Prof. Dr. Ümit Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Ümit Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Nisan 2020 Pazartesi

Bölgesel İç Savaşa Bir Adım Daha.,

Bölgesel İç Savaşa Bir Adım Daha.,





Ümit Özdağ
uozdag61@gmail.com

   18 Temmuz 2012’de Şam’da Esad Yönetiminin en önemli isimleri bir bombalı saldırı ile öldürüldüler.
Bu eylemden sonra Suriye İç savaşa bir adım daha yaklaştı. Bombalamayı selefi bir örgüt ve Özgür Suriye Ordusu üstlendi. 

    Bu Üstlenmelere rağmen Suriye'de son bir ayda yabancı istihbarat servisleri ve askeri kuruluşların olayların tırmanmasının arkasındaki ana dinamik olduğu bir süre sonra ortaya çıkacaktır.

   AKP Hükümetinin Esad'ı devirme politikasının Suriye'de bir kapsamlı iç savaşı başlatıyor ve bu iç savaş Irak ile Lübnan'ı da kapsayarak bölgesel bir iç savaşa dönüştürüyor. Üstelik ne Suriye iç savaşı ne de Irak ve Lübnan'ı kapsayacak bölgesel iç savaş anılan ülkelere demokrasi getirecek.

Suriye-Irak ve Lübnan'da çıkacak bölgesel iç savaştan en fazla yararlanacak olan Barzani-Talabani-PKK üçlüsü olacaktır. K. Irak Kuzey Suriye'ye genişleyecek, "Kürdistan" büyüyecektir. PKK'da bunu gördüğü için Oslo'da uzlaşılanlardan daha fazlasını almak umudu ile seçimlerden sonra AKP ile kurulan diplomasi masasını devirmiştir. PKK, K. Suriye'de halk zemininde K. Irak'ta olduğundan etkin çok daha etkin olduğu bilincinde olarak, K. Suriye-K. Irak birleşmesinin ve K. Suriye'deki PKK etkinliğinin Türkiye'ye yoğun bir güç projeksiyonu yansıtacağını hesaplamaktadır.

Bölgesel İç savaş konusu Batı dünyasında da tartışılıyor. 8 Temmuz 2012'de The Washington Times'da Susan Crabtree "İstikrarsız Irak'ta İç Savaştan Korkuluyor" başlıklı yazısında şöyle demektedir: "Amerikan ordusunun Irak'tan çekilmesinden altı ay sonra savaş ile parçalanmış ülke etnik ve mezhepsel parçalar arasındaki güç mücadelesini kullanan isyancıların yaydığı şiddet ile kaplanmış durumda….Haziran 2012 Amerikan ordusunun çekilmesinden sonra geçen en ölümcül aydı ve her hafta en az iki bomba patladı. Suriye'de sunileri Esad rejimine yönelik saldırıları Irak'ta da sunnileri aynı şeyi Maliki rejimine karşı yapma konusunda teşvik ediyor."

Brookings Enstitüsü Ortadoğu Araştırmalarından Ken Pollack ise Suriye iç savaşının yayılma etkisinden çok Irak iç savaşının yayılma etkisinden bahsediyor ve petrol bölgesinin ortasındaki Irak'ta çıkacak bir iç savaşında İran, Kuveyt ve S. Arabistan'ı etkileyeceğini ileri sürüyor. ABD'nin önde gelen Ortadoğu araştırma kuruluşlarından Washington Enstitüsünden Michael Knights ise "Suriye'nin Doğu Cephesi:Irak Faktörü" yazısında Suriye'deki iş savaşın Irak'a yansımalarından endişe duyarak ABD'nin Irak'ta, Suriye sınırındaki ABD dostu sunni Arap kabilelerini değerlendirerek Suriye iç savaşının Irak'a sıçramasını engellemesi gerektiğini savunuyor.

Gelelim bölgesel iç savaşın Lübnan ayağına. Hizbullah hem İsrail ile hem de selefiler ve El Kaide yakını unsurlar ile savaşa hazırlanıyor. Peki, 2005'den beri Lübnan'da ABD-Suudi ittifakı tarafından desteklenen selefiler ne yapıyorlar. 6Temmuz 2012 'de Jerusalem Post'ta Jonathan Spyer, "Lübnan'da Sunni İslam Canlanıyor" başlıklı makalesinde Kuzey Lübnan'daki Triplo kentinin hem Suriye'de muhalefete yardımın hem de Lübnan'da sunni dirilişin merkezi olduğunu kaydediyor.

Spyer'e göre, Triplo aynı zamanda Esad ile savaşmak isteyen yabancı cihat savaşçılarının merkezi haline gelmiş.Lübnan sunnileriEasd'a karşı başlayan ayaklanmayı Lübnan'da Hizbullah'ın etkinliğini sona erdirmek amacı iledeğerlendirmek istiyorlar. Ancak suniler Lübnan'da hala Hizbullah ile baş edebilecek güçlü bir örgütlenmeye sahip değildir. Son aylarda Güney Lübnan'daSidon kentinde selefi lider şeyh Ahmed El Assır Hizbullah'a karşı bir sunni ayaklanmanın önderliğini yapacak şekilde ortaya çıkmış.

Sonuç olarak..,

    Ortadoğu bölgesel bir iç savaşa doğru sürükleniyor. Türkiye'nin menfaati ise Ortadoğu'da bölgesel iç savaş değil barış. Oysa Suriye'de iç savaşın temel dinamiklerinden birisi olan Özgür Suriye Ordusu Türkiye'nin politik, askeri ve lojistik desteği olmadan bu savaşı sürdüremez. Eğer Ankara Suriye muhalefetine baskı uygulayarak Şam ile bir uzlaşma ve kontrollü demokratikleşme uygulaması sağlayabilir. Ankara bunu tercih etmiyor.

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bolgesel-ic-savasa-bir-adim-daha-23440yy.htm

***

5 Nisan 2020 Pazar

DEVLET VE İSTİHBARAT., BÖLÜM 2

DEVLET VE İSTİHBARAT., BÖLÜM 2



Prof. Dr. Ümit Özdağ*
* Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü. 
uozdag@21yyte.otg


Yukarıdaki süreci somut bir örnek ile ortaya koyalım:

a) Yunan istihbaratı, Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik temel hedefinin Kıbrıs’ta
herhangi bir Yunan ilhakına çıkarma ile cevap vereceği analizini 1963’te ve
1967’de yapmış olmalıdır.

b) Türkiye’nin 1963’te ve 1967’de bu yeteneğinin olmadığı ortaya çıkmıştır.
Ancak Türkiye 1967’de itibaren bir yandan çıkarma filosu inşa etmeye
başlamış, öte yandan çıkarma birliklerinin oluşturulmasına başlamıştır.

c) 1970’li yıllarda Atina artık Ankara’nın amacı ile araçları arasında bir uyum
gerçekleştiğinin tespitini yapmış olmalıdır. 

  Diğer bir ihtimaller ise Atina’nın bu tespiti yapmadığı veya bu tespiti yapmış olmasına rağmen Türkiye’nin Kıbrıs’a bir çıkarma gerçekleştirmeyeceğine inanmış olmasıdır.
Bütün bunlardan hareket ile istihbaratın sağladıklarına bakar isek dört temel özellik ortaya çıkar: 

Bunlar,

a) Stratejik bir baskın/sürpriz ile karşı karşıya kalınmanın engellenmesi,

b) Uzun-vadeli bir perspektif ve öngörü sağlanması,

c) Politika oluşturma sürecine yardımcı olunması,

d) Bir devletin bilgilerini, ihtiyaçlarını ve yöntemlerini gizlemesidir. (Lowenthal, 2000: 2-5)

a) Hiçbir hükümet stratejik, operasyonel veya taktik bir baskın/sürpriz ile karşı
karşıya kalmak istemez.(Bu noktada izhah edilmesi gereken bir kavramda
stratejik baskın ve sürpriz kavramlarıdır. Amerikan literatüründe baskın
karşılığı olarak “sürpriz” kavramı kullanılmaktadır. Bazı Türk
istihbaratçılarının terminolojisinde ise bir şeyin “stratejik baskın” olabilmesi
için “son hedefini gerçekleştirmesi gerekir” fikri ileri sürülmektedir. Bu
çalışmada ise genelde bu ayrım yapılmayacak, baskın ve sürpriz eş anlamlı
olarak kullanılacaktır. Ancak bazı durumlarda ise sadece sürpriz kavramı ile
yetinilecektir.

Örneğin bir sabah kalktığımızda Adalar Denizi’ndeki bütün adalarının Yunan
Ordusu tarafından tepeden tırnağa silâhlandırıldığını, Yunan Deniz
Kuvvetleri’nin, Türk Deniz Kuvvetleri’nin harekât alanını yok edecek şekilde
Akdeniz ve Adalar Denizi’ne yerleştiğini görür ve aynı sabah Atina’nın kara
sularını 12 mile çıkardığını duyarsak bu Türkiye’ye yapılmış bir “stratejik
baskın/sürprizdir”.

b) İnsanlar günlük, aylık veya en uzun birkaç yıllık hedefler ile yaşarken,
devletler 5-10, ve bazıları 30-50 yıllık perspektiflerle yönetilirler. Bu tür bir
yönetim ancak stratejik bir istihbarat ile, yani gelecek ile ilgili bilgi toplanması
ve geleceğin tesadüfe bırakılmayarak şekillendirilmeye çalışılması ile
yapılabilir.

c) İstihbarat 10 yıllık olduğu gibi, günlük, yıllık olarak da politika
oluşturulması sürecine katkıda bulunur.

d) İstihbarat, başkaları ile ilgili bilgi toplarken, başkalarının bilgi toplamasını
engellemeye çalışır.

İstihbarat kavramını temel olarak,

a) Bilgi anlamında istihbarat,
b) Süreç olarak istihbarat,
c) Görev olarak istihbarat,
d) Örgüt olarak istihbarat, şeklinde dörde ayırabiliriz.

Öncelikle söz konusu olan, bilgi anlamında istihbarattır. Bu bir veri, malûmat
veya bilgi olabilir. Bir diğer istihbarat kavramı ile kastedilen, bilginin
toplanması, tasnif edilmesi, değerlendirilmesi ve dağıtılması aşamalarından
oluşan istihbarat döngüsü, süreç anlamında istihbarattır. (Johnson, 1989: 4)
Görev olarak istihbarattan kasıt ise istihbaratı yapabilmek amacı ile
gerçekleştirilen ve örtülü operasyondan masa başı analize kadar uzanan
çalışma anlamında istihbarattır. Nihayet örgüt anlamında istihbarat; bütün bu
faaliyetleri gerçekleştiren kurum anlamına gelir. (Şenel, 1997: 31)
Bilgi, süreç, örgüt ve görev toplama şeklinde dört kategoride toplanan
istihbarat, Roy Godson’a göre üç süreci ifade eder. 

Bunlar sırası ile; 

1) Toplama, analiz, üretim ve dağıtım aşamalarından oluşan istihbarat çarkının
yabancı hükümetler, siyasî partiler, örgütler, ordular, kişiler ile ilgili bilgi
toplaması, 

2) Diğer hükümetlerin benzer faaliyetlerini etkisizleştirmesi, 3)
diğer hükümetlerin ve grupların davranışlarını etkileyecek örtülü operasyonlar
süreçleridir.

Bu üç süreç, istihbaratın dört temel özelliğini ortaya koymaktadır. Bunlar gizli
metotlarla bilgi toplama, karşı-istihbarat, analiz ve örtülü operasyonlardır.
Gizli metotlar ile bilgi toplama: Genellikle HUMINT diye adlandırılan gizli
insanî istihbarat (casusluk) veya teknik istihbarat yöntemlerin kullanılması ile
veri, malûmat ve bilgi toplanması kastedilmektedir.
Karşı istihbarat: Diğer ülkelerin istihbarat faaliyetlerini tanımlama,
etkisizleştirme ve yönlendirme operasyonlarına verilen addır.
Analiz: Toplanan verilerin değerlendirme sürecinden geçirilerek istihbarat
hâline getirilmesi sürecidir.

Örtülü operasyon: Yurt dışında veya yurt içinde politik, ekonomik, kültürel,
psikolojik ve askerî olayları faili/kaynağı belli olmayacak şekilde etkileme
faaliyetleridir. (Godson, 1995: 325)

Gerek örgüt, süreç, misyon ve bilgi toplama anlamında başarılı bir istihbarat
gerçekleştirebilmek için, gerekse başarılı bilgi toplama ve örtülü operasyon
faaliyetleri için gereken hususları şu başlıklar altında toplayabiliriz:

1) Uygun yapılandırılmış ve sistematik bir süreç,
2) Düzenli bir uygulama,
3) Belirgin ve yerleşik bir görevlendirme. (McDowell, 16)

Yukarıda sayılan özellikler başarılı bir istihbarat süreci için temel
gerekliliklerdir. Bu ön şartlar oluşmadan başarılı ve etkili bir istihbarat
çalışması yapmak mümkün değildir. Ayrıca istihbaratın taşıması gereken
başka özellikler de vardır. İstihbarat faaliyeti, sürekli, kat’i, doğru, esnek,
yaratıcı, şüpheci, gelecek merkezli ve profesyonel olması gereken bir
faaliyettir. (şenel, 1997: 38) Şimdi teker teker bu ilkeleri inceleyebiliriz.

