkiye ile İsrail arasındaki yakınlaşmanın içeriğini, onu mümkün kılan ve şekillendiren faktörleri, sınırlarını, varsa mahzur, zorluk, getiri, incelik, 
bedel ve risklerinive bu yolda ilerlerken dikkatten kaçırılmaması gerekenleri tartışmaya çalışacağız. “ İki tarafın da barışmakta çıkarı olduğu ” doğru ama bu 
basit ifadenin altında burada ancak bir kısmını ayrıntılandırabileceğimiz “grinin binbir tonu” var ve bu nüanslara ne kadar hakim olursak hem “ Ütülme ” ihtimalini azaltmış, hem de ilişkiyi daha sağlam ve gerçekçi bir temel üzerine inşa etme şansımızı o kadar arttırmış olabiliriz. Arada yaşanan gerilimle ilgili tek değilse bile en önemli şeylerden biri şudur: İsrail 10 Türk vatandaşını bile bile öldürdü ve bu büyük ölçüde yanına kaldı.
   Türkiye İsrail’e yaptığı bu “yanlış”la orantılı bir bedel ödetemedi. Mevcut ve potansiyel siyasi liderlerimizin uluslararası siyasetin bu trajik gerçeği üzerine 
iyi düşünmelerini ve buradan çıkarılacak dersleri içselleştirmelerini umuyoruz ama açıkçası bundan çok umutlu da değiliz.

   Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın lafın arasında söylenmiş olsa da, “İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacı var, kabul edelim Türkiye’nin de İsrail’e” sözü doğru,
bariz ve önemli olduğu kadar kimin söylediği düşünülünce birçok İsrailli için yerinden zıplatacak kadar şaşırtıcı da olmalı. Bu söz İsraillilerde Erdoğan’ın
yakınlaşma konusunda ciddi olup olmadığı şeklindeki soru işaretlerini dağıtmış olabilir. Ayrıca İsrailliler Türkiye ile “soğuk savaş”tan sadece “ Soğuk Barış ”a 
değil ilişkileri bunun çok daha  ötesine taşıma ihtimali olduğunu düşünmeye de başlamış olabilirler. 

Bir açıdan bakıldığında “elini bu kadar açmanın” belki pazarlık açısından mahzurları olduğu söylenebilirse de bu sözün, aradaki meselelerin teknik boyutu bir yana, ilişkinin düzelme ihtimalini arttıracağı söylenebilir.
   Bilindiği gibi, henüz nihai sonuca varmayan “anlaşma”nın içeriğinde Mavi Marmara’da ölenlerin yakınları için İsrail tarafından 20 milyon dolarlık
bir tazminat fonu kurulması, konu ile ilgili Türk mahkemelerindeki davaların düşmesi, büyükelçilerin karşılıklı olarak dönmeleri, Türkiye’deki Hamas liderlerinden Salih El Aruri’nin ülkeyi terki ve onun kurduğu söylenen “terör” kumanda merkezinin kapatılması, Gazze’ye yönelik ablukanın şekil ve derecesi tam belli olmamakla beraber (sadece Türkiye için?) esnetilmesi var. Ayrıca anlaşmadan sonra, muhtemelen ayrı, teknik ve uzun müzakerelerin konusu olacak İsrail gazının Türkiye’ye ve onun üzerinden başka pazarlara satılması öngörülüyor. Müzakerenin sonucundan bundan kısmen farklı bir sonuç çıkabilir (veyanihai anlaşma sağlanamayabilir) ama şu an ana iskeletin bu olduğu görülüyor. Türkiye’nin Gazze’de yardım dağıtımı, imar ve altyapı faaliyetlerinde alışılmışın çok ötesinde bir rol oynaması ihtimali de bulunuyor. Bu noktada çıplak gözle bakıldığında daha önceki pozisyonlarına göre daha fazla esneyenin Türk tarafı olduğu söylenebilir.

