Rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2021 Cumartesi

Sırbistan’ın Arap Yatırımcıları

Sırbistan’ın Arap Yatırımcıları 





Gözde Kılıç Yaşın 

21. YÜZYIL TÜRKİYE ENSTİTÜSÜ BALKAN VE KIBRIS ARAŞTIRMALARI MERKEZİ BAŞKANI 

Sırbistan’ın dış ticaretteki en önemli ortağı yakın zamana dek Rusya olmuştur. 
Rusya’yı Almanya, İtalya ve Çin izlemektedir. Ancak “yabancı yatırım” denildiğinde tablo biraz değişmektedir. 
Resmi verilere göre Sırbistan’da 30 yatırımla en fazla Almanların boy gösterdiği,1 
23 yatırımla Avusturyalıların Almanları takip ettiği kaydedilmektedir. Son 10 yılda Sırbistan’daki en büyük yatırım ise mobil telefon şirketi Telenor (Norveç), petrol şirketi Gazprom (Rusya) ve otomobil şirketi Fiat (İtalya) tarafından yapılmıştır. Ancak son dönemde Arap, Rus ve Çin yatırımlarının hız kazandığı da bir gerçektir. Burada Arap yatırımının Sırbistan’a yönelme sebepleri irdelenecektir. 

Sırbistan’ın büyüyen ulusal borcu ve gayri safi yurtiçi hasılanın artırılması çabaları, yabancı yatırımcının çeşitlendirilmesini ve sıcak paranın artırılmasını gerektirmiştir. 

Bu çerçevede en az 10 milyon Euro yatırım ve 200 kişinin istihdamını sağlayan her yatırımcıya 10 yıllık gelir vergisi muafiyeti, çifte vergilendirmenin önlenmesi, yap-işlet-devret modelindeki yatırımlar için 5 seneye kadar vergi muafiyeti gibi vergi avantajları sağlanmasına dönük yasal düzenlemeler yapılmıştır. 

Sırbistan’ın aktif bir şekilde izlediği yatırımcı çekme politikası 2013 henüz tamamlanmadan olumlu sonuçlar doğurmayı başarmış ve 1 milyar 400 milyon Euro’yu ülkeye getirmiştir. 44 bin kişinin istihdamını garantileyen 200 aktif projenin varlığından bahsedilmektedir. 

2013 yılında hızlı bir kalkınma hedeflendiği ve BAE, Katar, Kuveyt ve Suudi Arabistan’dan yatırım beklendiği Sırbistan yetkililerince açıklanmıştır. Gerçekten de Arap ülkelerinin Balkan yatırımları incelendiğinde de en önemli ortağın Sırbistan olduğu görülmektedir. 

1 Almanya’nınSırbistan’dadoğrudanyatırımları 1,5milyar Euro düzeyindedir. 
2 Arabische Unternehmen auf Einkaufstour in Serbien, Economic Journal, 30 Temmuz2013 
3 Economic Chronicle – Arab investments reviving economy, Voice of Serbia, 1 Eylül 2013
4 Arabische Länder bereit, in Serbien zu investieren, Voice of Serbia, 9 Ocak 2013

Birleşik Arap Emirlikleri’nin Sırbistan Yatırımları 

Birleşik Arap Emirlikleri’nden yapılan sermaye girişi Sırbistan’da giderek önem kazanmaktadır. BAE’nin Sırbistan’daki yatırım alanları arasında tarım sektörünün ön plana çıktığı, savunma ve ileri teknoloji alanında da ortaklıklar kurulduğu görülmektedir. 

Önce Ekim 2012’de Abu Dabi’de sonra Ocak 2013’de Belgrad’da bir araya gelen BAE Veliaht Prensi Şeyh Abdullah bin Zayed el Nahyan ile Sırbistan Başbakan Yardımcısı Aleksandar Vuciç, BAE’nin 20 yıllık geri ödeme planıyla yüzde 1.5 faiz uygulanmak üzere 300 milyon Euro kredi vermesi, savunma alanında işbirliği ve iki ülkenin ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesi üzerine görüşmüştü. 19 Şubat 2013’de Abu Dabi’de tekrar bir araya gelen ikili, stratejik yatırım anlaşması imzalayarak bazı yatırımları süreğen kılmış, görüşülen konuları da neticeye erdirmiştir. 

Öncelikle gıda üretim tesislerine yatırım yapmak istediğini açıklayan BAE’nin, Sırbistan’a tarım alanında 200 milyon Euro yatırım yapacağı bu anlaşma 
ile kesinleştirilmiştir. 

Bu çerçevede Abu Dabi’nin önemli bir tarım şirketi olan ve Prens Nahyan’a ait Al Dahra’nın Sırbistan’daki yatırımlarının 300 milyon Euro’ya ulaştığı ifade edilmektedir.2 

BAE Kalkınma Fonu’ndan da aynı miktarda tarım kredisinin Sırbistan için çıkarılması gündemdedir. Al Dahra’nın, 300 milyon Euro’luk yatırımının 
75 milyon Euro’sunu iflas etmiş 8 tarım kooperatifini satın almak için kullanacağı, kalanını ise 14 bin dönüm alanı sulama imkanı sağlayan sulama sistemi yapımı ve beş otlak alanı oluşturmak için ayırdığı açıklanmıştır.3 

< Sırbistan’ın büyüyen ulusal borcu ve gayri safi yurt içi hasılanın artt ırılması çabaları, yabancı yatırımcının çeşitlendirilmesini ve sıcak paranın artt ırılmasını gerektirmiştir. >

Daha önce 16 bin hektarlık tarım arazisinin BAE tarafından kiralanması 4 gündeme gelmişse de anlaşmada bahsi geçen alan, 9 bin hektar olarak belirlenmiştir.
Sırp hükümetine ait bu arazilerde, Sırbistan küçük bir hisseyle ortak kalacaktır. Al Dahra, tarım ürünlerinin ihracatını sağlamak amacıyla oluşturulan “Yugoslav Nehir Filosu” projesi için de ek 30 milyon Euro ayırmıştır. Şirket aynı amaçla Pancevo’da
43 hektarlık bir alan üzerinde, 4.1 milyon Euro değerinde bir nehir limanı inşası planlamaktadır.
   BAE’nin özellikle tarım ve hayvancılık sektörlerinde yatırım yapmak istemesinde ki amaç “Sırbistan’ın gıda üretiminde potansiyelini sınırlı kullanması” ile izah edilmektedir. Tarım alanındaki ek yatırımla gıda üretiminin ve ihracatının on kata
dek arttırılabileceği de bu çerçevede ifade edilmektedir. BAE’nin tarım ürünlerine ve hayvansal gıdaya duyduğu ihtiyaç da anlaşmaların imzalanması aşamasında basına yansıyan bilgiler arasında yer almaktadır.
   Balkan coğrafyasının temiz ve güvenli tarıma elverişli olduğu ve Sırbistan’ın bu alanda yeterli devlet desteğini üreticiye sağlayamadığı doğrudur. Aynı şekilde Sırbistan’daki –güvenilir olması bakımından özellikle Sancak’taki- et ve süt ürünlerinin herhangi bir başka coğrafyanın ürünlerine göre tercih edilebilir kalite ve güzellikte olduğuna da şüphe bulunmamaktadır. Ne var ki, bu gerçek tüm Balkan coğrafyası, bilhassa da Kosova, Bosna-Hersek, Makedonya gibi Eski Yugoslavya’nın doğu kısmı için geçerlidir.
 