II. İstihbaratın Temel İlkeleri

Başarılı bir istihbarat süreci ancak belirli ilkelere ısrarla sadık kalınması ve
uygulanması ile mümkündür. Bu temel ilkeler şunlardır:

A. Sürat İlkesi

İstihbarat, siyaset hazırlamanın temel amacı olduğu için mümkün olduğunca
süratli olmalıdır. Tabiî burada süratin görece bir kavram olduğunu, sürat ile
kastedilenin politika üretmek için gereken zamanı temin edecek ölçüde
bilginin zamanlı olarak iletilmesi gerektiği olduğu ifade edilmelidir. Olayların
gerisinde kalan istihbaratın hiçbir politik faydası yoktur. Öte yandan vaktinde,
tam ve doğru istihbarat üretmek zordur. Bu tür durumlarda istihbarat analizci,
tam ve doğru istihbarat üretmeden de karar alıcıları olası tehditler/fırsatlar
konusunda uyarmalıdır. 
İstihbaratta başarısızlığın birçok olayda istihbarat olmamasından değil, doğru istihbaratın zamanında doğru kişiye aktarılmamasından kaynaklandığı göz önünde tutulmalıdır. (Douglas & Godden, 1995: 65)

B. Kesinlik İlkesi

İstihbaratın mümkün olduğunca kesin olması lâzımdır ki, politikacılar kararsız
kalmadan görüş oluşturabilsinler. Bir istihbarat raporunun kesin olması onun,
şu gelişme muhakkak olacaktır demesi anlamına gelmez. Ancak raporda farklı
olasılıklar net bir dille ifade edilmelidir. En olası gelişme, daha az olası
gelişme ve olması en çok muhtemel olan gelişme şeklinde sıralanabilir. Öte
yandan müphem ifadeler ile kaleme alınmış, kesin olmayan, “şöyle de olabilir
şöyle de, şu zamanda olabilir başka zamanda, ama olmayabilir” şeklindeki bir
istihbarat raporunun siyasal karar alıcılara politika üretmek konusunda hiç
yardımcı olmayacağı açıktır. İsrail askerî istihbaratının komutanı olan Eli Zeria
1973 Arap-Israil Savaşı’ndan kısa bir süre önce yaptığı değerlendirmede,
Arapların saldırı ihtimalini “%45”, saldırmama ihtimalini “%55” olarak
değerlendirmiş ve İsrail hükümetinin “muhtemel bir Arap saldırısı olacak mı?”
sorusuna kesin bir cevap vermiştir. Ancak bilindiği gibi Araplar saldırmış ve
İsrail, Arap saldırısına büyük ölçüde hazırlıksız yakalanmıştır. (Douglas, 241)

C. Doğruluk İlkesi

İstihbarat doğru olmalıdır. Doğru olmayan istihbarat, yanlış bilgilerin
üretilmesine neden kararlara yol açarak milli felâketlere neden olabilir.
Amerikan askeri istihbarat kurslarında kurs hocalarının kullandığı “National
Intelligence Course (NIC) Textbook, Joint Military Intelligence Training
Center 1999” “yanlış istihbaratın istihbaratın hiç olmamasından daha kötü
olduğunu” söyleyerek başlar ve bunu da bir örnek ile destekler. Osmanlı
İstihbaratı Venedik’te barut fabrikasında gerçekleşen bir patlama sonucunda
Venedik savaş filosunun imha olduğu haberini alır ve Venedik’e bir ültimatom
verir. Oysa Osmanlı filosunun kendisine saldıracağını anlayan Venedik
patlamada sadece dört gemi kaybetmiştir. Venedik, Avrupa’nın diğer
devletlerinden de aldığı destek ile Osmanlı filosunu 1571’de İnebahtı’da büyük
bir mağlubiyete uğratır. (NIC, 1999: 1-3)


D. İstihbarat Kullanılacağı Maksada Uygun Olmalıdır
İstihbarat toplama gibi, pahalı, hızla yürütülmesi gereken bir çalışmada her
türlü kaynak israfından uzak durmak gerekmektedir. Analizci önce sonuca
ulaşmak için sadece kendisini sonuca götürecek malzemeyi inceleyerek
sorunun çözümü için gereken istihbaratı üretmelidir. Özetle istihbarat, tam,
doğru, maksada uygun ve zamanında olursa faydalı olur.


E. İstihbarat sonuçları olayların değişmesi veya yeni verilerin gelmesi ile
değişebilecek esneklikte olmalıdır
İstihbarat doğmalara değil, olayların gelişmesini izleyen yaratıcı bir zekâ ve
tekniklere dayanmalı; istihbaratçı değişen veriler sonucunda istihbaratını
değiştirebilmelidir.


F. İstihbarat yaratıcı Zekâ, hayal gücü gerektirir
    Bilmeden karar verilmez, ancak istihbaratta bilgi kadar hayal gücü de
önemlidir. Çünkü istihbaratçı çok büyük ölçüde eksik bilgi ile karar vermek
zorunda olan insandır. İstihbaratçının önünde bütün parçaları olmayan ve
muhtemelen hiçbir zaman olmayacak olan puzzle vardır. İstihbaratçı bu eksik
parçalara rağmen puzzle tamamlamakla yükümlüdür. Onu sonuca götüren
elindeki bilginin ötesini düşünebilmesidir.


G. İstihbaratta her şey göründüğü gibi olsaydı istihbarata ihtiyaç olmazdı
Karl Marx, “her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime ihtiyaç olmazdı”
demektedir. Ayni mantık istihbarat uygulaması açısından da geçerlidir.
İstihbaratçı şüpheci olmalıdır. Elindeki verileri ve olayları yaratıcı bir şüphe ile
incelemelidir. (Şenel, 98-99)


H. İstihbarat sadece aktüel tehditlerle ve fırsatlarla ilgili bilgi toplamakla
yetinmemelidir İstihbarat sadece günlük politika veya fırsat ve menfaatlerle ilgili istihbarat çalışması yapmakla yetinmemeli, siyasal karar alıcıların kısa ve orta vadede talep etmeyeceği bilgileri de istihbarat çalışması kapsamına almalıdır. 
Çünkü ancak bu tür bir çalışma ile istihbarat servisleri bilgi gerektiği zaman tepki verebilir.


I. İstihbarat bir başka şeyin yerine konamayacağı profesyonel bir süreçtir
İstihbaratın sağladığı bilgiyi, silâhlı kuvvetler, üniversite, medya, dışişleri gibi
kuruluşların üretmesi mümkün değildir.Bu anılan meslek grupları da istihbarat
üretimine/analizine katkıda bulunabilirler. Ancak milli düzeyde istihbarat
ancak bu iş için örgütlenmiş bu iş için eğitilmiş kadrolar ve bu kadroları
istihdam eden bir teşkilat tarafından gerçekleştirilebilir.


J. İstihbarat politik objektiflik ilkesinden ayrılmamalıdır
    Başarılı bir istihbarat süreci için dürüstlük yani analitik yargılarında
profesyonel bir duruş sergilenmelidir. İstihbaratçı, politikacı veya karar alıcı
değildir. Görevini dürüstlükle yapması mümkün olduğunca objektif olmasına,
analizlerini dar bir ideolojik zemine sıkıştırmamasına bağlıdır. (Betts&
Mahhken, 2003: 59-79)


K. İstihbarat adanmışlık gerektirir
    İstihbaratçı “adanmış” bir kişilik yapısına sahip olmalıdır. İstihbaratçı
kendisini ülkesine, kurumuna ve ülkesinin milli hedeflerine adamalıdır.


L. İstihbarat sürekli yenilikçilik gerektirir
    İstihbaratçı, “yenilikçi” olmalıdır. Sürekli daha yetkin istihbarat teknikleri
peşinde koşmalıdır. Kendisini üzerinde çalıştığı konu hakkında yetiştirmeye
çalışmalıdır. Bu süreç bir mükemmeliyetçilik arayışı ile içeiçe olmalıdır.


M. İstihbarat tek adam işi değil, iyi ekip işidir
    Ve nihayet iyi istihbaratın ancak bir ekip çalışması sonucu
gerçekleştirilebileceği göz önünde tutulmalıdır.


N. İstihbarat bir örgüt işidir
    İstihbarat ancak bir örgüt çerçevesinde kaynakları, görev dağılımı, yetkinlikleri belirlenmiş kadrolar tarafından yapılır.


O. İstihbarat (Devlet İstihbaratı) milli bir felsefeye dayanan faaliyettir
İstihbarat bir devletin ve milletin milli menfaatlerini en yüksek derecede
gerçekleştirmesi, millete yönelik her türlü tehdidin bertaraf edilmesi, milletin
önündeki fırsatları görebilmesi için yapılır ve milli bir felsefeye dayanır.
İstihbarat milli bir iş olduğu için “dost servislerden” alınan bilgiler hiçbir
zaman milli istihbarat üretiminin yerine geçemez ve bir milleti sistemli olarak
milli hedeflerine taşıyamaz.

Bazı kavram karışıklıkları da istihbaratın doğru anlaşılmasını engellemektedir.
Örneğin istihbaratı casusluk, espiyonaj gibi kavramlarla karıştırmak çok sık
yapılan bir hatadır. İstihbarat, bir süreci, kurumu, ürünü ve bilgiyi tanımlarken
casusluk ve espiyonaj açık istihbarat ile elde edilemeyen bilgileri, gizli yollar
kullanarak yapılan toplama, bulma faaliyetine karşı gelir. (Şenel, 45) Ancak bu
hata basit bir hata olarak kalmamakta, bir toplumun, aydınların, politikacıların
istihbarata bakışını şartlandırabilmektedir.

SONUÇ

Devlet yönetiminin, operasyonların, savaşların sadece doğasını değil sonucunu
da belirleyen istihbaratın sadece bir sosyal bilim olmakla kalmayıp aynı
zamanda bir sanat olduğunu söyleyebiliriz. İstihbarat en kapsamlı sosyal
bilimdir; çünkü istihbaratın nihaî amacı, incelediği sistemin -ki bu sistem bir
tugay da olabilir bir devlet de, bir şirket de olabilir bir büyükelçilikte yöneticisi
durumunda olan bir kişi veya kişilerin kelimenin en geniş anlamında hangi
imkân ve yeteneklere sahip olduklarını anlamak ve daha zoru olan bu imkân ve
yetenekleri daha kullanmadan nasıl kullanacaklarını öngörmektir.
İstihbaratın bunları anlamak için bilimin; tarih, siyaset bilimi, sosyoloji,
felsefe, sanat tarihi, din bilimi, psikoloji, özelikle politik psikoloji, ekonomi,
istatistik, uluslararası ilişkiler disiplinlerini kullanmak zorundadır. İstihbaratın
bilgi toplamak ve yorumlamak amacı ile yoğun bir şekilde kullanılması söz
konusudur. Ancak öngörmek için bilimin yetmediğini, bilimde ustalaşmanın
gerektiği, diğer bir ifade ile bilimsel yetenekler ile sezgisel yeteneklerin
birleştiği bir aşamanın istihbarat analizi için ideal durum olduğu söylenebilir.

İstihbaratın karar alma ve siyaset plânlama için en temel ve vazgeçilmez
unsurlardan birisi olduğu şüphe götürmez. İstihbarata dayanmayan bir karar
alma ve siyaset plânlamanın doğru olma ihtimali tamamen şansa bırakılmıştır
ki, devletlerin yönetiminin şansa bırakılmasının hiç de akıllıca olmadığı
ortadadır. Kişiler kendi yaşamalarını şansa bırakma özgürlüğüne sahiptirler.
Ancak devlet yönetimini elinde tutanların asgarî tarihsel ve toplumsal
sorumluk açısından böyle bir şansları yoktur.