Yukarıdaki içerik daha çok İsrail merkezli kaynaklardan çıktığı için bu resmin müzakerenin gidişatını kısmen eksik veya yanlış yansıtıyor olabileceği ihtimalini de dikkate almak zorundayız. Bu haberlerin ilk ve daha çok neden karşı taraftan geldiği de üzerinde konuşulmaya değer olabilir.



   Dış politikada esneklik, çeviklik, yaratıcılık ve pragmatizme karşı olmamız söz konusu değil.

Ama barışma masasına “muhtaç”,” köşeye (ve kuyruğu) sıkışmış” olarak oturuyor görünmekten de rahatsızız. Dış politikanın doğasında diğer aktörlerle,
(aynen 19. Yüzyıl Avrupa balo salonlarında aristokrat kadın ve erkeklerin dans ederken eş değiştirmelerinde olduğu gibi) yakınlaşma, uzaklaşma ve sonra tekrar yakınlaşma var. Ama acaba Türkiye her barışma seansına biraz daha zayıf, her tura manevra alanı biraz daha daralmış olarak giriyor olabilir mi? Bu kadar sık ve keskin manevra yapmak “stratejik çeviklik”e mi işaret, yoksa giderek daralan manevra alanında her dümen kırışta daha fazla ödün vermeye mi? Yakındadönecek bir yer de kalmayabilir mi? Bu soruları muhalif liderlerin Salı toplantıları tadında bulanlar olabilir ama belki de tamamen temelsiz de değillerdir. 

   Erdoğan ABD ile İncirlik ve AB ile göçmenler konularında anlaştıktan sonra şimdi de İsrail ile arayı düzeltmeye çalışıyor.

Belki bunlar birbirinden kopuk, gündemin, şartların ve çıkarların dayattığı adımlar olarak görülebilir. Ama acaba Erdoğan Başkanlık konusunu zorlayacağı 
görülen 2016’da bu üç aktörle “barışık olmayı,” dış gelişmelerden ayrı ve belki de bağımsız olarak içerideki gündemi nedeniyle de amaçlıyor olabilir mi? 
Öyle değilse bile bu dış aktörlerin bu ihtimali göze alacakları tahmin edilebilir.

Şimdi, acaba bu üçlü bu dönemde Türkiye’ye yaklaşımlarında, 

1) Koordineli hareket edecekler ve ortak bir pozisyon belirleyecekler mi? 
2) Erdoğan ile kısa vadede iyi geçinmenin onun Başkanlık şansını arttıracağını düşünecekler mi? 
3) Düşünürlerse bunu kabul edilebilir ya da arzu edilir bulacaklar mı? 
4) Erdoğan’ı hazır iç gündemi nedeniyle kendilerine “muhtaç” yakalamış hissederlerse aradaki pazarlığı yukarıdan açmaya (ve tabii kapatmaya) çalışacaklar mı?

Yani Erdoğan’ın başkanlığını kabullenmek şartıyla Türkiye’den başka konularda “ilave kolaylıklar” alabilirler mi? 

Bu soruların pratikte ne kadar anlamlı olduğunu açıkça bilmiyoruz. Bu nedenle onların şimdilik spekülatif –ve sorumsuz- egzersizler olarak kabul edilmesini rica 
ediyoruz.
Yalnızlığın değerlisi olur mu bilinmez ama bazı durumlarda gereklisi olabilir: Bazen stratejik çıkarlarınızı korumak için yapmanız gereken şey başkalarının 
hoşuna gitmeyebilir. Böyle durumlarda başkalarının mırıldanma, homurdanma ve hatta tehditlerine rağmen “doğru” şeyi yapmanın sonucu yalnızlık olabilir. Olabilir diyerek kesin konuşmamak ve açık kapı bırakmak istiyorum çünkü her olayı şartları, bağlamı, zaman içindeki gelişimi ve eldeki imkan ve seçenekler le değerlendirmek gerekir. 