  Ne var ki BAE’nin yatırımları açık şekilde Sırbistan’da yoğunlaşmıştır. Bunun iki önemli sebebinden biri, Sırbistan’ın bürokratik kolaylık, vergi avantajı ve bir takım teşvikler sağlamasıdır. Diğer önemli sebep ise 1 Eylül’den itibaren İstikrar ve Ortaklık Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile Sırbistan’ın AB ile hem siyasi hem ekonomik işbirliğinin derinleşeceği bir dönemin başlamasıdır. 2009’dan bu yana Sırbistan- AB arasında Geçici Ticaret Anlaşması uygulanmakta ve gümrük vergileri kademeli olarak kaldırılmaktaydı.

1 Ocak 2014’den itibaren de sanayi ürünleri üzerindeki gümrük vergilerinin kaldırılması başlatılacaktır. Dolayısıyla Sırbistan önemli bir pazar haline getirilmiştir. Sırbistan açısından ise bu alandaki en büyük kazanç, birkaç yıl içerisinde devlet çiftliklerindeki başta olmak üzere büyük sulama sistemlerinin inşası ve tarımsal üretim kalitesinin ve ihracat miktarını arttıracak yoğun üretime geçecek olmasıdır.
< BAE ’nin özellikle tarım ve hayvancılık sektörlerinde yatırım yapmak istemesindeki amaç “Sırbistan’ın gıda üretiminde potansiyelini sınırlı kullanması” ile izah edilmektedir. >

BAE, yatırımda önceliği tarım ve hayvancılık sektörüne vermektedir. Ancak Sırp tarafının esas mikroçip fabrikası için heyecanlandığı görülmektedir.
Nitekim mikroçip fabrikası, “1980’lerden sonraki en büyük yatırım” olacaktır. Sırbistan yetkililerine göre gerekli finansmanın sağlanması durumunda, Sırbistan, ABD’nin Silikon Vadisi’ne benzer bir yüksek teknoloji merkezi haline gelecektir. Mikroçip fabrikası kurulması projesinin ilk aşamasını araştırma merkezi kurulması oluşturmaktadır. Sadece bunun için bile 400 milyon Euro’luk yeni bir yatırımın gerektiği ifade edilmektedir.

   BAE’den gelen Mubadala şirketi temsilcileri ile Ağustos başında yapılan görüşmelerde Mubadala İleri Teknoloji Araştırma Geliştirme Merkezi’nin resmen açılacağı teyit edilmiş, iş son imzalara kalmıştı. BAE firması Mubadala da benzerleri Dresden (Almanya) ve NewYork’da bulunan 3 milyar Euro değerinde yarı iletken mikroçip üretecek bir fabrika kurmaya sıcak bakmaktadır.

    Böylesi bir yatırımın gerçekleşmesi durumunda, 4.500 yeni işyerinin açılacağına inanılmaktadır. Eylül 2013 sonuna varmadan mikroçip fabrikası için de BAE ile bir anlaşmanın imzalanacağı kesinleşmiştir.
İleri teknolojinin Avrupa’daki merkezi olmak isteyen Sırbistan, bu hedefteki ilk adımı garantilemiş, beyin göçü için yeni cazibe merkezi haline gelmeye yakınlaşmıştır.
    Öte yandan BAE Etihad Airways, Sırbistan ulusal havayolu şirketi JAT ile Ağustos’ta, Air Serbia ismi verilen ve yüzde 49 hissesi Etihad’a bırakılan ortak bir havayolu şirketi kurmuştur. Etihad, ortak şirket için toplamda 100 Milyon Euro’luk
yatırım yapacaktır. Eylül 2013’de imzalanması beklenen bir anlaşmayla BAE, ayrıca uçak parçaları üretimi yapacak bir fabrika da kuracaktır.

    Yıllık cirosu 300 milyon Euro olması beklenen fabrika 400 ila 500 kadar işçiyi istihdam edecektir.

Veliaht prensin aralarında NORA ve ATLAS roket sistemleri de olan askeri teknolojilerin geliştirilmesi için 150 milyon Euro yatırım planı da, savunma sektöründeki en önemli yatırım olmaya aday görünmektedir. Krusik, Teloptik ve Utva gibi Sırp askeri fabrikalarına da BAE yatırımı söz konusudur. Öte yandan

    BAE’nin Sırbistan’dan silah ihracatına hazırlandığı da iddia edilmektedir. Ayrıca roketatar kurulumu konusunda yatırım için yeni tur görüşmelerin yapılacağı duyurulmuştur.
    Kopaonik Dağı üzerindeki Jugobanka Oteli’nin satışı ise Şubat’ta imzalanan anlaşmadan hemen sonra doğrudan Muhammed Bin Zayed adına gerçekleştirilmiş, böylece turizm sektöründe de BAE’nin yatırımlarına Sırbistan açık hale getirilmiş tir. Otel demişken, modern tarzda yeni bir otelin yapımı da anlaşmada yer alan hususlardan. Üstelik bu otel, NATO’nun 1999’da bombaladığı eski bir askeri merkezin yerine yapılacaktır.

Bu otelle de Mubadala Emlak ve Altyapı şirketi ilgilenmektedir. Ayrıca Sırbistan Merkez Bankası’nın Royal Grup ile yaptığı görüşmelerin Sırbistan’da Royal’ın bir şube açması ile sonuçlanması gündemdedir.

Gerçekleşirse BAE’nin Avrupa’nın bu yakasındaki ilk bankası Sırbistan’da olacak demektir. Bankacılık sektöründeki böylesi bir işbirliği, yatırımlar için yeni bir finans desteği yaratacaktır. En son 7 Ağustos 2013’de Sırbistan Başbakanı Ivica Daciç ve
BAE Dışişleri Bakanı Danışmanı Muhammed Al Suvaidia’nın hazır bulunduğu bir toplantıda, BAE Küresel Sermaye Yönetimi (GCAM) CEO’su Arun Ramswaroopji Panchariya ile Sırbistan Şehircilik ve İmar Bakanı Velimir Ilic, Sırbistan için sanayi
ve altyapı projeleri geliştirecek ortak bir şirket kurulmasını içeren bir işbirliği memorandumu imzalamıştır. Anlaşmaya göre projeler, GCAM’ın ilk etapta 10-15 milyon Euro’luk katkı sağlayacağı bir ortak fondan finanse edilecektir..  

Bu anlaşma ve Eylül 2013 sonuna dek imzalanması beklenen üç yeni yatırım anlaşması da Prens Nahyan’la imzalanan stratejik anlaşmanın somut içerikteki
yeni anlaşmalara dönüşmekte olduğunun birer göstergesidir.

Sırbistan Neden Bu Kadar Davetkar?

Sırbistan’ın yatırım çekmek için ek önlemler aldığı dönem, aynı zamanda küresel krizin Avrupa’yı sarstığı döneme denk gelmiştir.