KAYNAKÇA

ATAY Mehmet, Stratejik Ulusal Güvenlik İstihbaratı, Strateji Dergisi, 2000.
BARZUN & GRAFF, Modern Araştırmacı, TUBİTAK Yayınları, (Ankara 1999).
BETTS Richard K. & MAHHKEN Thomas G., Paradoxes of Strategic
Intelligence, Frank Cass, (London, 2003).
BOZEMAN Adda: Strategic Intelligence and Statecraft, Selected Esseys,
Brassey’s (45), 1992.
Council on Foreign Relations, Making Intelligence Smarter: The Future of US,
Intelligence Report of an Independent Task Force Sponsored by the Council on
Foreign Relations, www.copi.com/articles/inte../ofr.html.
DEARTH Douglas H. & GOODDEN R. Thomas (ed.), Strategic
Intelligence:Theory and Application, Washington, Defence Intelligence
Agency, (Washington D.C. 1995).
GODSON Roy, Intelligence and Security, Washington D.C., 1995.
HERMAN Michael, Intelligence Power in Peace and War, and Democracy,
Cambridge, 1996.
JOHNSON L. K., America’s Secret Power: The CIA in Democratic Society,
(New York, 1989).
LOWENTHAL Mark M., Intelligence, From Secrets to Policy, Washington
D.C. 2000.
McDOWELL Don, Strategic Intelligence, A Handbook for Practitioners,
Managers and Users, Australia 1998.
National Intelligence Course (NIC): Textbook, Joint Military Intelligence
Training Center, 1999.
Devlet Ve İstihbarat
Journal of Strategic Studies 51 1 (3), 2009, 33-5 1
OPSEC Support Staff, Intelligence Threat Handback, Unclassifed Inter
Agency, (Mayıs 1996).
PROCYSHYN T.W., The Coming Intelligence, Canadian Forces College,
(1998).
ŞENEL Muazzez & Turhan, İstihbarat ve Genel Güvenlik Konularımız,
Emniyet Genel Müdürlüğü Yayınları, 3. Baskı, (Ankara 1997).


***

DEVLET VE İSTİHBARAT., BÖLÜM 1

DEVLET VE İSTİHBARAT., BÖLÜM 1




Prof. Dr. Ümit Özdağ*
* Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü. 
uozdag@21yyte.otg


ÖZET

Politikacıları ve karar alıcıları (his ve kanaatlerinden hareket ile değil de) kanıt ve
analize dayanan bir düşünce ve çalışma tarzına ancak bilgi yeterliliği, istihbarat itebilir.
İstihbaratı dikkate almayan bir devlet yönetiminin gözleri bağlı maraton koşmaktan hiçbir farkı yoktur. İstihbarat, Millî Güvenlik politikasının temel parçasıdır. Devlet yönetiminin, operasyonların, savaşların sadece doğasını değil sonucunu da belirleyen istihbaratın sadece bir sosyal bilim olmakla kalmayıp aynı zamanda bir sanat olduğunu söyleyebiliriz.

İstihbarat, Türk toplumunda yanlış anlaşılan, yanlış bilinen, yanlış tanınan,
korkulan, sık sık olumsuz anlamda kullanılan, uzak durulması gerektiği
düşünülen bir faaliyettir. Bu bir çelişki gibi görünür. Çünkü Türk toplumunun
“dedikodu” gibi bir tür istihbarat şeklini günlük yaşamın her anına ve
uzantısına sokmuştur ve dedikoduyu sever. Bir yandan istihbarattan
korkmanın, diğer yandan günlük yaşamında dedikoduyu seviyor olmanın
çelişkili olduğu gibi görünse de aslında görünümün aksine hiçbir çelişkisi
yoktur.

İstihbaratı, dedikodu gibi algılamanın, yaptığı şeyin, yani dedikodunun iyi bir
şey olmadığını bilmenin bir sonucu olarak yapılan bir yansıtma sonucu
istihbarata olumsuz gözle bakılır. Böylece yansıtma yapılarak istihbaratta
“resmî dedikodu” şeklinde algılanır. Öte yandan istihbaratın ve istihbaratçının
kötü algılanmasının ardındaki bir diğer gerçek de, istihbaratı etkisiz hâle
getirmek için yapılan bilinçli ve bilinçsiz olumsuz propagandadır.
İstihbarat kelimesi Arapça “istihbar”, “haber” ve “bilgi alma” kelimesinin
çoğuludur. Bu açıdan eşinin kendisini aldatıp aldatmadığını öğrenmek için
araştırma yapan bir kadının yaptığının, bir istihbaratçının yaptığından pek bir
farkı yoktur. Biraz sonra üzerinde daha ayrıntılı duracağımız gibi, teknik
anlamda ilk bakışta bazı benzerliklerin olduğu da şüphe götürmez bir gerçektir.
İngilizcede istihbarat kelimesinin karşılığı olan kelime “intelligence” ve akıl,
zekâ, anlayış haber, bilgi ve istihbarat anlamına geliyor. İngilizcede vurgu,
haberin toplanmasında değil, toplananların birleştirilmesinde ve
değerlendirilmesindedir. Belki de Türkçede toplum “malûmatın
derlenmesine” daha fazla ağırlık verdiği için istihbarat; Amerikalı, İngiliz
“malûmatın değerlendirmesine” ağırlık verdiği için intelligence sözcüğünü
ile aynı faaliyeti nitelendirmekte kullanmışlardır.

Bu iki yaklaşımı basit bir etimolojik farklılık olarak görmek mümkün değildir.
Bu iki yaklaşım bunun çok ötesinde politik ve sosyal sonuçları ortaya
koymaktadır. Bu noktada vurgulanması gereken önemli bir hususun da
istihbarattaki başarı ile genel olarak araştırmacı ve keşifçi ruh arasında önemli
bir bağ olduğu hususudur. Dünyayı her türlü bilimsel veya sportif merak ile
araştıran ve onun üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan toplumlar ile kayıtsız
toplumlar arasında istihbaratta başarı açısından önemli bir fark vardır.
Güney Kutbuna ilk erişen kâşif olmak, ilk kez DNA’yı bulan bilim insanı
olmak, batık bir uygarlığın arkeolojik kazılarını yapan arkeolog olmak ile
istihbaratı yaşamın olumlu bir parçası olarak görmek arasında bir iç bağ vardır.
Türk toplumunun ne yazık ki keşfedici, diğer bir anlamda bilimsel/sportif
merakı 400 yıl kadar önce gerilemeye başlamıştır. Bu gerileme Oryantalist
bakış açısı ile yazılmış ve Türk’e karşı gizli bir nefreti taşıyan modern
araştırma tekniklerini izah eden kitaplar da alay konusu hâlini almıştır.
Barzun ve Graff, “Modern Araştırmacı” adlı kitaplarında “araştırma ruhunun
ölümünü göstermek için” tarihsel bir anekdotu aktarmaktadırlar: “İngiliz
Arkeolog Layard bir Türk görevlinin bir İngiliz’in sorusuna verdiği yanıtı
içeren şu mektubunu yayımlamıştı, “Meşhur dostum, Ciğerparem! Benden
istediğin hem zor hem yararsız. Bütün zamanımı burada geçirdiğim halde, ne
evleri saydım ne de yaşayanların sayısını araştırdım. Kimin katır yüküyle ne
kaçırdığıyla, kimin neyi gizli saklı idare ettiğiyle hiç ilgilenmedim. Hepsinden
öte, şehrin tarihine gelince, İslâm’ın kılıcı buralara gelmeden önce gâvurların
ne haltlar yediğini, ne işler karıştırdığını ancak Allah bilir. Bunları
araştırmanın size bir yararı olmaz. Ruhum, canım! Sizi ilgilendirmeyen işlere
karışmayınız. Sefa geldiniz hoş geldiniz. Selametle gidiniz.” (Barzun ve Graff,
1999: 3).

4000 seneden bu yana tarih sahnesinde var olan ve bu süre içinde hiçbir
milletin yayılamadığı ölçüde yer küreye yayılarak egemenlik tesis eden, devlet
ve düzen oluşturan bir millet, dünyanın en düzenli takrir defterleri sistemi ile
dağın başında hangi köylünün kaç tavuğu olduğunu kayda geçiren bir düzenin
kurucuları, yukarıdaki mektupta tanımlanan zihniyete bir gün içinde
gelmemişlerdir, ancak bu aşamaya ulaştıktan sonra da uzun süre kemiklerimize
sinmiştir.

Eğer Osmanlı memuru bu mektubu yazdığından 200 yıl önce kaleme alsaydı,
karşımıza çok başarılı ve alaycı bir karşı-istihbarat çalışması çıktığını
düşünürdük. Belki hakikaten öyledir. Ancak çöküş döneminin genel karakteri
göz önünde tutulduğunda bu pek mümkün görünmemektedir. Ne yazık ki
bugünde Türk siyasetinin istihbarata gereken önemi verdiğini söylemek
mümkün değildir.

İstihbarata gizli bir dedikodu yansıtması ile bakan ve istihbaratçı ile bir araya
gelmesi durumunda istihbaratçının kendisini baskı altına alacak bilgilere
ulaşacağını düşünen Türk politikacısı mümkün olduğunca istihbaratçılardan ve
istihbarattan uzak bir yaşamı tercih etmekte, karar sürecine istihbarat
analizlerinin sonuçlarını mümkün olduğunca az dâhil etmektedirler. Oysa
politikacıları ve karar alıcıları (his ve kanaatlerinden hareket ile değil de)
kanıt ve analize dayanan bir düşünce ve çalışma tarzına ancak bilgi
yeterliliği, istihbarat itebilir.

Milli politikanın oluşturulmasında istihbarat ile siyasal yapı ilişkisi, daha geniş
bir çerçeveden bakıldığında “bilgi-eylem ilişkisi” kadar önemli bir faktör
yoktur. İstihbarat, diplomasinin, askerî gücün, propagandanın, psikolojik
savaşın, örtülü savaşın, ekonomik baskının alacağı yönü belirler. İstihbarat
sadece üst düzey politika yapımcıları için değerlendirmeler biçimine sokulmuş
casusluk ürün değil, aynı zamanda pozitif değerlendirme ve karar almanın
vasıtası olan bilimdir.

Ancak sadece Türkiye’de değil, istihbarat alt yapılarının gelişmiş olduğu ABD,
İngiltere, Fransa, Rusya ve İsrail’de de “istihbarat-devlet adamı” kopukluğu
yoğun şekilde yaşanmaktadır. Örneğin Amerikan istihbarat teşkilatı CIA’nın
1970’lerin başında AIDS hastalığının bütün dünyada yayılarak büyük bir tehdit
oluşturacağı doğrultusundaki raporu Amerikan yönetimleri tarafından dikkate
alınmamıştır. “Önemsenmiyor ise en iyi istihbarat raporunun dahi hiçbir
önemi yoktur” diyen istihbarat dehalarından Alman istihbaratçısı General
Gehlen çok önemli bir noktayı dile getirmektedir.

İstihbaratı dikkate almayan bir devlet yönetiminin gözleri bağlı maraton
koşmaktan hiçbir farkı yoktur. Nereye gittiğini, rakiplerini, önünde mi
arkasında mı olduğunu, ne kadar koştuğunu, özetle hiçbir şeyi bilmeden koşar.
Oysa siyasi karar alıcılar uluslarının karşı karşıya olduğu fırsatları ve
tehditleri öngörmekle yükümlüdürler. Bir millet için mevcut olan fırsat ve
tehditler sadece askerî nitelikli değildir ve çok geniş bir alana yayılmıştır.
İstihbarat, millî güvenlik politikasının temel parçasıdır ve onun doğru
kullanıldığında düşmanın diğer hatlara ulaşmasını engelleyecek ilk
savunma hattı olduğu sürekli akılda tutulmalıdır.

İstihbarat, bütün bilinmesi gerekenleri, gelecek ile ilgili sorularımızı doğru
olarak cevaplandırıp karar alıcıları “karanlıkta el yordamı ile” ilerlemekten
kurtarır mı? Bu soruya her istihbaratçı, istihbaratın temel amacının bu olmak
ile birlikte böylesine yüksek bir performansın her zaman mümkün olmadığı
cevabını verecektir. Ancak istihbarat her zaman gelecek için kesin doğru
analizler/öngörüler üretemese dahi gelecek ile ilgili genel çerçeveler çizerek ve
alternatif senaryolar üreterek geleceğin mutlak belirsizliğini ortadan kaldırıp,
ölçülmüş belirsizlikler üretip, geleceği daha kolay anlaşılır hâle getirecektir.
Oysa çoğu politikacılar ve karar alıcılar, “ölçülmüş belirsizlikler içinde
yaşamaktansa, sahte kesinlikler içinde yaşamayı” tercih etmektedir.
Üstelik, istihbaratçılar çoğu kez siyasi ve askeri karar alıcıların “Kassandra
Kompleksi” ile de uğraşmak zorundadırlar. Kassandra Kompleksi, karar
alıcıların beğenmedikleri düşünceleri, ön kabullerine uymayan bilgi ve
istihbaratı kabule yanaşmamalarıdır. Bu iki husus, istihbarat-devlet
ilişkisindeki en önemli sorunlardan birisidir.