Bunları dedikten sonra yalnızlıkla ilgili şu noktalara da dikkat etmeli:

1) Yalnızlık bir alışkanlık haline gelmemeli.
2) İşin diğer aktörlerin bize karşı özellikle de askeri olarak birleşmelerine yol açmamasına ve bizi “ Yerde Tekmelemeye” kadar gitmemesine dikkat etmeli. 
3) Yalnızlık sadece bizi direk ve ciddi olarak ilgilendiren konular için göze alınmalı, 3. Taraflar, İnsani meseleler ya da iç politika amaçlı manevralar için değil. 
4) Yalnız kalacak ve bunun için bir bedel ödeyeceksek bu konuda içeride olabildiğince geniş bir konsensüs olmalı. 

< İsrailliler Türkiye ile “ Soğuk Savaş ” tan sadece “ Soğuk Barış ”a değil ilişkileri bunun çok daha ötesine taşıma ihtimali olduğunu düşünmeye de başlamış olabilirler.  >

Tabanı ne kadar geniş olursa olsun tek bir parti bu konuda “ Ben Yaptım oldu ” demekten kaçınmalı. Muhalefet partileri de iktidardan gelen her girişime 
otomatik olarak karşı olmamalı ama konu hakkında doğru, ayrıntılı, zamanlı (eskimemiş) ve belki de periyodik bilgi, sağlıklı işleyen istişare kanalları ve
eleştiri ve uyarılarının samimi olarak dikkate alınmasını talep etmeli. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri düzeltmek için temel taleplerinin Gazze’nin elektriği,
suyu, ambargonun kalkması ve Mescid-i Aksa ile meseleler olması doğru ve normal değildir.

Bunların hiçbiri Türkiye’yi direk ilgilendiren meseleler sayılamaz. Bu konulara ilgisiz olalım demiyorum elbette ama bunlar önceliklerimizin tepesinde
yer almamalılar. İsrail’den öncelikli olarak istediğimiz şeyler somut, milli ve gerekli şeyler olmalı.

  Bu örnekte de görüldüğü gibi Türkiye’nin dış politikasında ciddi bir “bencillik açığı” vardır. Bencil – ve elbette rasyonel- olmayan dış politikalar yürüten devletler, eğer ABD gibi çok büyük hata yapma lüksleri yoksa, bir gün “yolun kenarına itilebilirler.” Ülkenin sınırsız olmayan maddi ve entelektüel kaynakları akılcı –ve acımasız- bir öncelikler sıralamasına göre hasredilmelidir. Bu tür eleştiriler çok yapıldı ama iktidarın bunları dinlemeye niyeti olmadığı ve seçmenin de en azından yüksek sesle bu konuda onu zorlamadığı ve cezalandırmadığı görülüyor. Ama bu durum bizi bu temel doğruyu bıkmadan tekrarlamaktan alıkoymamalı.

  O zaman bizi birinci dereceden ilgilendirmeyen davalar yüzünden Israil’in üstüne “o kadar çok” gitmek hatalıydı, ama “ Sopayı yedikten sonra ” da aynı şekilde değilse bile çok da zayıf olmayan bir karşılık vermek gerekiyordu. 

Bu yapılamadı.

Şimdiyse arayı düzeltmek istemek yanlış değil. Ama bunu doğru yapmakla yapmamak arasında çok fark olabilir. Mesela madem Hamaslı liderin
sınırdışı edilmesi müzakerenin bir parçası o zaman sadece sözde bile kalsa PKK’nın da ismi geçebilir, “.. ve PKK gibi terör örgütlerine karşı işbirliği” gibi. (Buna cevaben şu karşı argüman gelebilir: İsrail’in PKK ile ilişki içinde olduğuna dair bir kanıt yok ki? 
  Ayrıca bu iki kelimeyi aynı cümlede yan yana telaffuz etmek ileride maazallah bu ilişkinin gerçekleşmesi ihtimalini arttırabilir”). 

Bir de şu var: İsrail çok uzak olmayan bir gelecekte tekrar Gazze’de yüzlerce kadın-çocuk öldürürse ne yapılacak? Çok sanmıyorum ama Türkiye ile
bu yeni yakınlaşma İsrail’i o tür bir şey yapmaktan alıkoyabilir mi?