Almanya hala etkindir, Avusturya ve kendi krizine rağmen İtalya da varlık göstermektedir ancak Sırbistan’ın derin ekonomik sorunlarına çare olabilecek boyutta değildir Avrupa’dan gelen yatırımlar. Rusya ise yeni dönemde dış politikasını duygusallıktan uzak tacir zihniyetine yakın bir tavırla belirlemektedir. Gümrük kaldırılmıştır, borçlandırma söz konusudur, Güney Akımı gibi önemli bir projeye Sırbistan dahil edilmiştir, silah satılmaktadır ama bunların hiç birisi işsizlik sorununu da çözecek, büyük yatırımlar anlamına gelmemektedir. Kaldı ki yeni yatırımcıya açılan saha, mevcut yatırımcıdan vazgeçmeyi de gerektirmemektedir.
    Kesin olan ise küresel kriz düşünülecek olursa Çin ve Körfez Ülkeleri’nden gelecek yatırımlar ekonomiyi canlandıracak çok önemli faktör  olarak görülmüştür. Yabancı yatırımın gelmesi için Sırbistan da gerçekten olağanüstü bir çaba göster miş, her fırsatı değerlendirmiş, proje üretmiştir.

Açıkçası yeni işbirlikleri, hem Sırbistan ekonomisi için önemli bir büyüme sağlaması ve istihdam sorununu büyük ölçüde çözmesi yönüyle hem IMF, Dünya Bankası ve AB’nin, istikrar politikaları ve bütçe disiplini konularındaki dayatmalarına karşılık gösterilebilecek başarılı bir proje sağlaması nedeniyle Sırbistan’ın ihtiyaçlarını karşılamaktadır.

Öte yandan ekonomideki iyileşme, dış politikadaki sorunlu konuları çözmek konusunda da Sırbistan’ı rahatlatacaktır.

Bir kere işsizlik ve yoksulluk nedeniyle radikalleşen halkını, yaşanan dönüşüm sürecinden, istihdam ve refahın artışıyla daha sağlıklı bir şekilde geçirebileceği kesindir.
Diğer taraftan da ekonomik istikrarını sağlamış ve ekonomik ortaklıklar yoluyla siyasi destekçilerini arttırmış bir Sırbistan’ın bazı dış baskıları dengelemesi daha kolay olacaktır.
Bilhassa Balkanların istikrarını, Sırbistan’ın istikrarına bağlı gören çevrelerde, -istikrar istendiği müddetçe- bu siyasetin karşılığının olacağı kesindir. Eski Yugoslavya’nın eski parçası olan ancak henüz AB’nin parçası olamamış komşularıyla siyaseti bakımından da ekonomik olarak güçlenmiş bir Sırbistan sadece ortak işsizlik sorununda cazibe merkezi olmayacak aynı zamanda siyaseti
belirleyen konuma da ulaşabilecektir.

Kaldı ki bölgeselleşme faktörünün konuşulduğu ve Arnavutluk-Kosova-Makedonya hattından zaman zaman hararetle bahsedildiği düşünülecek olursa hem denge-fren hem de alternatif hat oluşturma gücünü elinde tutmak Sırbistan’ı gerçekten de her anlamıyla Balkanların kilit ülkesi haline getirebilecektir. 

Bunlara ekonomisini istikrara kavuşturmuş bir Sırbistan’ın AB üyeliğine daha da yakınlaşacağı eklenmeli ve Fransa’dan gelen “AB’nin 29. üyesi olarak Sırbistan’ı görmek istiyoruz” açıklaması hatırlanmalıdır.

Neden Sırbistan?

Yatırım ve ticaret kararlarında nüfuzunu güçlendirebilmek gibi kriterleri, enerji kaynaklarını güvenli bir rotadan taşımak gibi kriterlerle birlikte değerlendiren Rusya gibi bir ülkenin tarih, kültür, din, anlayış yönünden ortağı olarak gördüğü Sırbistan’da gerçekleştirdiği yatırımlar gayet anlaşılır tercihlerdir. Balkanların tamamında yatırımları ile ekonomik etkinliğini ve nüfuzunu arttıran Almanya gibi bir ülkenin Sırbistan’ı diğer Balkan ülkelerinden ayırmayan –nitekim neredeyse her Balkan ülkesinde aynı Alman menşeli firmalarla karşılaşılır- tercihi de anlaşılır bir yatırımcı tavrıdır. Hatta - belirtmeden geçemeyeceğim - Arap sermayesinin Sırbistan’daki hareketini en yakından izleyen de Alman basını olmuştur. Körfez Ülkeleri ise davete icabet eden taraf konumundadır. Sırbistan Devlet Başkanı Tomislav Nikolic’in Nisan 2013’e 9 günlük Sırbistan-Arap- Afrikalı Dostluk Günleri’nin 5 açılışını yaparken Arap ve Afrikalı ülkeleri “ortak tarihlerinin parçası olan Bağlantısızlar Hareketi”ne atıfla selamlaması da bir psikolojik bağ kurulması ile ilgilidir.

< Yeni işbirlikleri, hem Sırbistan ekonomisi için önemli bir büyüme sağlaması ve istihdam sorununu büyük ölçüde çözmesi yönüyle hem 
I M F, Dünya Bankası ve AB ’nin, istikrar politikaları ve bütçe disiplini konularındaki dayatmalarına karşılık gösterilebilecek başarılı bir proje sağlaması nedeniyle Sırbistan’ın ihtiyaçlarını karşılamaktadır. >

BAE’ni Sırbistan’a getiren ise Bağlantısızlar Hareketi’nin sıcak hatıralarından ziyade sağlanan ticaret ve yatırımda sağlanan yasal ve bürokratik kolaylıklardır. 

Örneğin Bosna-Hersek’te herhangi bir yatırımı zorlaştıran binlerce neden varken Sırbistanın kolaylaştırıcılığı karşılık bulmaktadır. Öte yandan hem Avrupa’ya hem Rusya’ya gümrüksüz ticaret yapabilen tek ülkedir ve ayrıca coğrafi olarak iki kanala da kolay sevkıyat gerçekleştirebilecek bir konumdadır. Kaldı ki her bir yatırımcı, Sırbistan’ın iki önemli Avrupa koridoru ile - Koridor 7 (Tuna Nehri) ve Koridor10 (Uluslararası otoban ve demiryolu) - AB, Güneydoğu Avrupa ve
Yakın Doğu pazarlarına yakınlığının sağladığı lojistik üstünlüğün ve nakliye kolaylığının farkındadır. Buna Arap yatırımcılar da dahildir.

    Şüphesiz ki aslında “Neden Müslümanlar değil de insanları Müslüman oldukları gerekçesiyle katletmiş bir ülke, Körfez sermayesiyle kalkındırılmakta ve bölgenin cazibe merkezi haline getirilmektedir?” sorusu, bu makalenin ana sorunsalı dır.

   Yanıtı ne yazık ki sağlanan ticari ve hali hazırda mevcut olan lojistik kolaylıklar yani “sermayenin zenginleşebileceği yere gittiği kuralı” olacaktır. Bu durumda “Paranın sınırları, dini ve milliyeti olmaz” sözü bir kez daha gerçekliğini ispatlamaktadır. Halbuki Sırbistan’a sınır bir ülkenin hiç değilse coğrafyanın sağladığı aynı kolaylıkları barındırdığı kesindir. Sırbistan’ın iyi diplomasi
yürüttüğü, cazip projeler hazırladığı, Boşnakların bu konuda yetersiz kaldığı ve ülkelerindeki siyasi kriz ve sorunların yatırımı güçleştirdiği gerçek olsa dahi Bosna’da 150 cami inşa/tamir eden bir ülkenin (Suudi Arabistan) yatırım konusunda bürokratik engelleri aşamadığını iddia etmek gerçekçi olmayacaktır. Farklı bir coğrafyadan başka bir Müslüman ülkenin, Bosna-Hersek sınırlarında ama Sırbistan’a bağlanmak isteyen Sırp bölgesinde yaptığı yatırımlar da düşünülecek olursa sorun çetrefilleşmektedir.