Bir İngiliz istihbaratçısı olan M. Herman’a göre, istihbarat rasyonaliteyi
temsil eder ve istihbarat kullanmayı reddeden devlet adamı
Aristoteles’den beri Batılı insanının bilgi ufkunu genişletmek için
kullandığı iki araca sırtını döndüğünü bilmek zorundadır. Bunlar, akıl ve
bilimsel yöntemdir. Bu şekli ile istihbarat modern devletlerin başarı
kazanmasında veya başarısızlığa uğramasında çok önemli bir faktördür.
İstihbarat faaliyetleri ve demokrasi arasındaki ilişki antidemokratik rejimlerin
istihbarat ile olan ilişkisinden daha farklıdır. Bir yandan demokrasiler
varlıklarını korumak için istihbarata bağımlıdırlar. Öte yandan bazı istihbarat
uygulamaları anayasal hakların ve özgürlüklerin zedelenmesini beraberinde
getirebilir. Örneğin bilgi toplama amacı ile yapılan teknik istihbaratın,
yurttaşların temel özgürlüklerini yok etmesine izin verilmemelidir. Türkiye
bugün bu tür bir süreçten geçmektedir. Demokrasi insandan daha değerli hale
gelmiştir. Oysa demokrasi insan için vardır, tersi değil. Demokratikleştikçe
korkular artmaktadır. Oysa demokrasi korkulardan arınmış bir toplum inşa
etmeyi hedeflemektedir.

Karşı-istihbaratçılar, bir yurttaşın bir başka devlet hesabına çalışıp
çalışmadığını araştırırken hangi teknikleri kullanır ise anayasanın sınırlarını
zorlamış olur? İstihbarat servisleri, kendi halklarına veya yurttaşlarına karşı
örtülü operasyon düzenleyerek, anayasal haklarını çiğnemiş olmazlar mı?
Özetle demokrasilerde de vazgeçilmez olan istihbaratın, üstün bir anayasal
bilinç ile gerçekleştirilmesi çok büyük önem arz etmektedir.
İstihbarat bir bilim ve aynı zamanda sanattır. İstihbarat yarım yüzyıldan bu
yana uluslar arası ilişkiler biliminin bir alt dalı olarak akademik bir disiplin
olarak da kabul edilmektedir. Batı dünyasında istihbarat ile ilgili yaygın bir
bilimsel literatür 1975 sonrasında oluşmaya başlamıştır. 2000’li yılların
başında Batı’da bir çok üniversitede lisans, yüksek lisan ve doktora düzeyinde
stratejik istihbarat, aldatma operasyonları, örtülü operasyonlar ders olarak
incelenmektedir. 11 Eylül’den sonra Batı üniversitelerinde istihbarat eğitimine
daha da ilgi gösterilmeye başlanmış ve yeni sınıflar açılmaya başlanmıştır.
İstihbarat analizcisi, eksik, yanlış veya yönlendirilmiş bilgileri doğrularından
ayıklayarak, rakibin düşünce sistematiğini çözmeye çalışan, rakibin hareketlerini öngörmeye çalışan insandır. Bu çok zor bir uğraştır. Uzun çalışma ve çabayı gerektirir. Her ne kadar istihbarat bilimi bir sosyal bilim olarak tespit ve öngörülerinde fizik bilimlerinin kesinliğine ulaşamasa da karar alış süreci için genel bir çerçeve oluşturacaktır. Bazen sosyal bilimciler, tarihçiler, siyaset bilimciler, en gelişmiş istihbarat teknoloji ve tekniklerini kullanan, en geniş bütçe imkânlarına sahip olan istihbarat servislerinden daha sağlıklı ve doğru tespitlerde bulunabilirler. Ancak bu durum istihbarat biliminin yetersizliğinden değil, ilgili analizcilerin “yöntemsel yetersizliklerinden” veya söz konusu sosyal bilimcinin keskin zekâ ve olağan dışı sezgisinden kaynaklanır.

Yaşadığımız “bilgi çağında” analiz ve değerlendirmenin önemi azalmayacak
aksine artacaktır. Çünkü bilgi çağı beraberinde büyük bir veri-malumat ve bilgi
bombardımanını getirmekte ancak bu bombardıman bize gerçeği iletmemekte
aksine çoğu kez gerçeği gizlemekte hatta gerçeği gizlemekle görevli olabilmekte dir. İşte bu noktada analizcinin doğru analiz/değerlendirme yöntemlerini deneyimle birleştirerek, bu bombardımanla yüzleşmesi, daha da önemli hale gelmiştir.

I. İSTİHBARAT NEDİR?

İstihbarat, deyince birçok insanın aklına ilk ve son olarak gelen, filmlerden
veya romanlardan aktarılan imajlar çerçevesinde silâhlı adamlar, suikastlar,
entrikalar ve sofistike silah ve ölüm teknikleri dünyasıdır. Oysa bu örtülü
operasyonlar istihbaratın çok küçük bir parçasını oluşturur. Nasıl ölüm
hastanelerin bir parçası ise yukarıda sayılanlar da istihbaratın o kadar
parçasıdır. Ancak hastane deyince akla ölüm değil, tedavi gelir. İstihbaratta
durumun böyle olması onun tanınmamasının, diğer bir deyişle talihsizliğinin
bir sonucudur.

“Oysa” demektedir M. Atay “istihbarat, yabancı bir hükümetin veya siyasî
partinin yıkılması, yabancı devlet adamları veya hedeflerinin ziyana
uğratılması, kişi veya ajanların kaçırılması veya öldürülmesinden ayrı olarak
bir ülkenin rakiplerinden daha fazla avantaj sağlamasını veya en azından
yaşamaya devam etmesini sağlayan bilginin toplanmasıdır.” (Atay, 2001: 80)
İstihbarat, örtülü operasyon diye de tanımlanan operatif faaliyetlerden
ziyade bilginin toplanması ve analizidir. Hatta bazı istihbaratçılar ve
istihbarat bilimciler örtülü operasyonları istihbaratın değil, politika yapım
sürecinin bir parçası olarak görmektedirler.

İstihbaratın tek bir tanımını yapmak mümkün değildir. Hemen hemen herkesin
kabul edeceği birçok farklı tanımlama yapılabilir. Ancak istihbaratın teknik
boyutta yapılan aşağıdaki tanımı üzerinde anlaşmak kolay görünmektedir. Bu
tanım “istihbarat çarkı” denilen çarkın açılımına dayanmaktadır. Yani
istihbarat malûmatın toplanması, karşılaştırılması, değerlendirilmesi,
analizi, birleştirilmesi ve yorumlanması sürecinin sonunda ortaya çıkan
üründür. (OPSEC, 1996: 2,1)

T. W. Procyshy’nin “istihbarat, insan düşüncesinin mantıksal ilerlemesinin ve
çözümlemesinin nihaî ürünüdür.” şeklindeki tanımı, yukarıdaki izahı kısa ve
özlü bir teorik çerçeveye oturtmaktadır; ancak istihbarat literatürüne yabancı
olan bir kişiye pek bir şey ifade etmemektedir. (Procyshy, 1991: 1)
İstihbaratın içeriğini açtığımızda, bir milletin karşı karşıya olduğu fırsat ve
tehlikeleri önceden görebilmesi için stratejik, operasyonel ve düzeyde taktik
olaylarla, gelişmelerle, kişiliklerle, kurumlarla ilgili olarak bilgi toplama
karşılaştırma, değerlendirme, analiz, birleştirme ve yorumlama faaliyeti
şeklinde ifade edebiliriz. (Johnson, 1989: 1)

Muazzez Şenel ve Turhan Şenel’in aşağıdaki tanımı da konuya uzak olanlar
için dahi devlet istihbaratını ifade etmek noktasında yeterince izah edicidir:
“İstihbarat, hasım veya hasım olması muhtemel devletlerin niyetleri, plânları
ve bu plânları gerçekleştirme kapasiteleri hakkında her şekilde haber toplama
veya bilgi sahibi olmadır.” (Şenel, 1997: 32) İstihbarat bilimi konusunda
yaptığı çalışmaları ile haklı bir şöhrete sahip olan Prof. Dr. Adda Bozeman,
istihbaratın, politik olarak birleşmiş toplumların çevrelerindeki toplumlar ile
ilgili güvenilir malûmat, bilgi ve istihbarat ihtiyacına dayanan, devlet
yönetiminin bir parçası olan eylem şeklinde tanımlanabileceğini ifade eder.
(Bozeman, 1992: 1)

İstihbaratın büyük ölçüde yorum ve kaçınılmaz olarak da spekülâsyon
gerektirdiğini söyleyen McDowell, (McDowell, 1998: 11)1 “İstihbarat,
bilinenin, ona eklenilen yeni bilginin ve sonunda bunların karışımının
yorumunun tümüdür.” (McDowell, 1998: 12) derken daha önce verilen
tanımlarda uyum içinde istihbaratı veriden çok verinin yorumu şeklinde
tanımlamaktadır. Nitekim Şenel ve Şenel de haberin istihbarat olmadığını,
istihbarat olması için işlenmesi gerektiğini belirtmektedir. (Şenel, 1997: 40)
Ertuğrul Güven ise istihbaratı, haber değeri taşıyan bilgilerin toplanması,
değerlendirilmesi sonucunda ulaşılan bilgi olarak tanımlamaktadır. 

 Devlet istihbarat için ise Güven karar alıcıların istemleri doğrultusunda, haber ve bilgilerin açık, yarı açık ve gizli olarak toplanması, bunların değerlendirilmesi  (analizi-sentezi) sonucu elde edilen bilgidir, demektedir.

Özetle istihbarat eyleme yönelik, toplanan veri/malumat/bilginin analiz
edilmesi sonucunda ulaşılmış bilgi veya stratejik bilgidir.
Kavramın derinliklerine girdikçe istihbaratın tanımı ile ilgili başka özellikler
de ortaya çıkar. İstihbarat, muhafazakâr bir yoruma göre, “Kamuya açık
olmayan bilgiler, en azından veya kısmen bu tür bilgilere dayanılarak yapılan
analizlerin siyasal karar alıcılar veya hükümet içindeki diğer aktörler için
hazırlananlarıdır. İstihbaratı ayrıcalıklı yapan şey, gizlice toplanan bilgiyi
kullanması ve karar alıcıların taleplerini zamanında karşılayacak şekilde
hazırlanmasıdır.” (CFR, copi.com)

Bu tanımda istihbaratın alanında bir daraltmaya gidilerek istihbaratta
kullanılması gereken bilgilerin en azından bir kısmının gizli olması gerektiği
vurgulanmaktadır ki, böyle bir gereklilik zorunlu değildir ve günümüzde
istihbarat büyük ölçüde açık kaynaklardan toplanmaktadır.
Özetle, istihbarat ulaşılabilen bütün açık, yarı açık ve/veya gizli
kaynaklardan her türlü aracın kullanılması sonucunda elde edilen her

1 Mc Dowell’ın bu çalışması özellikle polis istihbarat çalışmalarına çok önemli bir teorik ışık tutmaktadır.

türlü veri, malûmat ve bilginin ulusal genel veya ulusal özel plândaki
politikaların gerçekleştirilmesi ve ulusal politikalara zarar verilmesinin
engellenmesi amacı ile toplandıktan sonra önemine ve doğruluğuna göre
sınıflandırılması, karşılaştırılması, analiz edilerek değerlendirilmesi süreci
sonucunda ulaşılan bilgidir.

Abram Shulsky’in, “İstihbarat, her tür politik, ekonomik, sosyal ve askerî olayı
anlamayı ve gelişmeleri öngörmeyi amaçlayan evrensel bir sosyal bilimdir”
ifadesi istihbaratın yapılmış en iyi tanımlarından birisidir. (Herman, 1996: 116)
Yukarıda verilen tanımlardan hareketle yola çıkarak, istihbaratın temel
amacının, rakip devletin/kuruluşun/birliğin,
a) Mevcut ve potansiyel rakiplerin kısa ve uzun vadeli niyetlerinin;
b) Kısa ve uzun vadeli niyetlerini gerçekleştirmek için ne tedbirler aldıklarının,
c) Bu tedbirleri uygulama güç/yeteneklerinin olup olmadığının tespiti ile
yeteneklerin kabul ihtimal derecesinin ne olduğunun belirlenmesidir. (Şenel, 1997: 22-23)

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

25 Mart 2020 Çarşamba

Bir PKK Propagandası: 17 Bin Faili Meçhul Yalanı,

Bir PKK Propagandası: 17 Bin Faili Meçhul Yalanı,



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 

Türk toplumunun değişik unsurları içindeki uzantıları ve yandaş unsurları tarafından bir dizi psikolojik savaş sloganı üretilmiştir.Bu süreçte üretilen psikolojik savaş araçlarından birisi de Güneydoğu Anadolu'da 17 bin insanın devletin güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğünü ileri süren "17 bin faili meçhul" cinayet iddiasıdır. 