Netanyahu İran nükleer anlaşması konusunda Obama ile girdiği bilek güreşini kaybetti. İşin peşini uygulama safhasında da pek bırakmayacaktır
ama durum bu. Ayrıca ABD’deki Yahudi toplumunda özellikle gençler arasında İsrail’den belli bir kopuş ya da en azından ona karşı artan bir ilgisizlik
var. İsrail Avrupa ile de işgal altındaki topraklarda üretilen ürünlere yönelik uygulamalarda  görüldüğü gibi şu an için henüz sınırlı ve sembolik
ama zamanla tırmanabilecek ve tüm İsrail ürünlerini içererek ciddi hale gelebilecek sorunlar yaşıyor. Mısır’da darbenin olmasıyla İsrail bir
parça rahatlamıştı ama burada da Sisi’nin durumu çok parlak değil. Suudilerin yaşadığı ekonomik sorunlar Sisi’ye yaptıkları desteği sınırlayabilir ve
bu da Mısırlı generalin hayatını zorlaştırabilir. İsrail’in içinde değişik şekillerde hem Batı yakası, hem Doğu Kudüs ve hem de İsrail’deki Arap vatandaşları
içeren ağır çekim ve sınırlı bir mini intifada (ya da onun gibi bir şey) yaşanıyor.

Ambargo Hamas’ı Gazze’de güçten düşürmüş değil ve Abbas ve diğer Fetih liderlerinin sorunları nedeniyle Hamas’ın alternatifi İran yanlısı İslami
Cihat veya IŞİDvari başka örgütler olabilir. İsrail, Gazze konusunda otoritesini tanımış ve ona rağmen hareket etmeyen “sınırlı sorumlu” bir Türkiye
ile Gazze ve hatta Hamas meselesine makul bir çözüm bulma ihtimali olduğunu düşünebilir.

Ayrıca, İsrail gazının Türkiye dışındaki hatlardan satılması belki imkansız değil ama bunun ciddi ilave ekonomik bedelleri olacağı açık. İran ile Türkiye
arasındaki mevcut sorunlu ilişkiler de İsrail’in Ankara ile bu ülkeye karşı somut işbirliği imkanları yaratabilecek türden bir ilişki hayal edebilmesini
mümkün kılıyor olabilir. Suriye meselesi henüz İsrail’i Türkiye kadar yormuyor, üzmüyor ve tedirgin etmiyor ama orada da konuşulacak şeyler olabilir. 

   Moskova’nın Suriye’ye gelmesi potansiyel olarak manevra özgürlüğünü kısıtlayabileceği için bizim kadar olmasa da İsrail için de bir soru işareti. 
İsrail, İran’dan korkan ve Obama tarafından ortada bırakıldığına inanan Körfez’deki muhafazakar Arap rejimleriyle de arayı ama açık ama kapalı düzeltiyor ve bu önemsiz değil ama bu ülkelerin toplamının askeri ve ekonomik potansiyeli Türkiye kadar etmeyebilir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Yahudi devletinin hem Avrupa ile hem de kısmen Yahudiler de dahil olmak üzere  ABD ile ilişkilerinde ileride daha da ciddi hale gelebilecek kopuşlar yaşanmaya başladı. Kamuoylarını da kapsayan bu kötüleşme belki ileride düzelebilir ve İsrail Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerle yakınlığını arttırarak kendince buna hazırlanmaya çalışıyor ama tabii bunlar bölgedeki bir Türkiye ile arayı düzeltmenin önemini azaltmıyor.

Kısacası İsrail’in de Türkiye ile arayı düzeltmek için bazı nedenleri var.

İsrail bulduğu gazı bölgenin en önemli pazarı olan ve yakınlığı nedeniyle daha az maliyet yaratacak Türkiye’ye satmaktan memnun olur. İsrail bir gaz anlaşmasının Türkiye ile ilişkileri daha istikrarlı ve sağlıklı temellere kavuşturabileceğini de hesaplayabilir. Ayrıca bunu yüksek sesle telaffuz
etmeseler de Ankara’ya gaz satmanın ona karşı değeri abartılacak kadar olmasa da bir güç ilişkisi yaratmasını da umabilirler. Tabii bu arada İsrail’in
Ankara’nın Rusya ile sorun en sorun yaşadığı ve gaz ile ilgili endişeleri olduğu bir anda boru hattı kartını öne sürmesinin ne kadar “akıllıca” olduğu da açık. İsrail ve Rum gazının en ekonomik olarak Türkiye üzerinden piyasalara ulaşacağı elbette sır değildi.