Sırbistan’la yatırım anlaşmalarının yapıldığı günlerde, BAE Kızılayı da Bosna’da 10 bin kadar öksüz ve yetim çocuğa 250 bin Euro değerinde kıyafet ve ayakkabı yardımı yapmıştı. Bosna-Hersek’te, çalışabilir durumdaki fabrika ve işletmelerin yüzde 80’i kapalı iken İslam dünyasının buraya neden 18 yıldır hala sadece sadaka, zekat, fitre, kardeşçe sevgi ve destek sunduğunu açıklayabilmek
için “sermaye kuralları” terimi çok mekanik kalmaktadır. Bosna-Hersek gerçekten de gözden çıkarılmış mıdır?

DİPNOT:

5 Katılan ülkeler Angora, Cezayir, Fas, Filistin, Gine, Irak, Kongo, Kuveyt, Lübnan, Mısır, Nijerya, Suriye ve Tunus’tur.

***

25 Aralık 2020 Cuma

Türkiye, Sınırlı gücüyle, ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalı.

 Türkiye, Sınırlı gücüyle, ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalı.


.
    Çinli uzman: Türkiye, sınırlı gücüyle ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalı ABD'nin Suriye'den çekilme süreciyle başlayan yeni dönemi ve Çin ve ABD ile ilişkileri bağlamında Türkiye'nin konumunu Sputnik'e değerlendiren Global Times yazarı Yang Sheng, "Türkiye, sınırlı gücüyle ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalıdır. Gücünün ötesinde bir oyuna girmesi, zarar görmesiyle sonuçlanabilir" dedi. ABD Başkanı Donald Trump'ın Suriye'den çekilme kararını açıklamasının ardından, bölge siyaseti yeni bir dönüm noktasına ulaştı. Söz konusu çekilme kararı ABD yönetimi içinde dahi istifalarla sonuçlanan siyasi çatlaklara yol açarken, ABD sonrası Suriye'deki güç dengelerinin ne yönde ilerleyeceği ise son dönemin en büyük tartışma konusu haline geldi. Söz konusu çekilme kararı, Trump yönetimiyle birlikte ABD dış politikasının ana unsuru haline gelen ‘America first' (Önce Amerika) politikasıyla doğrudan alakalı. Hatta, Suriye'den çekilme konusu, Trump'ın başkanlık yarışındaki vaatlerinden de öne çıkanlar arasındaydı. Dolayısıyla, ABD'nin Suriye'den geri adım atması, Trump başta olmak üzere —çeşitli itirazlara rağmen- ABD yönetimi tarafından bir başarı olarak da lanse ediliyor. ABD'nin çekilme süreciyle başlayan yeni dönemi, Suriye başta olmak üzere bölgenin siyasi geleceğini ve Rusya, Çin ve ABD ile ilişkileri bağlamında Türkiye'nin bölgedeki konumunu Global Times yazarı Çinli uzman Yang Sheng ile konuştuk.
    ‘ABD'NİN ÇEKİLMESİ, ORTADOĞU'DAKİ RAKİPLERİNİN, ÇIKARLARINI BAŞARIYLA KORUDUĞU ANLAMINA GELİYOR'
    Çin Komünist Partisi'nin yayın organlarından Global Times yazarı Yang, söz konusu çekilme kararının ABD için zafer niteliği taşımadığını belirterek şu değerlendirmeyi yapıyor: 'ABD çekilirse Rusya, İran ve Suriye için temel sorun Türkiye'nin askeri varlığı olur' "ABD'nin orijinal stratejik hedefi, Suriye hükümetini devirmek ve Ortadoğu'daki etkisini genişletmek için yeni bir Batı yanlısı rejim kurmaktı. Fakat şimdi, ABD bu hedefi çoktan terk etti ve birliklerini oradan geri çekme kararı aldı, bu da Rusya ve İran başta olmak üzere Ortadoğu'daki rakiplerinin kendi çıkarlarını başarıyla koruduğu anlamına geliyor." ‘IŞİD'LE MÜCADELE RUSYA, İRAN VE SURİYE TARAFINDAN BAŞARIYLA GERÇEKLEŞTİRİLDİ' Trump'ın ABD'nin Suriye'deki varlığına ilişkin ‘IŞİD'le mücadele' konusunu öne sürdüğünü ve bunun ABD'nin Suriye'deki askeri varlığının bahanesi olduğunu hatırlatan Yang, ABD tarafından öne sürülen bu gerekçenin ise Rusya, İran ve Suriye tarafından büyük oranda başarıyla gerçekleştirildiğini vurguluyor.
    ‘ABD'NİN HALA YARARLANABİLECEĞİ BİR SENARYO VAR' Öte yandan, ABD'nin kuvvetlerini çekme kararının ABD açısından ‘kesin bir yenilgi de sayılamayacağını' da belirten Çinli uzman, bunun gerekçesi olarak ise ABD'nin bölgede varlığını hala sürdüren müttefiklerini işaret ediyor: "ABD ve müttefikleri, Suriye'nin yeniden birleşmesini başarıyla engelledi ve söz konusu müttefikler —İdlib'dekiler de dahil olmak üzere- varlıklarını sürdürüyorlar. Bu, ABD'nin bölgede hala yararlanabileceği bir senaryo olduğu anlamına geliyor." ‘ABD'İN BÖLGEDEN AYRILMASI, KÜRTLERE DESTEĞİN BİTECEĞİ ANLAMINA GELMİYOR' Yang ayrıca, ABD'nin bölgedeki en büyük müttefiki olan YPG'nin geleceğine ilişkin de görüşlerini belirterek, ABD'nin bölgeden ayrılmasının Kürtlere verilecek desteğin kesilmesi anlamına gelmeyebileceğini söylüyor. Bölgedeki Kürt kuvvetlerinin geleceğine ilişkin de konuşan Yang, "Kürt güçlerinin geleceği, biraz da Türkiye'nin kararına bağlı. Eğer Türkiye, Kürt kuvvetlerini çok fazla zorlarsa ve Suriye ile Rusya'nın çıkarlarını tehdit eder noktaya gelirse, o zaman Rusya, Suriye ve Kürt kuvvetlerinin ortaklaşacağı bir zemin oluşacaktır" ifadelerini kullanıyor. ‘RUSYA VE ÇİN İLE YAKINLAŞMA, BATIDAN FAYDA SAĞLAMA AMACINA HİZMET EDİYOR' Türkiye'nin Rusya ve Çin ile kurduğu ilişkilere ve son dönemde yeniden ‘olumlu yönde ilerleme' eğilimine giren ABD — Türkiye ilişkilerine ilişkin de konuşan Yang, Türkiye'nin ‘Öncelikle bir NATO ülkesi' olduğunu hatırlatarak şunları söyledi: "Öncelikle, Türkiye bir NATO ülkesi ve NATO üyeliğini sonlandıracağına dair somut bir işaret bulunmuyor. Bu yüzden, Çin ve Rusya'yla yakınlaşmak Türkiye için yalnızca Batı'dan daha fazla fayda sağlamak amacına hizmet ediyor. Türkiye aynı zamanda dünyaya başkaları tarafından kullanılan bir kukla yerine Rusya ile ABD arasında kendi pozisyonunu belirleyebilen bir ülke olduğunu göstermek istiyor." ‘RUSYA İLE ÇİN, BÖLGESEL BİR GÜÇ TARAFINDAN KULLANILMAK İSTEMEYECEKTİR' Rus uzman: Rusya, Suriye ile Türkiye arasında çatışma çıkmasına izin vermez Rusya ve Çin'in, Türkiye'den ABD'ye sırtını dönmesini beklemediğini söyleyen Yang, ‘Bu iki dünya gücünün bir bölgesel güç tarafından kullanılmak istemeyeceğini' belirterek "Batıya karşı avantajlı duruma geçmek için Türkiye'nin Çin ile Rusya'yı kullanması geçmişte işe yaramış olabilir, ancak bu durumun sonsuza kadar süreceği gibi bir gerçeklik bulunmuyor" diyor. ‘TÜRKİYE HÜKÜMETİ ÇOK HIRSLI'
    Öte yandan Yang, bu tablonun Türkiye hükümetinin ‘çok hırslı' olmasından kaynaklandığını belirterek "Türkiye, sınırlı gücüyle ABD, Rusya ve Çin arasında oyun oynamak konusunda dikkatli olmalıdır. Türkiye'nin, kabiliyetinin ötesinde bir oyuna girmesi, zarar görmesiyle sonuçlanabilir" ifadelerini kullanıyor. ‘ÇİN, SURİYE'YE DÜNYA STANDARTLARINDA YARDIM SUNABİLİR' Çin: Suriye krizinden tek gerçekçi çıkış yolu siyasi çözüm Çin'in Suriye'deki konumuna ilişkin de konuşan Yang, "Çin, Suriye'deki savaşa dahil olmak istemedi, ancak diğer bütün uluslararası meselelerde yaptığı gibi siyasi çözümü savundu. Ancak savaş sonrası yeniden yapılanma döneminde, Çin Suriye'ye dünya standartlarında yardım sunabilir" dedi. Yang ayrıca, Suriye'deki savaşın Çin'e olabilecek muhtemel etkilerine dair ise "Suriye'deki yeni durumla birlikte, savaş alanlarında tecrübe kazanan teröristler, yeni saldırılarda bulunmak üzere dünyanın diğer bölgelerine gidebilir. Bu durum, uluslararası kamuoyu gibi Çin için de çeşitli zorluklarla yüzleşmek anlamına gelebilir" dedi. ‘BAZI BÖLGE ÜLKELERİ TERÖRİSTLERE YARDIM ETTİ'
    Suriye'de oluşan bu tehlikeli durumun oluşmasında ‘bazı bölge ülkelerinin sorumluluğu' olduğunu da hatırlatan Yang, "Geçtiğimiz yıllarda, bazı bölge ülkeleri kendi çıkarlarını korumak ve teröristlerin Suriye'ye girebilmeleri için çok sayıda yardımda bulundular. Şimdi ise bu teröristler savaş tecrübesi edindi, daha tehlikeli hale geldiler ve uluslararası kamuouna yönelik tehditleri artıyor" ifadelerini kullandı.