Bu rakam 1990'larda TBMM'de bir komisyonda yapılan konuşma sırasında bir kişinin ortaya attığı ve PKK'nın kullandığı, geliştirdiği ve propagandalaştırdığı bir rakamdan başka bir nitelik taşımamaktadır. Sorumlu mevkilerde bulunan devlet adamlarından, bazı komutanlara, bilim adamlarından gazetecilere kadar geniş bir alana yayılan hepsinin ortak özelliği kamuoyu önderi olmak olan insanlarda televizyon konuşmalarında, bilimsel çalıştaylarda, hatta yazılarında bu PKK 
yalanını bilinçsizce tekrarlamaktadırlar. 

Bir Emekli koramiral televizyonda "1990'lar da faili meçhuller devlet politikası idi" diyebilmekte, bir akademisyen "1990'lar da öldürülen 17.000 faili meçhul"den bahsedebilmekte, 1990'lı yıllarda milletvekili, bakan gibi önemli görevlerde bulunmuş siyasetçiler ileri sürülen rakamları doğrularken, 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "topraktan fışkıran kemiklerden" bahsetmektedir. Ölüm kuyuları diye adlandırılan kuyular açılmakta, televizyonlar canlı yayınlarda çıkmayan cesetlerden bahsetmektedir. Bütün bunlar olurken nedense İç İşleri Bakanı Beşir Atalay, kendisine bağlı olan Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı kayıtlarındaki "faili meçhul" cinayetlerin sayısı ile ilgili bir rapor istememektedir. 

17 bin faili meçhul olduğu iddiası büyük bir yalandır. 17 bin rakamı öyle ciddiyetsiz bir rakamdır ki, bu kitabın yazarı atv'de Nazlı Ilıcak tarafından yönetilen bir programda DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'e "17 bin faili meçhul"den bahsetmesi üzerine " Doğruyu söylemiyorsunuz. Türkiye'de 17 
bin faili meçhul yoktur" demesi üzerine "14 bin olsun" diyecek kadar meseleyi gayri ciddileştirmiş tir. 

   S. Talu, faili meçhul cinayet iddialarının kapsadığı dönemin PKK terörünün doruğa ulaştığı, 1993, 1994, 1995 başı olduğunu özetle 1,5-2 yıl içerisinde, 17 bin cinayet işlendiğinin iddia edildiği söylemektedir. Yaklaşık 450-500 günde 17 bin faili meçhul cinayetin işlenmesini günde en az 34 faili meçhul cinayetin devlet güçleri tarafından işlendiği anlamına gelmektedir. Talu, bir devlet 
görevlisi, kaba bir hesapla beş kişi öldürmüş olsa, eder 4 bin katil diyerek bitirmektedir cümlesini.[1] 

Görüldüğü gibi konuya biraz analitik yaklaşınca 17 bin faili meçhul iddialarının ne büyük bir saçmalık olduğu görülmektedir. Bu iddiaları ortaya atan ve savunanların ortaya koyabildikleri bir isim listesi, polise, jandarmaya veya savcılıklara yapılmış suçduyurusu/başvuru da görülmemektedir. 

Bulunmuş faili meçhul cinayet kurbanı cesetleri de yoktur. Üstelik bir gün faili bilinmeyen bazı cinayetlerde öldürülmüş insanların cesetleri dağlarda bulunur ise bu insanların PKK tarafından mı öldürüldüğü yoksa güvenlik güçleri ile girdikleri çatışmalar sonucunda ölen PKK'lılar mı olduğunun ortaya çıkarılması için ayrı bir çalışma yapılmalıdır. 

Türkiye'de hiç mi faili meçhul cinayet işlenmemiştir. 1984'de başlayıp 1998'e kadar devam eden, 1999-2003 arasında "0" noktasına doğru gerileyen ve 2004'den itibaren tekrar başlayan 1945 sonrasında dünyada gerçekleşen en kapsamlı düşük yoğunluklu çatışmada hukuk dışında çıkmaların olmaması mümkün değildir. 1984-2009 arasında 4361 asker, 217 polis, 1378 köy korucusu, 116 öğretmen şehit olurken, 5669 yurttaşımız da PKK tarafından katledilmiştir. Aynı tarihte 29.359 PKK'lı ise çatışmalarda öldürülmüştür. 
Bu kadar kapsamlı, uzun süreli ve kanlı bir çalışmada sınırın 
aşılmaması mümkün değildir. 

     PKK eylemlerinin zirveye çıktığı 1993/95 sürecinde bazı devlet görevlilerinin bir devlet politikası olarak değil, bölgedeki yüksek gerilim ve çatışma ortamının getirdiği baskı altında kendi insiyatifleri ile PKK'nın kent yöneticilerine yönelik eylemleri olduğu, sınırın aşıldığı iddiası akla yakındır. Bu tür eylemler devletin bilgisi dışında gerçekleştirilmiş "suç niteliği" taşıyan eylemlerdir. İç İşleri 
Bakanlığının Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü aracılığı ile yapacağı bir araştırma bu sayının 100 ile 500 arasında bir rakam olduğunu ortaya çıkaracaktır. Bu tür eylemler için söylenebilecek şey: keşke olmasaydı. 

Öte yandan örgütün ERNK kanadının çok dar olan bazı lider kadrolarının ise devlet kararı ile Türkiye içinde ve büyük bölümü Türkiye dışında infaz edildiği anlaşılmaktadır. Eğer böyle bir karar alındı ise bunun ancak en üst düzeyde ve en köşeli katılım ile alınabileceği açıktır. Bu şekilde alınan bir karar sonrasında öldürülen PKK'lı sayısının 50'nin üzerinde olmadığı tahmin edilebilir. 

Bu eliminasyon eylemleri kanaatimce suç değildir. Her devlet kendisini korumak için bu tür "rutin dışı" eylemler gerçekleştirir. Bu eylemlerin ispatlanması da mümkün değildir. 

     Özetle, PKK terörü ile mücadele sürecinde güvenlik güçlerinin kasap gibi 17 bin insanı katlettiği iddiası ne doğrudur ne de aklidir. Bu büyük yalan, Goebbels'in "yalan ne kadar büyük olursa, inanan o kadar çok olur" yaklaşımı ile tekrarlanmaktadır. Yapılması gereken derhal İç İşleri Bakanlığı' nın faili meçhullerin sayısı ile ilgili kapsamlı bir çalışma yapması, isim, yer, tarih saptaması ile birlikte sonuçların kamuoyuna açıklanmasıdır. Yalanlara son verecek, gerçekleri ortaya çıkaracak olan budur. 

Tabii ki bu yeni bir tartışmayı başlatacaktır ancak hiç olmaz ise gerçekler üzerinde tartışılacaktır. 

[1] www.haberiniz.com, Sabahattin Talu, " Faili Meçhul Sakızı " 

https://21yyte.org/tr
adresinden 
07.08.2013 21:13 
tarihinde indirilmiştir

https://21yyte.org/tr/veri-tabanlari/faili-mechuller-dosyasi

http://www.21yyte.org/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2010/04/12/4026/bir-pkk-propagandasi-17-bin-faili-mechul-yalani


..



31 Ocak 2020 Cuma

Türk Milleti Yokmuş,

Türk Milleti Yokmuş? 

Yazar: Ümit Özdağ 

Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı ve AKP MKYK üyesi Prof. Dr. Yasin Aktay verdiği bir konferansta, 

“Esasen Türk diye bir ırk yoktur. Bugün kaçımızın atası, dedesi Orta Asya’dan gelmiş” diyor ve şöyle açıyor: “Sonuçta milletin ne olduğu, siyasilerin kararı ile içeriği doldurulan bir şeydir. Milletin içeriği, muhtevası, tanımı o siyasiler tarafından yapılmış sonuçta. Sana demişler ki, sen Türk’sün. Ne demek Türklük? İşte Orta Asya’dan gelmiş..Türk dediğin bir sentezdir zaten. Türk diye bir ırk yok.” 

Yasin Aktay’ın yapmak istediği şey, Milletin ne ve kim olduğuna siyasilerin karar verdiği düşüncesini empoze etmek. Böyle olunca AKP’nin de Türkiye’de yaşayanların kim olduğuna yeniden karar verme hakkı olacak. Kendince çok zekice ancak sosyoloji ve tarih biliminin temellerine aykırı. Esasen bir 
sosyologun böyle bir şey söylemesi çok ayıp. Yani Türkiye Cumhuriyetini kuranlar, bizim Ugandalı olduğumuza karar verebilirler miydi? Aktay’a göre evet. Oysa, Türkiye Cumhuriyetini kuranlar, tarihsel çizgiyi izlemekten başka bir şey yapmıyorlar. Selçuklu da bir Türk devleti, Osmanlı da bir Türk devleti. 

Resmi adı aslında Göktürk değil, “Türk Kağanlığı” olan bir devletin diktiği ve “Türk Oğuz Beyleri” diye başlayan, Orhun Abidelerine hiç gitmiyorum. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey 1043’de Halife Kaim’e gönderdiği mektupta kendisini şöyle tanıtır: “Ben hür insanların evladıyım ve Hunlar’ın kral hanedanına mensubum.” Yani Oğuz Han’ın soyundanım demektedir. 

Karahanlı soyundan Prens Kaşgarlı Mahmut, 25 Ocak 1072’de yazmaya başladığı ve 10 Şubat 1074’de bitirdiği Divan-ı Lügati Türk’te şöyle demektedir: “Allah’ın devlet güneşini Türk burçlarında doğurmuş olduğunu ve Türklerin üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve yeryüzüne hakim kıldı. Cihan imparatorları Türk soyundan çıktı. Dünya milletlerinin dizgini Türklerin eline verildi. Türkler Allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Haktan ayrılmayan Türkler Cenabı Hak tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi.”

Alparslan’ın oğlu Melikşah atını Akdeniz’in sularına sürdüğü zaman yanındaki tarihçi doğru olmasa da “Sultanım bu kadar batıya gelen ilk Türk sultanı sizsiniz” diyor. Osmanlı kaynaklarından Murad Hüdavendigar’ın I. Kosova öncesinde Sırp kralına kızarken, “İnşallah ana Türk erliğini gösterem” dediğini biliyoruz. 

Fethi yaşayan dönemin tarihçisi Aşıkpaşazade fethin ertesini şöyle anlatır: “Fethin evvel Cuma günü Ayasofya’da Cuma Namazı kılındı ve hutbe-i İslam okundu. Sultan Gazi Mehmet adına kim ol Murat Gazi Han oğludur.Ve ol Gazi Mehmet Han oğludur.ol dahi Sultan Beyazıt han oğludur ve ol dahi Murat Gazi hünkar oğludur. 

El Halil Gökalp neslidir kim Oğuz Han oğludur.” Batı Kaynaklarında Anadolu 11. Yüzyıldan itibaren Türkiye, 15. Yüzyıldan itibaren Batı haritalarında Osmanlı 
devletinin bulunduğu coğrafyanın adı “Türk İmparatorluğu” adını taşıyor. Sultan Abdülhamit Han’a anayasa getirildiğinde “Bu Türk’ün menfaatine olur mu?” bilmiyorum” diyor. Avusturya arşdükü Birinci Ferdinand’ın elçisi Busbecq şöyle demektedir: “Fakat bu düşman Tanrı’nın gazabı sonucunda bize karşı gönderilmiş bir bela ise, eski zamanlarda Atilla, büyük babalarımız zamanında Timur, şimdi de Osmanlı tufanları gibi…Böyle müthiş akınlara karşı hiçbir şey set oluşturamaz.” Yani Batılı Atilla, Timur ve Kanuni’nin aynı milletin çocukları olduğunu biliyor. Taraf gazetesinde Yasin Aktay’a destek veren, karısının başından aşağıya insan pisliği dökmekle meşhur Sevan Nişanyan’da Orta Asya’dan gelenlerin Türkiye’de oranı ancak % 5-10. Türkleşme devlet baskısı ve 
İslam ile olduğu diyor. Oysa Selçuklular konusunda dünya tarihinin en önemli ismi Prof. Dr. Osman Turan batı vesikalarından hareket ile bunun ne kadar büyük bir yanlış algı olduğunu onlarca sene önce ortaya koymuş:“Gerçekten tarihinde birçok kavim ve medeniyetlere sahne olan Anadolu’nun etnik siması, 
1071’den sonra, öyle sür’atle bir değişikliğe uğradı ki bu büyük muhaceret ve iskân hareketi araştırılmadığı ve anlaşılamadığı için Türkleşme hadisesi bir muamma halinde kalmış ve çok defa yerli halkların toptan ihtida veya imhasına atfolunmuştur. İhtida ve karşılıklı nüfus zayiatları mevzuu olmakla beraber büyük muhacereti ve etnik değişmeleri itibara alamayan bu tahmini görüşlere artık bir ehemmiyet verilemez.” Bütün bunları bilen şair “Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur, Sırtına Sakarya’nın Türk tarihi vurulur” demekte. 