  Ama İsrail ile “ Barışmanın ” boru hattı gibi somut bir getirisi olacağı düşüncesini Rusya’ya karşı sıkışmış Erdoğan’ın zihnine ona en cazip gelecek anda  somutlaştırarak sokmak İsrail açısından gerçek bir zamanlama becerisi. Hep söylüyoruz diplomasi ve dış politika, başka şeylerin yanında, nüansların 
biriktirilmesi, zamanlama, hesap yapma, karşıdakini tanıma meselesi. Tabii bu konuda uzun ve teknik müzakereler yapılacak ve sonuç alınacağı da garanti
değil. Ama Türkiye artık bu konuda “çengele takılmış” sayılabilir. Bunu bir eleştiri olarak ifade etmiyoruz ama “bu işin bittiği şeklinde” bir havaya
girmek ileride Türkiye’ye teknik ve mali müzakerelerde gerekenin ötesinde ödünler vermeye sevk edebilir.

  Rusya ile uçak krizi yaşanmasaydı da İsrail ile Türkiye arasında daha önce başlamış diyalog muhtemelen devam edecek ve belki de ilerleyecek ve hatta “müspet” bir sonuca varacaktı ama herhalde bu kriz Ankara’nın ilişkileri düzeltme yönündeki ihtiyaç ve isteğini arttırmış ve bu konudaki tereddütlerini azaltmıştır. İsrail’in bu durumu bir fırsat olarak mı göreceği yoksa Ankara’nın “zayıf ” konjonktürel durumunu pazarlık masasında kullanmaya mı çalışacağı çok belli değildir. İsrailliler, Erdoğan’ın kendilerine geçici olarak ve tamamen samimi olmayan bir şekilde mi döndüğünü, sadece yaşadığı bölgesel sıkışıklıktan onu kurtaracak ferahlatıcı bir penceremi aradığını, yoksa İsrail ile gerçek bir barışma
konusunda “samimi” olup olmadığını merak ediyorlardır.

Özellikle gaz boru hattı konusunda stratejik bir adım atmadan önce bundan emin olmak isteyebilirler. 

< O zaman bizi birinci dereceden ilgilendirmeyen davalar yüzünden İsrail'in Üstüne " O kadar çok " Gitmek hatalıydı, ama " Sopayı yedikten
sonra " da aynı şekilde değilse bile çok da Zayıf olmayan bir karşılık vermek gerekiyordu.  >

   Benzer sorular Türkiye tarafından da sorulabilir. Çok sanmıyorum ama ya yarın İsrail Türkiye’ye, “bak bana ihtiyacın olduğunu itiraf ettin, ama sandığının aksine ben sana muhtaç değilim, en azından senin bana olduğun kadar çok ve ivedi olarak değil” derse? Böyle demez tabii ama vücut dili ve müzakere anlayışıyla böyle “konuşabilir” mi? Belki, ama herhalde kendisi açısından daha akıllıca olan bu hep açık kalmayabilecek fırsat penceresi herhangi bir nedenle kapanmadan ondan istifade etmektir. İsrail ayrıca ilişkilerdeki bu potansiyel düzelmenin Mısır, Rum Kesimi ve Yunanistan ile gelişen ilişkilerini nasıl etkileyeceğini hesaplamaya çalışacak ve kısmen bu aktörlerin telkin ve çekincelerini de dikkate alabilecektir.