    ***

    17 Mayıs 2020 Pazar

    BÖLGESEL GÜVENLİK BAĞLAMINDA KARADENİZ HAVZASINDAKİ STRATEJİK REKABETİN ‘DÜNÜ-BUGÜNÜ-YARINI’ VE FRANSA’NIN BU REKABETTEKİ ROLÜ BÖLÜM 2

    BÖLGESEL GÜVENLİK BAĞLAMINDA  KARADENİZ HAVZASINDAKİ STRATEJİK REKABETİN  ‘DÜNÜ-BUGÜNÜ-YARINI’  VE FRANSA’NIN BU REKABETTEKİ ROLÜ BÖLÜM 2




    “2006 yılı sonuna kadar Türkiye’nin yürüttüğü harekâta 27 Aralık 2006
    tarihinde Rusya Federasyonu da katılmıştır. 17 Ocak 2007’de Türkiye ve Ukrayna Deniz Kuvvetleri Komutanları Ukrayna’nın katılımına ilişkin protokol
    imzalamışlardır. Bu harekâtın görevi yasadışı faaliyetlere karıştıklarından şüphe
    duyulan ticari gemileri tespit etmek ve izlemektir.”13

    Bundan başka; öncelikle Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin ve sonrasında diğer küresel ve bölgesel güçler anlamındaki aktörlerin Karadeniz’de çok uluslu askerî tatbikatların gerçekleştirilmesinin ne denli önemli olduğunu unutmamaları gerekmektedir.

    Bununla ilgili olarak; 1997 yılından beri her sene düzenli olarak Ukrayna’da ve bu sene 2013 yılının Temmuz ayında Karadeniz’de (Ukrayna’da) ‘Deniz Meltemi 2013’ adlı bir askerî tatbikatın düzenlenmiş olduğunu belirtmekte fayda var. Sözkonusu tatbikat bölgedeki güvenlik ve istikrarı kalıcı hale getirmek amacıyla 12 gün sürmüş ve birleşik olarak kara-hava-deniz olarak gerçekleşmiştir. Tatbikat hakkında ayrıntılı bilgi sunan Harp Okulu Uluslar arası İlişkiler Bölümü eski başkanı ve halen Bilgesam Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Doç. Dr. Atilla Sandıklı:
    “Deniz Meltemi 2013 gibi tatbikatların bölge donanmalarını bir araya getirmek
    suretiyle bölgede barış ve istikrara hizmet ettiğini ve katılımcıların bölge realitesine yönelik ortak görüş ve çıkarları paylaştıklarını”14 dile getirmiştir. Devamında “Bu kadar önemli bir listede yer almak, ülkemizin kendi deneyimlerini paylaşmasının yanı sıra bölgenin kendini savunma kapasitesini de arttırmaktadır”15 demiştir. Yine bundan başka; diğer ülkeler gibi Türkiye’nin de Karadeniz Havzası’nın güvenliği sağlamak için; Avrupa Komşuluk ve Ortaklık Aracı kapsamında yürütülen ve Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Rusya ve Ukrayna’nın katıldığı programın ortak yönetim makamı Romanya Kalkınma ve Bayındırlık Bakanlığı’ dır. Programın Türkiye’de yürütülmesinden ise kısa adı TİKA olan Türk İşbirliği İdaresi ve Kalkınma Ajansı sorumludur.