Doğrusu tespitlerinin sosyoloji ve tarih ile uzaktan yakından ilgisi olmayan Aktay’ın strateji konusunda ne kadar derin olduğunu da başkanı olduğu Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün çıkarmakta olduğu “ Stratejik Düşünce” dergisinin Mart 2013, s.46’da yer alan şu cümle çok iyi izah ediyor: “Aslında kader 
bizi mirasımıza doğru sürüklemektedir. Bu konuda pozitivist düşünce sahiplerinin ve Mutezile etkisindeki kesimlerin akılla izah etmeye çalıştıklarının dışında fizik ötesi gelişmelerin olduğu ayan beyan ortadadır. 

One Minute kıyamının hemen ertesinde Afrika çöllerinde yüz yıldır içinde su bulunmayan kuyuların sularla dolduğu gerçeğini yaşlı gözlerle anlatan İslam alimlerinin veTürkiyeli yardımseverlerin sözlerinin kader bağlamında ele alınması gerekir.” 

Bu kadar sosyoloji ve tarihe bu kadar strateji fazla bile. 

http://www.21yyte.org/ 
adresinden 06.12.2013 
18:01 tarihinde indirilmiştir

***

Türk Subaylarının, Oslo’da PKK ile Yapılan Anlaşma Uyarınca Soruşturulması na Başlanmıştır ..



''  Türk Subaylarının ''  Oslo’da PKK ile Yapılan Anlaşma Uyarınca Soruşturulması na Başlanmıştır ..


Yazar: Ümit Özdağ 
06.12.2013

2007’den buyana Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına karşı devam eden karalama, yalan, iftira, tutuklama ve yargılamalar, son aylarda yeni bir aşamaya ulaşmıştır. 
Gazeteci Saygı Öztürk’ün 30 Ekim 2013 tarihli Sözcü 
gazetesinde de açıkladığı gibi özellikle son aylarda 1992-1995 yılları arasında Güneydoğu Anadolu’da PKK’ya karşı mücadele eden Jandarma Genel Komutanlığı’nda mensubu 200 civarında subay hakkında faili meçhul cinayetler iddiası ile davalar açılmıştır. 

Önümüzdeki günlerde bu davaların sayısında hızla bir artış olacaktır. 

Nitekim 2 Kasım 2013 tarihli Taraf gazetesi “Fırat’ın doğusu on savcıya kaldı” başlığı ile verdiği haberde 10 savcının 10 bin faili meçhul dosyasını bölüştüklerini belirtmekte, aynı haberde Diyarbakır Baro Başkanının da bu gelişme karşısında önemli bir gelişme dediği görülmektedir. 

Bu iki haber konuyu yakından izleyenlerin aklına derhal 10 Haziran 2012 tarihli Taraf gazetesinde Emre Uslu’nun “Güneydoğu Anadolu’da görev yapan askerler ve polisler savaş suçlusu olarak yargılanacak” başlıklı yazısını getirmektedir. Emre Uslu anılan yazısında “Güneydoğu Anadolu’da görev yapan askerler ve polisler savaş suçlusu olarak yargılanacak” cümlesinin Oslo’da yapılan görüşmelerde PKK ile MİT arasında mutabakat metninde yer aldığını ve görüşmelere katılan hakem devlet tarafından imzalanarak kasasına kaldırıldığını ifade etmektedir. Emre Uslu tarafından ortaya atılan bu iddia Hükümet veya MİT tarafından yayınlanmamıştır. Çünkü, bu iddianın belgesi MİT soruşturmasını 
yürüten savcıların elindedir. Nitekim, Emre Uslu bu hususu şöyle devam etmektedir: “Bu ifade MİT krizini tetikleyen belgelerin içindeki, MİT-PKK mutabakatlarında yer alan, devlet kayıtlarına girmiş bir ifade.” Emre Uslu tarafından ortaya atılan bu büyük iddia konusunda basın anlaşılmaz bir suskunluk içine girmiştir. MHP bu gelişmeyi yakından takip etmiş, Grup Başkan vekili Oktay Vural konuyu kamuoyunun gündemine taşımıştır. MHP Ankara Milletvekili Sayın Özcan Yeniçeri, 12 Haziran 2012’de bir soru önergesi ile hükümetten bilgi istemiştir. 

Türk subay ve polislerine karşı ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgal güçlerinin uyguladıkları kapsamda bir tutuklama dalgasının planlandığı ilk gündeme getiren Emre Uslu’dan da önce 19 Kasım 2010’da Habertürk gazetesinde Fatih Altaylı “Terörü bitirmek için protokol imzalandı mı?” başlıklı yazısında dile getirmiştir. Altaylı şöyle demiştir: “PKK’nın yaptığı infazlar ile son 25 yılda Güneydoğu’da resmi görevlilerin terörle mücadele adı altında yaptıkları hukuksuz eylemleriaraştıracak bir Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulacak. PKK bu komisyona istediği bilgileri verecek, arşivlerini açacak. İlgili devlet görevlileri de ifade verecek.” 

Yeniçağ gazetesinde Yavuz Selim Demirağ ise durumu daha da açık bir şekilde ortaya koyan gazeteci olmuştur. Yavuz Selim Demirağ, 2 Aralık 2010’da Yeniçağ gazetesinde yazdığı “JİTEM Dalgasıyla terhis” başlıklı yazısında şu tespitleri yapmıştır: “Obama’ya yapılan şikayette, “17 bin faili meçhul” rakamını ortaya atanlar, İmralı’dan gelen ‘Hakikatleri Araştırma Komisyonu’ emri ile Güneydoğu’da terörle mücadele eden askeri personelden intikam alma planını uygulamaya koymak için düğmeye bastı. Yandaş medya görevi erkenden yüklenip “JİTEM Dosyası” haberleri ile ortalığı ısıtıyor. Haziran 2011 seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu’dan daha fazla oy almayı planlayan AKP hükümeti, askere vurdukça prim kazanma mantığı ile yüzlerce subay-astsubayın tutuklanmasını sağlayacak yeni bir davanın açılması hazırlığında. Üstelik bu defa dokunulmaz zannedilen eski Genelkurmay Başkanları’na kadar götürecekler işi. 

Emekli olurken bile direnen İlker Başbuğ için şu günlerde üflenen “ İfade verecek... Yargılanacak ” yoklamaları sözde JİTEM davası ile taçlandırılmış olacak. Zira İlker Başbuğ, Diyarbakır Kolordu Komutanlığı gibi terörle mücadelede etkin birliklerin başında bulunmuştu... 

Neredeyse 30 yıldır devam etmekte olan mücadelede kim görev aldıysa peşinen ” zanlı” sayılacak. 

Teğmenliğinde, yüzbaşı, binbaşı, albay, generalliğinde sorumluluk sahibi kim varsa teker teker çağrılacak... Mevcut komuta kademesindekilerin bir an önce tasfiyesi, emekli edilmesi, görevden alınıp üniformalarının çıkarılmasıyla yetinilmeyip tutuklanmaları bile sağlanacak.” 

12 Mart 2011 tarihinde yazdığı “14 Mart düğün davetiyesi” başlıklı yazısında Demirağ şunları söylüyor: 

“Ömürleri terörle mücadeleyle geçmiş askerler Hasdal’da neredeyse üst üste yatıyor. 100 metreyi bile bulmayan koğuşlarda 36 kişi ranzalar arasında yürüyecek yer bulamıyor. Yıllar boyu dağlarda, çadırlarda yattıkları için onlar şikâyetçi değil(….)toplamda 130 kişilik kapasitesi olan Hasdal Askeri Cezaevi yetmediğinden, önümüzdeki günlerde başlayacak yeni dalgalar için hazırlık yapmak zorunda kalıyorlar. Yeni inşaat yerine mevcut barakaları tadil 
ederek cezaevi sınırlarına dâhil edip tel örgüleri genişletiyorlar. Yani Hasdal’da hummalı bir çalışma var. (...) JİTEM dalgası adı altında önümüzdeki günlerde terörle mücadele eden askeri birliklerin komutanlarına Hasdal’da yer açılıyor.” 

17 Şubat 2011 tarihli “Bin subay” başlıklı yazısında Demirağ şöyle demektedir: “Şu anda yüzde 10’u hapiste olan general sayısı yüzde 50’nin üzerine çıkarılacak. Uzman çavuşu, astsubayı, yüzbaşısı, albayına kadar binlerce subay, astsubay gözaltına alınıp terhis işlemi kısmen başarılacak. Bu arada Güneydoğu’da PKK’nın kontrolündeki oylar hedeflenip, İmralı’daki caninin ‘Hakikatleri Araştırma Komisyonu’ talebi yerine getirilmiş olacak.” 

6 Ocak 2012’de Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ tutuklanmıştır. 9 Mayıs 2013’de TBMM’de AKP ve terör örgütü PKK’ya müzayir bir partinin katılımı ile “TBMM Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin Değerlendirilmesi” komisyonu kurulmuştur. Böylece Abdullah Öcalan’ın isteği kısmen yerine getirilerek bir TBMM komisyonu kurulmuştur. Taraf gazetesi 16 Ocak 2011’de bu komisyonun kurulacağını MİT aracılığı ile terörist başı Abdullah Öcalan’a bildirildiğini duyurmuştur. 

Bu komisyonun adı bile PKK’ya teslimiyetin göstergesidir. Türkiye’de toplumsal barış ile ilgili bir sıkıntı yoktur. Türkiye 1984’den buyana PKK terörü ile devlet güçleri arasında devam eden bir çatışma vardır. 

“Toplumsal barış” dediğiniz zaman, Türk toplumunun bir kesimini PKK’nın temsil ettiğini zımnen kabul edersiniz ki, AKP bunu yapmıştır. Bu komisyonun başkanı Naci Bostancı, BDP’nin TBMM Çözüm Sürecini Araştırma Komisyonu’nda terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan ve Kandil ile görüşülmesini istemesine de “olabilir” cevabını vermiştir. Öte yandan binlerce faili meçhul cinayet iddiası ile Türk subayları ile ilgili davalar açılmaya başlanarak PKK’nın talepleri karşılanmaya başlamıştır.

Olayların akışı ve eldeki bilgiler AKP Hükümeti, Oslo’da PKK ile hakem devlet gözetiminde yaptığı müzakereler neticesinde Güneydoğu Anadolu’da PKK ile mücadele eden Türk subaylarının ve polislerinin yargılanacağına dair bir uzlaşma yaptığını ve bu uzlaşmanın hakem devletin kasasına imzalanarak girdiği anlaşılmaktadır. Anlaşılan MİT müsteşarını sorgulamak isteyen savcılar bu belgelere ulaşmışlardır. 
Önümüzdeki aylarda Türk Ordusuna ve subaylarına yönelik çok kapsamlı yargılama ve tutuklama davalarının geldiği anlaşılmaktadır. 

http://www.21yyte.org/ adresinden 
06.12.2013 18:07  tarihinde indirilmiştir

.***

31 Ağustos 2019 Cumartesi

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler, DERGİSİ,

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler, DERGİSİ,


Yeni bir Dergiyle Karşınızdayız: 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler. 

Bu dergi sosyal bilimler kapsamına giren bütün bilimlerin bilimsel çalışmalarının aynası olmayı hedefleyerek yayın hayatına başladı. 

21. Yüzyılda Sosyal Bilimler dergisinin diğer amacı ise Türkiye'de bütün üniversitelerdeki sosyal bilimler bölümleri akademisyenlerinin çalışmalarını yansıtabilecekleri bir platform oluşturmak. Ancak bu platform üniversite dergilerinden farklı olarak, akademisyenlerin odalarına bırakılan, dar bir akademik çevreye hitap eden dergilerden olmayacak. Birincisi 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler dergisi sadece Türkiye'de değil, bütün dünyadaki üniversitelere açık bir dergi olarak tasarlandı. İkincisi bu dergiyi akademisyenler üniversitelerdeki odalarına bırakılmış değil, seçkin kitapçılarda bulacaklardır.