Çıplak gözle görülen ilişkiyi düzeltmeye daha fazla ihtiyaç duyan ve bunu daha çok isteyenin Türkiye olduğudur. Bu bir sorundur ama aşılmaz bir engel de değildir meğer ki İsrail bu durumu abartılı şekilde kötüye kullanmasın. Türkiye İsrail ile ilişkileri düzeltme adımını kendini bu kadar sıkışmış hissetmeden atsa bu “ Barışmanın Pazarlığını ” daha güçlü yapabilirdi. Buna karşı da belki denebilir ki, ”diyalog zaten biz çok sıkışmadan önce  başlamıştı. Ayrıca şu anda kendimizi çaresiz ve İsrail’le barışmak zorunda hissettiğimiz doğru değil.” Bu arada ikincil ama belki önemsiz olmayan bir soru: İsrail Türkiye ile Rusya arasındaki çatışmanın kendine alan yarattığını gördükten sonra acaba bu ilişkinin tekrar yoluna konmasını ister mi?

İsrail ile diyalog ve ilişkinin yeniden tesisi Türkiye’ye

1) Yeni enerji hatları “ İhtimali, ” 
2) Turizm ve ticaret gibi ekonomik konularda Rusya’dan kaynaklanan kayıpları kısmen de olsa telafi imkanı,
3) Gazze konusunda sınırlı da olsa insani bir başarı sağlanırsa bunun Ankara’nın bizim sağlıklı olanın çok ötesinde diye düşündüğümüz “ Prestij açlığını ” kısmen yatıştırması, 
4) Belki İsrail ile  başta Suriye olmak üzere Kürt meselesini de içeren konularda stratejik diyalog kurma fırsatı verebilir.
Ayrıca nükleer anlaşmadan sonra artık İsrail’den askeri bir operasyondan korkmasına gerek kalmadıysa da 
5) İran’ın yüzünde bu yakınlaşma nedeniyle tedirginlik ifadesi görmek son dönemde bu ülke ve onun yerel müttefiklerinden darbeler yiyen  Ankara’yı memnun edecektir. 
6) İsrail ile “düşmanlık” ilişkisinden çıkılması ABD’deki Türkiye ve Erdoğan karşıtı havayı da belki ve bir parça dağıtabilir. 
7) Ayrıca Türkiye ile sorunlu bir İsrail’in bölgede Kürtlerle ilişkili gelişmelerde Ankara karşıtı sonuçları olacak pozisyonlar alması ve açık veya gizli hamleler yapması daha az muhtemeldir. 
8) İsrail ile diyalog ve işbirliği kapılarının açılması ve ilişkinin daha pozitif bir renge bürünmesi, Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarının paylaşımı konusunda ileride yaşanabilecek ve bizi sadece Rum kesimi ve Yunanistan ile değil potansiyel olarak İsrail ile de hem de askeri düzeyde karşı karşıya getirebilecek sorunların daha yumuşak şekilde aşılmasını sağlayabilir. 
9) Bu arada birçok kesimde bu yıl sonuca ulaşılabileceği yönünde bir hava oluşsa da bizim hala tereddütlü olduğumuz Kıbrıs konusundaki bir çözümün
de bölgenin enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden taşınma ihtimalini güçlendireceği söylenebilir. Düşünülürse belki bu listeye eklenebilecek
başka küçük veya dolaylı maddeler daha bulunabilir. Ama gözden kaçırılmaması gereken yukarıdakilerin ikinci haricindekilerin, 

1) Somut ve kesin olmamaları, 
2) Nihai etkisinin cüzi olabileceği,
3) En iyi ihtimalle bile gerçekleşmelerinin zaman alacağı ve 
4) Müspet sonuç vermek için iki ülke içinde ve bölgede başka şeylerin yaşanma (ma) sına bağlı olmalarıdır. Örneğin yeni bir intifada ilişkiyi “tekrar birinci kareye döndürebilir”.

Ayrıca her şey yolunda gitse bile iki ülkenin bazı temel konulardaki bakış açısı, öncelik ve çıkarları arasındaki farklılık ortadan kalkacak değildir.

Böyle bir şey elbette gerekli de değildir. 
Bir bakış açısına göre iki ülkenin konuşması, düşman olmaktan çıkmaları ve birbirlerinin ayaklarına basmaktan kaçınmaları bile önemli olabilir.


Ocak’16 • Sayı: 85 21. YÜZYIL DERGİSİ


***