    Ukrayna

    S.S.C.B’nin dağılmasından sonra kurulan Ukrayna, bir taraftan AB taraftarları öte yandan eskisi gibi Rusya’ya bağlanma isteğinde olanlar olmak üzere ülke olarak ikilem yaşamaktadır:

    “Ukrayna ise Batıya entegre olmak isteyenlerle Rusya ile birlikte hareket etmek
    isteyenler arasında mücadeleye sahne olmaktadır.”16
    Bununla birlikte “Ukrayna bugün, NATO ile birlikte, kendini Rusya'ya karşı daha
    güvenli görmektedir. Ukrayna’nın NATO içinde, olması ve Rusya’ya karşı bir tampon görevi üstlenmesi, aslında, Rusya'nın sıcak denizlere inme emellerine de bir sekte daha vurmaktadır.”17 Ayrıca, “Ukrayna, nüfusunu ve coğrafyasını göz önünde tutarak bir bölgesel güç olma isteğini de korumaktadır. Ancak siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, Rusya’ya enerji bağımlılığı gibi etkenler bu isteğin gerçekleşmesine yönelik adımları engellemektedir. Öte yandan, Batılı kurumlarla bütünleşmeyi farklı dönem ve yollarda deneyen Ukrayna, özellikle batısındaki komşularıyla ilişkilerinde zaman zaman baskıcı ve yayılmacı sinyaller de verebilmektedir.”18

    Gürcistan

    Soğuk Savaş döneminin bitmesinden sonra:

    “Gürcistan çok istikrarsız süreçlerden geçmiştir. Batıya entegre olmak isteyen
    Gürcistan NATO üyesi olmayı hem güvenlik hem de dış politika yönelimi açısından istemektedir.”19

    “Renkli devrimler Baltıklar-Karadeniz-Hazar Denizi hattında yeni bir güç
    mücadelesinin başlangıcını oluşturmuştur. ABD bu çerçevede Karadeniz’e kıyısı olan iki devlette (2003’te Gürcistan ve 2004’te ise Ukrayna) renkli devrimleri desteklemiş ve bu ülkelerde Batı yanlısı rejimler iş başına gelmiştir. Ardından ise bu ülkenin öncülüğünde Baltıklar-Karadeniz-Hazar Denizi hattında Demokratik Devletler Birliği (DDB) kurulması çalışmaları başlatılmıştır. Bu girişim Rusya’nın öncülüğünde kurulan Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’na ciddi bir darbe niteliğindedir.”20

    Karadeniz Havzası’ndaki Stratejik Rekabette Fransa’nın Rolü

    Nicolas Sarkozy Dönemi

    Her ne kadar Fransa, Mitterand döneminde S.S.C.B’nin dağılması konusunda
    dağılmaya karşı olarak yapıcı bir politika izlemiş de olsa, dağılmanın önüne
    geçememiştir. Fransa’nın bu süreçte izlemiş olduğu politikanın amacı daha ziyade bu dağılmanın Avrupa’da yaratacağı olumsuz sonuçlarına meydan vermemek idi. Zira bu dönemde Avrupa’nın huzur ve refahı tehdit altında olup istikrarın kalıcılığı tehlikeye girebilirdi. İşte bütün bu kaygılarla Fransa, S.S.C.B’nin dağılmaması yönünde adımlar atmış ve Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden biri olan Rusya ile olan o dönemdeki ilişkisini bu çerçevede geliştirmiştir.

    Soğuk Savaş sonrası dönemde ise AB ile Rusya arasındaki ilişkiler hızlı bir şekilde başlamış ve kısa sürede büyük bir ivme kazanarak günümüze kadar süregelmiştir.
    Birlik ile Rusya Federasyonu arasındaki ortak stratejik eylem planları doğrultusunda gerçekleştirilen müzakereler ve buna yönelik antlaşmalar bu ilişkinin daima sıcak kalmasına neden olmuştur. Ancak, Rusya’nın Gürcistan’a saldırısı nedeniyle ara verilen AB ile Rusya arasındaki ortaklık müzakereleri 14 Kasım 2008 tarihinde

    Fransa’nın Nice kentinde gerçekleştirilen ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Rusya Cumhurbaşkanı Dimitri Medvedev’in katıldığı AB-Rusya Zirvesi’nde yeniden başlatılmıştır.

    Bununla beraber, AB’nin kurucu ülkelerinden Almanya ve Fransa’nın Rusya ile olan son yıllardaki ilişkileri ise kayda değerdir. Fransa, bu dönemde Rusya ile olan ilişkilerini biraz da Almanya ile yarış halinde olarak sürdürmektedir. Kimi
    araştırmacıların ve dış politika uzmanlarının görüşleri, bilhassa Fransa’nın Rusya ile olan ilişkilerinde, Fransa’nın ABD tarafında değil, daha ziyade Rusya tarafında yer aldığını belirtir tarzdadır:

    “Rusya’nın AB’nin önde gelen ülkelerinden olan Almanya ve Fransa ile olan ikili
    ilişkilerine bakıldığında görülmektedir ki, bu ilişkiler Moskova açısından tatmin edici bir düzeydedir. Nitekim bu iki ülke ABD’nin Karadeniz politikalarını destekleyerek Rusya’yı dışlamaktansa, Rusya ile kendi çıkarları doğrultusunda ilişkiler geliştirmeyi tercih etmişlerdir.”21

    Zaten Rusya da, Almanya ve Fransa’nın Karadeniz konusunda ABD tarafı yerine
    kendi tarafında olmalarından memnun olduğu için, AB’nin kurucu ülkelerinden bu iki ülke ile olan ilişkisini her daim sıcak ve kalıcı tutmaya çalışmaktadır. Rusya’nın bundaki amacı AB’ni daha yakından tanıma isteğidir. Hatırlanacak olursa; Rusya’nın talebi üzerine 18 Ekim 2010 tarihinde Almanya, Fransa ve Rusya olmak üzere üç ülkenin Cumhurbaşkanları; Angela Merkel, Nicolas Sarkozy ve Dimitri Medvedev Deauville’de bir araya gelmişti. Bu üçlü zirvede, Rusya konseyi ve NATO arasında füze savunma sistemiyle ilgili işbirliğinin geliştirilmesi konusu ile Rus vatandaşlarının AB ülkelerini ziyareti sırasında yaşadığı vize sorunlarının ortadan kaldırılması hususu ve ortak güvenlik politikaları üzerinde durulmuştur. Ayrıca söz konusu zirvede; Fransa, Rusya ve Almanya içerisinde kişilerin, malların, hizmetlerin ve sermayelerin özgürce dolaştığı hukuk devleti ve demokrasi değerleri üzerine kurulmuş ortak bir alanın stratejik görüntüsünün desteklendiğinin altı çizilmiştir. Bununla beraber bu üç ülke, Avrasya ve Avro-Atlantik bölgelerindeki güvenlik sorunları üzerinde beraberce çalışacaklarına söz vermişlerdir.

       Bundan başka, çok yakın bir tarihte, 17 Haziran 2011’de gerçekleştirilen St.
    Petersburg Ekonomik Forumu’nda Fransa, Rusya ile Mistral sınıfı savaş gemilerinin satışıyla ilgili olarak 1,7 milyar Euro’luk bir askerî antlaşma imzalamıştır. Antlaşma gereği Fransa sözkonusu gemileri Rusya’ya 2015 yılında teslim edecektir. Dolayısıyla bu antlaşma ile Rusya, AB içerisinde de varlığını hissettirmiş olacaktır. Zaten Rusya, Birliğin kurucu ülkelerinden Almanya ve Fransa ile kurmuş olduğu ilişkilerle daha öncesinden AB’de olup-biteni yakından takip etme şansını elde etmişti. Ayrıca Rusya, Fransa ile imzalamış olduğu bu antlaşma ile Karadeniz’in uluslararası bir deniz olduğunu bütün dünyaya bir kere daha hatırlatmış bulunmaktadır. Bu antlaşmanın Rusya’ya sağlayacağı en önemli avantaj ise şu olacaktır: NATO’nun Karadeniz ve Kafkasya’ya girişinin engellenmesi önemli ölçüde gerçekleştirilmiş olup, ABD’nin bölgedeki varlığı en azından bir süreliğine de olsa ertelenmiş olacaktır. 