Yani üniversite dergilerinden daha çok hayatın içinde olan bir akademik dergiden bahsediyoruz. Akademisyenler akademisyenler derken, bu derginin sadece akademisyenlere açık olduğunu düşünmeyelim. Bu dergi sosyal bilimler alanında çalışan bütün araştırmacılara açık olan bir dergidir. 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler dergisinin her sayısı 10 makaleden oluşacak. İlk beş makaleyi sosyal bilimlerin özel konularından birisine ayıracağız. Bu konuyu seçerken iki hususa dikkat edeceğiz. Birincisi Türkiye için önemli olması, ikincisi buna rağmen Türkiye'de bu konu üzerinde çok durulmaması. 

Diğer beş makale ise sosyal bilimlerin bütün alanlarına yayılacaktır.

Yaşadığımız yüzyıl için birçok tanım yapılabilir ve çeşitli sıfatlarla konularak adlandırılabilir. Lakin bu konuda en söylenemeyecek sözlerden birisi kanımızca küreselleşme vebu uğurdaki mücadeleler çağı olduğudur. Bir ikincisi ise bu yoksunluk hâlinin büyük bir şikayete maruz kaldığı ve durumu değiştirmeye dönük bir kıpırdanmanın olduğudur.

Küreselleşme, yukarıda yapılan tesbit açısından en olağan isimlendirilmelerden bir tanesi.

İleri düzey kapitalizm, iletişim çağı, Amerikan yüzyılı v.s.. 

Peki, bu fikri ve bilimsel açmazın ve günlük yaşam pratiklerinin hayatın her yerini mutlak surette işgal edişindeki dahası sosyal bilimlerin de hep aynı nesneler üzerinde ve keşişler ve fil örneğinde olduğu üzere ancak ondan daha farklı olarak sadece filin ayakları üzerinde uğraşmasının sebebi ne?

Sorunun cevabı, daha doğrusu cevabına götüren durakların en önemlilerinden ne yazık ki, biri ekonomi politik yahut politik iktisattır. Niçin ve neden öyle olduğunu anlatmakbir sunuş yazısının hacmini fazlasıyla aşacak olsa özetle yaşadığımız yüzyılın hakim olan veya çeşitli ölçülerden hegemonya kuran unsurlarının gerek ekonomide gerek iç politikada gerek de dış politikada kendi iç işleyişleri ve çıkarlarının selameti açısından politik ekonomik çerçeveyi kullanmaları ancak bunun hem söylem düzeyinde hem de bilimsel düzeylerde tek boyutlu ve sınırlı bir uzmanlık olarak yansıtılması yani ve böylece eleştirel düşünceye dönük bir gözaltı halinin sürekli hale gelmesi söz konusu olmaktadır. 

Bu oluşun bir alt veçhesi disiplinler arası çalışmaların yüksek öğretim kurumlarında yeterli ağırlığa sahip olmaması veya kurumsal olarak kurgulanmış olsalar dahi aynı disiplinin farklı uzmanlık alanlarını bir araya getirmeleri sonucu kısır kalmalarıdır. 1993 yılındaki Gülbenkyan komisyonu raporu ‘sosyal bilimleri açın' diyerek söze başlamıştı ancak ne yazık ki aradan geçen yaklaşık 20 yılda durum pek de farklı görünmemektedir: 

Aşırı uzmanlaşma ve teknikleşmeyi sürdüren sosyal bilimler toplum nezdinde bir devinim yaratamamaktadır.

Ekonomi politiğin özellikle de uluslar arası ilişkilerin ekonomi politiğinin bu büyük önemine rağmen Türkiye'de üzerinde yeterince durulduğunu söylemek mümkün değildir. Bu derginin ilk sayısının konusu bu sebeple çıkartmaktadır. Amacımız en azından ülkemizde, gerek toplum gerek üniversite nezdinde öncelikle yöntemsel bir farkındalık yaratmak ve toplumsal olanı bütünsel bir çerçeve olmasa dahi birbirine doğrudan bağlı olay ve olgular içerisinde ele almak. 

İlk sayıda seçtiğimiz dosya konusu ise, kamuoyu nezdinde yapılan
tartışmalarda hep temas ettiğimiz ancak özünün kaçırıldığını düşündüğümüz uluslararası ilişkilerin ekonomi politiği.

Siz bu Sayıyı okurken biz Aralık 2012'de kitapçılarda bulabileceğiniz İkinci sayıyı hazırlamaya başladık. 

Yine hak Ettiği ilgiyi Bulamadığını düşündüğümüz bir alana yöneldik. 

Politik Psikoloji.

Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ
Prof. Dr. Kemal GÖRMEZ

http://www.21yuzyildasosyalbilimler.com/assets/uploads/files/editorden-pdf_18032013.pdf

***



14 Aralık 2018 Cuma

Putin Batının derdi Ukrayna değil, Çevre Ülkeleri uyduya dönüştürmek,

Putin Batının derdi Ukrayna değil,  Çevre Ülkeleri uyduya dönüştürmek,



FİKİR TANKI
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
ÜMİT ÖZDAĞ
13 EYLÜL 2014


Putin:  Batının derdi Ukrayna değil, çevre ülkeleri uyduya dönüştürmek Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Ukrayna'da iyiye gidiş söz konusuyken 
Batı'nın yaptırımlarını artırmasını "tuhaf" bulduğunu dile getirdi. Putin, 
"Ukrayna kimsenin umurunda değil. ABD, ortak bir dış tehdit algısı yaratma ve 
çevresine 'uydu' toplama çabasında" dedi. Avrupa Birliği'nin peşinden ABD de 
Rusya'ya dönük yeni bir "Ukrayna gerekçeli yaptırım" paketi kabul etti. ABD'nin 
yeni yaptırımlarının hedefinde Sberbank, Almaz-Antey, Gazprom, Gazprom Neft, Lukoil, Transneft gibi Rusya'nın önemli devlet banka ve savunma ile enerji şirketleri yer aldı. Bu kuruluşların Amerikan sermayesine ulaşımı sınırlandı. 
Yeni yaptırımların duyurulmasıyla, Rus devlet şirketleri birbiri ardına açıklama 
yayınlayarak söz konusu yaptırımların kendi finansal durumları üstünde kayda 
değer bir etki yaratmayacağını bildirdi. Rus devlet petrol şirketleri Transneft 
ve Rosneft'in hisseleri Moskova Borsası'nda değer artırdı. Beyaz Saray Sözcüsü 
Josh Earnest de bugüne kadar uygulanan yaptırımların Rusya üzerinde "arzu edilen etkiyi" yaratmadığını itiraf etti. Ukrayna'daki krizin barışçıl yolla 
çözülmesine ilişkin bir plan hazırlandığını hatırlatan Rusya Devlet Başkanı 
Vladimir Putin, bu yola girilmişken alınan yaptırım kararlarını "tuhaf" 
bulduğunu ifade etti. Krizin barışçıl yoldan çözülmesi fikrinin, herkesin hoşuna 
gitmiyor olabileceğini belirten Putin, Ukrayna'nın önceki devlet başkanı 
Yanukoviç'in görevden azledilmesini kastederek, "Batılı partnerlerimiz 
Ukrayna'daki olayları, anayasaya aykırı bir rejim değişimine kadar götürdü. 
Bunun ardından ülkenin doğusundaki 'ceza harekâtını' desteklediler. Şimdi ise, 
krizin barışçıl çözümü yoluna girilmişken, süreci kopma noktasına getirebilecek 
adımlar atıyorlar. Nedenini, ister istemez merak ediyorsunuz" dedi.

"UKRAYNA BİR ARAÇ; AMAÇ, NATO'YU HAYATA DÖNDÜRMEK"

Ukrayna'yı kimsenin düşünmediğini belirten Putin, ülkenin uluslararası ilişkilerde "sallantı yaratmak" ve NATO'yu yeniden hayata döndürmek için bir araç ve rehine olarak kullanıldığını söyledi. NATO'nun yalnızca askeri bir blok olmadığını, ABD dış politikasının kilit elementlerinden biri olduğunu dile getiren Rusya lideri, ABD'nin çevresini "bir dış tehditle" (Rusya) korkutup, ortak tehdit algısı yaratarak yanı başına "uydular" toplamak istediğini ifade etti. 

RUSYA'NIN KARŞI YAPTIRIMLARI NE OLUR? 

   Avrupa Birliği (AB) ile ABD'nin yeni yaptırımlarının belli olmasının ardından, Rusya'nın Batı'ya dönük ne gibi yeni karşı yaptırımlar uygulayabileceği de merak konusu oldu.
   Rusya lideri Vladimir Putin, Batı'nın yaptırımlarına karşılık verme konusunda 
ani kararlar vermeyeceklerini ve kendilerine zarar getirebilecek bir adım 
atmayacaklarını söyledi. Hükümetten AB ve ABD'ye dönük karşı yaptırımlar 
konusunda teklif beklediğini belirten Putin, "Yaptırımlara istekli değilim. 
Böyle bir karar yalnızca hükumet, karşı yaptırımların Rus ekonomisine zarar 
vermeceğine hükmederse alınır. Bunu görmek için de özenli bir inceleme 
yürütülecek" dedi. Rusya'ya yaptırım uygulayan devletlerden besin ürünü alımına sınırlama getirme kararının Rus üreticiler için de olumlu olduğunun altını çizen Putin, söz konusu yaptırım uygulamasının ülkeye olumsuz yansımalarının minimum düzeyde olduğunu belirtti. Yaptırım uygulamanın, Moskova'nın seçimi olmadığını da söyleyen Putin, "Bizimle çalışmak istemiyorlarsa, alternatifler her zaman var" diye konuştu. 

OTOMOBİL VE TEKSTİL SEKTÖRÜNE KARŞI YAPTIRIMLAR GETİRİLEBİLİR

 Batı'nın Rusya'ya Ukrayna'daki siyasi kriz nedeniyle uyguladığı yaptırımlara 
uzunca bir süre yaptırımla karşılık vermeyen ve siyasi diyalog konusunda ısrarcı 
olan Moskova, Batılı devletlere yönelik ilk yaptırım kararını Ağustos ayında 
aldı. ABD, AB ve bazı diğer Batılı devletlerden besin ürünü alımı bir yıl 
süreyle durduruldu. AB ile ABD'nin yeni yaptırımları duyurmasının ardından 
Putin'in danışmanı Andrey Belousov, bu yaptırımlara karşılık Batı'dan otomobil 
ve tekstil sektörlerinde yapılan ithalata sınırlama getirilebileceğini açıkladı. 
Ülkenin hava sahasının Batılı hava yolu şirketleri için kapatılması da Rusya'da 
konuşulan karşı yaptırım seçenekleri arasında. Tamamını oku: 

http://turkish.ruvr.ru/news/2014_09_13/Batnn-derdi-Ukr/


Prof. Dr. Ümit Özdağ 
tarafından 13 Eylül 2014 Cumartesi 12:49'te yazıldı. 

http://www.21yyte.org/tr/fikir-tanki/4910/putinbatinin-derdi-ukrayna-degil-cevre-ulkeleri-uyduya-donusturmek


 ****

31 Ağustos 2018 Cuma

2015’te Batı-Erdoğan ilişkilerinde, İki Muhtemel yol



2015’te Batı-Erdoğan ilişkilerinde, İki Muhtemel yol 














Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ
uozdag61@gmail.com
Tarih: 02-01-2015 00:00

2015 senesi Türkiye tarihinin en önemli senelerinden birisi olabilir. Bu sene yıllardan bu yana biriken bir çok sorunun radikal bir şekilde çözüme doğru ilerlediğini görebiliriz. Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesi ile  “Fetret Devrinden geçerken”, Erdoğan’ı iktidara gelme sürecinde destekleyen Batı Dünyası ile ilişkilerinde büyük bir bozulma görünmektedir. Bu bozulmanın zaman içinde biriken ana nedenleri, İsrail ile gerilim politikası, ABD’nin AKP Hükümetini eleştirdiği 20 açıklama yaptığı Gezi Olayları, Suriye’de AKP’nin Selefi güçleri destekleme stratejisi, Mısır’da askeri darbe sonrasında netleşen genel Orta Doğu stratejisi konusunda yolların ayrılması ve nihayet Kobani çatışmaları sonrasında ayrılan yollar başlıkları altında toplanabilir. Bu gerilim yüklü ilişkinin çok uzun bir süre devam edemeyeceği görülmektedir. ABD ve AB, Erdoğan’ın  “hesap edilemez ve öngörülemez”  bir lider olduğundan hareket ile Erdoğan’ın siyasi yaşamını sonlandırmayı hedefleyen bir politika izleyebilir.
ABD ve AB’nin bu tasfiyeci politikasına karşı, Erdoğan’ın önünde iki seçenek görünmektedir. Bunlardan birisi Batı Dünyasının uzun süreden beri Türkiye’ye dayatmaya çalıştığı talepleri kabul ederek, siyasal yaşamı uzatma seçeneğidir. Diğer seçenek ise ABD ve AB ile ilişkileri sert bir şekilde koparma niteliği taşıyacak bir politik çizgiyi izlemektir. Erdoğan’ın her iki politikayı da izleyebileceğine dair emareler vardır. Aşağıda bu iki seçenek, destekleyen emareler ile izah edilmiştir.  

Batı’ya Teslim olma Seçeneği,

Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhurbaşkanlığı makamına geçtikten sonra parti içindeki gerilimleri de göz önünde tutarak, dışarıda ABD ve AB ile içeride cemaat ve büyük sermaye grupları ile eş zamanlı olarak çatışarak, iktidarını sürdürmesinin mümkün olmadığını düşünebilir. Bu noktada ABD ve AB’nin kendisine yönelik politikalarını yumuşatmak amacı ile bazı stratejik adımlar atabilir.

Bunlardan birisi; Kıbrıs’ta Annan Planı’nı da aşan ölçüler içinde taviz veren bir Kıbrıs planını kabul etmektir. Bu aynı zamanda bir Amerikan talebidir. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı V. Nuland’ın Kıbrıs’ta çözümü öncelikli paket olarak gördüğü anlaşılmaktadır.(Hürriyet,16 Şubat 2014, Tolga Tanış, Türkiye Ne Verecek?) Bu süreç,  2014’ün büyük bir bölümünde ABD’nin denetiminde hızla yürümüştür. Washington, AKP Hükümetinin tutumundan çok memnun görünmüştür. Bu memnunluğunu ilişkilerdeki büyük gerilime rağmen AKP’ye teşekkür ederek ortaya koymuştur. KKTC’nin tasfiyesinin Türk halkına anlatılabilmesi için ise Doğu Akdeniz bölgesindeki enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden dünyaya eklemlenmesi gerekçesinin hazırlandığı görünmüştür. Haziran 2014’te Washington’da “son birkaç ayda mükemmel bir iletişim kuruldu” ifadesi ile Ankara için çok olumlu rüzgârlar esmektedir. Olumlu rüzgârları estiren, Kıbrıs’ta ilerleyen süreçtir. (Hürriyet, 1 Haziran 2014,  Tolga Tanış, Gezi’nin Yıldönümünde Amerikan İki Yüzlülüğü) ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın 11 Temmuz 2014’te yaptığı konuşma ABD’nin Kıbrıs konusundaki proje ve beklentilerini ortaya koymuştur. Ancak Kıbrıs’ta başlayan ve Amerikalıları memnun eden süreç, 2014’ün ikinci yarısından itibaren ilk hızı ile ilerlememiştir.

5-7 Aralık 2014’te yapılan 3. Türk-Yunan İş birliği Konseyi görüşmelerinde Davutoğlu ve Yunan Başbakanı Samaras’ın, Kıbrıs görüşmelerine ivme kazandırma kararı almaları ve daha önemlisi Türkiye’nin sismik araştırma gemisi Barbaros Hayrettin Paşa’yı Rum kesiminin Münhasır Ekonomik Bölge ilan ettiği bölgeden çekme kararı aldığının açıklanmış olması, geri adım şüphesi yaratmıştır. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 Aralık 2014’te yapmış olduğu konuşmada Rum kesiminin Münhasır Ekonomik Bölgesi’nin tanınmadığını vurgulaması, KKTC konusunda direnç olduğunun göstergesi kabul edilebilir. (Yeniçağ, 31 Aralık 2014, Hüseyin Macit Yusuf, Navtex Kaldırılıyor mu?)  

ABD, Ermeni sözde soykırımı iddialarının kabul edilmesini talep etmektedir. V. Nuland’dan önce görev yapan P. Gordon’ın öncelikli dosyasının bu olduğu bilinmektedir. (Hürriyet,16 Şubat 2014, Tolga Tanış, Türkiye Ne Verecek?) 2015 Nisan’ı yaklaşırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni propaganda ve saldırılarına karşı mücadele etmek için hiçbir hazırlığı yoktur. Çünkü bu aşamada Ermeni tezleri ile mücadele etmek değil, Ermenistan ve Ermeni diasporasını tatmin edecek bir çözümün fikri alt yapısının hazırlanması ön plana çıkıyor görünmektedir. Davutoğlu’nun 2013’te Ermenistan ziyareti sırasında tehciri  “gayriinsani”  diyerek eleştirmesi, 15 Nisan 2014’te Başbakan Erdoğan’ın yayınladığı bildiride tehcir için gayriinsani nitelemesini kullanması, bir taviz politikasının girişini oluşturuyor olabilir.

Üçüncü geri çekilme alanı PKK ile sürdürülen müzakere görüşmelerinin sonlandırılması ve 2015 içinde PKK’nın otonomi talebinin kabul edilmesidir. Ve bunu Suriye’de PKK kontrolündeki kantonların meşruluğunu kabul ederek genişletmesidir. Bununla bağlantılı olarak, 2015 içinde Barzani’nin Irak’tan bağımsızlığını ilan etmesi durumunda Barzani’yi Bağdat’a karşı korumaya almak, Türkiye’nin Batı’yı yatıştırmak amacı ile izleyebileceği bir strateji olabilir.

Batı ile ilişkilerde birinci seçenek olan taviz ve uzlaşma seçeneğini değerlendirmiştik. Bugün ise ikinci seçeneği ele alıyoruz.

Batı ile Çatışma ve kopma seçeneği,

Erdoğan’ın önündeki ikinci seçeneğin ABD ve AB ile kopma/ilişkileri zayıflatma seçeneği olduğu görülmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD-AB bloğunun ne yaparsa yapsın kendisini tasfiye etmede kararlı olduğuna inanabilir. Bu noktada çıkış, Batı ile ilişkileri zayıflatma seçeneğinde görülebilir. Bu çerçevede Türkiye, AB ile tam üyelik sürecini askıya alabilir ve Gümrük Birliği’nden çıkabilir. Türkiye’nin NATO içinde geri adım atan bir sürece girdiği görülebilir. Birinci seçeneğin gerçekleşeceğini gösteren belirtiler olduğu gibi ikinci seçeneğin gerçekleşebileceğini gösteren gelişmelerde özellikle Ayn el-Arap yani Arap Pınarı çatışmalarından sonra gözlenmeye başlamıştır.

Sert bir Dönüş,

Kerkük petrollerinin Türkiye üzerinden ABD’nin onayı ile geçirileceğine inanan Cumhurbaşkanı Erdoğan, PKK’nın Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt koridoru açarak, Kerkük petrollerini Akdeniz’e ulaştırma projesine ABD’nin destek vermesi üzerinde sert bir dönüş yapmıştır. Erdoğan,  “üst akıl”  diye nitelendirdiği ABD’nin Türkiye’nin menfaatlerine saldırdığını birkaç kez açıklamıştır. Erdoğan alışılmadık bir şekilde şöyle konuşmuştur:  “Ne içerideki ihanet şebekelerine (müzakerelerin sürdüğü PKK/HDP’yi ve cemaati kastediyor) ne de dışarıdan (ABD’yi kastediyor) gelen algı operasyonlarına Türkiye boyun eğecek, eyvallah diyecek bir ülke değildir. Sevr Anlaşması’nı yırtıp atmış, manda ve himayeyi elinin tersiyle itmiş, bağımsız, hür bir ülkeyiz, Türkiye’yiz.”

AB’yi Ürkütmeyelim,

Bu arada Kırım ve Ukrayna’da izlediği politikalardan dolayı arası ABD ve AB ile olağanüstü gerilen ve yalnızlaşan Putin ile yalnızlaşan Erdoğan arasında ciddi bir yakınlaşma olduğu görülmektedir. Putin, Erdoğan’ın ikili görüşmelerinde  “AB’yi ürkütmeyelim”  şeklindeki uyarısına  “boş ver önemli değil”  diye cevap verdiğini açıklayıp, Erdoğan’dan delikanlı adam diye bahsetmiştir. Putin yönetiminin önemli isimlerinden olan Evgeniy Fydorov, (Aydınlık, 29 Aralık 2014) verdiği bir demeçte şöyle demektedir,  “Putin’in Türkiye ziyareti çok olumlu geçmiştir. Bu ziyaret insanlığın geleceğini etkileyecek kimi girişimleri başlatmıştır. Amerikan sömürgecilik sistemi sorgulanmaya başlanmıştır... Putin-Erdoğan buluşması, Çin ve Hindistan’ın bu sürece verdiği destekle birlikte Amerikan sömürgecilik sisteminden kurtuluş sürecini başlatmış oluyor. Yani özgür ülkelerden oluşan çok kutuplu bir dünya düzenini. Putin ve Erdoğan bu düzenin ilk tuğlasını koymuş oldular... Rusya, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girmesi için elinden gelen desteği verecektir.”

Bu açıklama, uluslararası ilişkiler alanında büyük bir yeniden yapılanmanın habercisi görünmektedir. Eğer Rus milletvekilinin söyledikleri doğru ise Putin-Erdoğan görüşmesinde İsmet İnönü’nün 1964’deki ifadesi ile  “Dünya yeniden kurulur ve Türkiye o dünyada yerini alır”  içerikli görüşmeler yapılmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şanghay İşbirliği Teşkilatı Genel Müdürlüğü kurulması için emir vermiş olduğu bilgisi eğer doğru ise Evgeniy Fydorov’un söylediklerini doğrulamaktadır. İlk aşamada Türkiye, AB ile ilerlemeyen müzakereleri fiilen askıya alıp, Şanghay İşbirliği Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olabilir. Doğrusu böyle bir adım, Şanghay İşbirliği Teşkilatı içinde büyük bir propaganda başarısı olacaktır. Keza Putin, Erdoğan’ın önünü, Avrasya Ekonomik Birliği-Türkiye ilişkilerini bir şekilde kurumsallaştırma süreci başlatarak Orta Asya’da da açabilir.

Rusya-İran-Suriye,

Özgür Suriye Ordusu ile Esad’ın arasını bulmak için Moskova’nın başlatmış olduğu görüşmelerin, Ankara’nın örtülü desteğini alıyor görünmesi ilginçtir. ABD’nin PYD/PKK’yı desteklemesine, Erdoğan Şam ile Rusya üzerinden uzlaşma perspektifini koyarak cevap vermiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun 31 Aralık 2014’te Rusya ve İran Suriye’nin politik dönüşümüne dahil olmalıdırlar açıklaması, bu yeni politikanın bir parçası olarak yorumlanabilir.

30 Milyar Dolar,

ABD’nin İran’a yönelik ekonomik ambargonun kapsamını genişlettiği 2014 sonunda Türkiye ise İran ile 1 Ocak 2015’ten itibaren yürürlüğe giren ve amacı iki ülke arasındaki ticaret hacmini 13-14 milyar dolardan 30 milyar dolara çıkarmasını hedefleyen tercihli ticaret anlaşmasını imzalamıştır. Bu adım da Washington’da yüzlerin ekşimesine neden olacak bir adımdır.   

Kriz Derinleşecek,

Batı ile ilişkilerin kopma süreci içinde olup olmadığını gösterecek en önemli göstergelerden birisi, Ankara’nın, Çin’den alınmasına karar verilen füze sistemleri kararında ısrarcı olup olmayacağıdır. ABD ve NATO’nun bütün muhalefetine rağmen Ankara, Çin füzelerinde ısrarcı olur ise ABD/NATO-Ankara krizi derinleşecektir.  

Avrasyacı eksen,

Özetle, Erdoğan’ın Batı’ya teslim olması bir seçenek iken diğer seçenek de ABD’nin kendisini gözden çıkardığı inancı ile Batı’yla ilişkileri kopararak Avrasyacı bir eksene kaymasıdır. Bu iki seçenekten birisinin seçilmesi durumunda Erdoğan’ın başta PKK ile müzakereler olmak üzere iç politikada da müttefik ve düşman şekillenmesi yeniden olacaktır. Erdoğan’ın bu seçeneği istese de gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği iç dinamikler değerlendirildiğinde ayrı bir sorudur.

Tahammülsüz Tavır,

Bu iki seçeneğe eklememiz gereken bir başka seçenek de Erdoğan’ın Batı’yı Rusya-İran-Çin seçeneği ile tehdit edip, vereceği tavizleri iç politik olarak hafifletip, Batı ile uzlaşma seçeneği olabilir. Ancak bu seçenek, Erdoğan’ın 12 yıl boyunca yapmış olduğu politik manevralara artık alışmış olan Batı’nın ulaşılan aşamada tahammülsüz tavrından dolayı oldukça zayıflamış görünmektedir. 2015 bu seçeneklerden hangisinin öne çıkacağının belirginleştiği sene olacaktır.


***