    Ancak yine de:

    “Hazar bölgesi olarak tabir edebileceğimiz bu bölgede enerji kaynaklarının işletim hakları konusunda gösterilen mücadeleye Türkiye ve Rusya gibi bölge ülkelerinin yanısıra ABD, İngiltere ve Fransa gibi dünya güçlerinin de katılması ve bu ilk raundu büyük oranda ABD önderliğindeki Batılı şirketlerin kazanması, Rusya’nın kıskançlığını ve tahammül sınırlarını zorlamıştır. Ancak, aslında Türkiye gibi Rusya’nın bu konuda içinde bulunduğu ekonomik krizler sebebiyle fazla yapacağı bir şey yoktu ve bölgede parası olan büyük Batılı şirketler enerji kaynaklarından “aslan payını” almışlardı. Rusya, bu enerji kaynaklarından pay sahibi olma sürecinde Türkiye ile doğrudan çok ciddi mücadele etmemiştir. 

    Zira, bu dönemde enerji kaynakları daha çok Batılı şirketlerin kontrolüne girmiştir. ”22

    Bununla beraber, şu anda Rusya çok sayıda ülkenin enerji tedarikçisi konumunda bir ülkedir. Dolayısıyla, diğer Avrupa ülkeleri gibi Fransa’nın da Rusya ile enerji ve doğal gaz anlaşmaları mevcuttur. Zira Fransa, doğalgaz ihtiyacının %35’ini Rusya’dan karşılamaktadır. Bu nedenle Rus şirketi Gazprom ile Fransız şirketi Gaz de France arasındaki anlaşmanın süresi taraflarca onbeş yıl daha uzatılmıştır:

    “Rusya’nın devlet tekelindeki şirketi ‘Gazprom’, Fransız ‘Gaz de France’ şirketi ile
    var olan doğalgaz anlaşmasını, 2015 yılından 2030 yılına kadar uzatıp, Fransız
    doğalgaz piyasasında doğalgaz tüketicisine doğrudan ulaşarak, konut ve işyerlerine doğalgaz satış yetkisini elde etmiştir.”23

    Enerji konusuna gelince; Rusya’nın ve diğer Orta Asya ülkelerinin sahip olduğu
    doğalgazın ve enerjinin Avrupa’ya nakli konusunda ülkemizin değeri bir kere daha bütün dünya tarafından açık ve net bir şekilde anlaşılmaktadır. Enerji nakil hattı konusunda gerek Nabucco Projesi ve gerekse Güney Akım Projesi ile yine konumu gereği ülkemiz dikkatleri üzerinde toplamaktadır. Türkiye’den geçmesi ve 2015 yılında devreye girmesi planlanan Güney Akım Projesi için, İtalyan’lar ve Alman’lardan sonra Fransız’ların da Éléctricité de France (EDF) adlı enerji
    şirketleriyle projeye talip oldukları, Rus doğalgaz şirketi Gazprom’un CEO’su
    Aleksey Miller tarafından dile getirilmiştir. Konuyla ilgili olarak:

    “Güney Akım’ın geçeceği kendi ekonomik alanında jeolojik inceleme izni veren
    Ankara, hattın inşası ile ilgili izin için Moskova’dan rapor beklemektedir. Samsun- Ceyhan petrol boru hattı, Mersin Akkuyu nükleer santrali, Mavi Akım ve diğer enerji alanlarında Rusya ile işbirliğini sürdüren Türkiye, hem Güney Akım hem de Nabucco’nun inşa edilebileceğini savunmaktadır..”24

    Bu arada hemen belirtelim: özünde, Türkmenistan gazının Azerbaycan gazı ile
    beraber Hazar Denizi’nin altına döşenecek bir boru hattıyla önce Türkiye’ye sonra oradan AB’ne ulaştırılması olan Nabucco Projesi 27 Haziran 2013’te iptal edilince yerine söz konusu gazın Yunanistan ve Arnavutluk üzerinden İtalya’ya ulaştırılmasını öngören ve inşaası 2019 yılında tamamlanacak olan Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi (TAP) geçmiştir.

    Dolayısıyla Fransa, Türkiye’yi AB içerisinde görmek istemediğini her seferinde
    çeşitli bahaneler sunarak ısrarla dile getirse de, bu durum kendisi açısından gelecekte zorluk yaşamasına neden olacaktır. Zira Fransa, Türkiye’nin Karadeniz’e kıyısı olan bir ülke olduğunu unutmaktadır:
    “Sarkozy’nin siyasi miyopluğunu kanıtlayan ufuksuzluk tam da bu noktada kendini göstermektedir. Çünkü Türkiye’nin birlik içinde yer alması veya birlik dışında kalması bölgenin tüm ağırlık merkezinin, güvenli, istikrarlı ve müreffeh Orta ve Doğu Avrupa’ya doğru mu, yoksa nispeten güvensiz, yoksul ve istikrarsız Hazar Havzası ve ötesine doğru mu kaykılacağını tayin edecektir.”25
    Bununla beraber Fransa’nın, Türkiye’nin KEI’deki rolünü de unutmaması lehine
    olacaktır.

    Sonuç olarak Fransa, Türkiye ile olan ilişkilerini gerek AB’nin genişleme
    politikası çerçevesinde, gerekse kendisinin belirlemiş olduğu Karadeniz politikası ve Kafkasya stratejisinde ve gerekse yakın zamanda Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin NATO’ya üye olacağını hesaba katarak bir kere daha gözden geçirmelidir.

    Fransa’nın ilişki kurduğu Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden biri de Gürcistan’dır.
    Gürcistan aynı zamanda bir Güney Kafkasya ülkesidir. Ne ilginçtir ki Gürcistan’ın
    toprak bütünlüğünün kalıcı olması onun Rusya ile kurduğu ilişkiye bağlıyken, 2008 yılında Rusya Gürcistan’a saldırmış ve beş gün süren bir çatışma yaşanmıştır. İşte tam da bu süreçte Fransa, Rusya ile Gürcistan arasında arabuluculuğa soyunmuştur. Bizzat Nicolas Sarkozy tarafından ateşkese çağrılan Rusya, askerlerini Gürcistan’dan çekme taahhüdüne uyarak savaşa son vermiştir.

    Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili, 2010 yılının Haziran ayında Fransa’yı ziyaret etmiş ve bu ziyaretinde Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile NATO, İsrail ve mevcut genel sorunlar üzerinde müzakerelerde bulunmuştur. 2011 yılının Ekim ayında ise Sarkozy’nin Güney Kafkasya ülkelerini ziyaret edeceği Gürcistan’ın Fransa büyükelçisi Mamuka Kudava tarafından belirtilmiş ve bu ülkelerden Gürcistan’a yapacağı ziyaretin ise dikkatle izleneceği dile getirilmiştir.

    Sonuç

    Batıdan doğuya 1200 km, kuzeyden güneye ise 600 km’lik bir alana yayılmış
    olan Karadeniz’de Soğuk Savaş döneminde var olan müttefiklik anlayışı bu dönem sonrasında yerini çok uluslu ve çok zeminli bir stratejik rekabete bırakmıştır. Ancak Karadeniz Havzasında ki genel manzara bu şekilde görülse de, yeryüzünün bu bölgesinde aslında yine iki süper gücün güç mücadelesi içerisinde olduğu görülmektedir. 

    Bu bağlamda genel bir değerlendirme yapılacak olursa Karadeniz Havzası:

    “Enerji jeopolitiğinin hem kaynak hem de erişim odağıdır. Çok taraflı mücadelenin sahnesidir. Soğuk Savaş döneminin iki süper gücünün yeniden eskiyi hatırlatırcasına doğrudan karşı karşı geldikleri potansiyel çatışma alanıdır. ABD açısından Avrasya egemenliği hedefinin jeopolitik düğüm noktalarından biridir. 
    Bu anlamda Karadeniz, Avrasya mücadelesinin en önemli sinir uçları arasındadır.”26

    Küresel güç aktörlerinden ABD’nin ve beraberinde emperyalizminin bir anlamda
    Güney-Doğu Avrupa’ya diğer bir ifade ile Balkanlar’a NATO aracılığıyla
    yerleşmesinden sonra, benzer taktikin ABD tarafından Karadeniz bölgesi için de
    sergileneceği düşünülmektedir.

    Bir diğer küresel güç aktörlerinden AB’nin ve onun içerisinde yer alan Fransa’nın
    Karadeniz Havzası’ndaki çıkarları ve bu havzaya katkıları AB ve ABD ile paralel
    olarak ilerlemektedir. Son dönem Fransız dış politikası, bilhassa Sarkozy iktidarı
    döneminde geliştirilen dış politika, güvenlik odaklı olup, barışçıl ve aynı zamanda
    arabuluculuğa yönelik tarzda ilerlemektedir. Bununla birlikte, her ülke gibi Fransa’nın da, çıkarlarını ön planda tutarak hareket ettiği düşünülürse, Karadeniz Bölgesi’ne ve Kafkasya’ya yönelik geliştirdiği politikaların AB’nin genişleme süreciyle ve ABD’nin bu bölgeye yerleşme zamanıyla paralel olarak ilerleyeceği söylenebilir. Ayrıca Sarkozy dönemindeki dış politika anlayışının De Gaulle tarzı dış politikanın bir tür devamcısı niteliğinde olduğu hesaba katılınca, ister istemez Fransa’nın bölgeye yönelik stratejilerini onun Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerle kuracağı ilişkiler belirleyecektir. Dolayısıyla Fransa, Senegal’den Pakistan’a kadar uzanan, bildik bir ifadeyle ise ‘Dakar’dan Peşaver’e kadar olan coğrafya’daki egemenliğine ilaveten küreselleşme sürecinin de sağladığı katkıyla yerinde duramayan ve kabına sığmayan bir Fransa olarak dış politika enstrümanlarının yönünü Karadeniz’e ve Kafkasya’ya doğru çevirecektir.

    “Fransız parlamenterlerinin boğazların uluslar arası bir komisyon tarafından
    yönetimine ilişkin tasarı hazırlıkları, Montrö Boğazlar Sözleşmesini fesih hakkı
    bulunan ‘Montrö’ye akit devlet’ sıfatına sahip Romanya’nın ABD’nin ilgisine mahzar olması, ABD’nin Karadeniz’e kıyısı olan Balkan ülkelerinde yeni üsler oluşturması küresel ve bölgesel rekabetin Karadeniz’e yönelen ilgisinden Türkiye’ye yansıyan jeopolitik sorunlara verilebilecek örneklerdir. Karadeniz konusuna NATO’nun da müdahil kılınma arzusu, Türkiye açısından bir başka açmazdır. Görünen odur ki, Karadeniz ve Türk Boğazları Avrasya egemenlik arzularının mücadele sahası haline gelecektir. 

    Bir kez daha Türkiye adına gerçekler tüm çıplaklığıyla ortadadır.”27

    KAYNAKÇA

    Alakbar Raufoğlu, Svetla Dimitrova, Paul Ciocoiu, “Karadeniz’deki Çok Uluslu
    Askeri Tatbikat Güvenliği”, Setimes,
    http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/features/2013/07/17/feature-04  (Erişim: 27 Ağustos 2013)

    Ardan Zentürk, “Amerika ile Krizin Asıl Nedeni”, Star Gazetesi, 28 Şubat 2005.

    Ferhat Özden, “Enerjide Devleşen Ülke Rusya”,
    http://www.turkishrelations.com/rusya-federasyonu/enerjide-devle-en-ulke-rusya (Erişim: 23 Ağustos 2013)

    Kamer Kasım, “Türkiye’nin Karadeniz Politikası: Temel Parametreler ve Stratejiler”,
    http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/eVRqmB4CKUXHvPJTAUQF9U6skITPdp.pdf (Erişim: 03 Mart 2013)

    Mesut Taştekin, “Türk-Amerikan İlişkilerinde AB’nin Rolü ve Önemi”,
    http://www.habususlu.com/makale36.htm (Erişim: 15 Haziran 2007)

    Mustafa Can, “Amerikan Donanması Karadeniz’de”, Ufuk Ötesi, Kasım 2008,
    http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20060785 (Erişim: 09 Aralık 2008)

    “Nabucco’nun Rakibi Güney Akım’a Fransızlar ve Almanlar da Ortak Oluyor”,
    http://enerjienstitusu.com/2011/09/07/nabucconun-rakibi-guney-akim%E2%80%99afransiz-
    ve-almanlar-da-ortak-oluyor/ (Erişim: 14 Eylül 2011)

    Nuray Yusuf, “Rusya’nın Balkanlar Denkleminde Bulgaristan Politikası”,
    http://btk.balgoc.org.tr/yazilar/nyusuf.html (Erişim: 19 Kasım 2011)

    Özdem Sanberk, Murat Sungar, “Karadeniz Ekonomik İşbirliği veya Barış Mantığı”, Radikal, 5 Haziran 2007, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=223192
    (Erişim: 15 Haziran 2007)

    Sinan Oğan, “Küresel Mücadelenin Yeni Rekabet Alanı: Karadeniz ve Montrö Anlaşması”,
    http://www.turksam.org/tr/a907.html (Erişim: 15 Haziran 2007)

    Yalçın Sarıkaya, “Turuncuya Veda: Ukrayna’nın Kritik Seçimi”,
    http://www.karam.org.tr/Makaleler/83105678_sarikaya.pdf   (Erişim: 15 Ağustos 2010)

    Yaşar Hacıoğlu, “Karadeniz Jeopolitiğinden Türkiye’ye Yansıyanlar”,
    http://www.turkpolitika.com/doryasar-hacihoglu-mainmenu-72/16-doryahaciho/542-doryahaciho (Erişim: 15 Mayıs 2012)


    DİPNOTLAR;

    1 HACIOĞLU Yaşar, Karadeniz Jeopolitiğinden Türkiye’ye Yansıyanlar,
       http://www.turkpolitika.com/doryasar-hacihoglu-mainmenu-72/16-doryahaciho/542-doryahaciho
    2 OĞAN Sinan, Küresel Mücadelenin Yeni Rekabet Alanı: Karadeniz ve Montrö Anlaşması,
       http://www.turksam.org/tr/a907.html
    3 OĞAN Sinan, Küresel Mücadelenin Yeni Rekabet Alanı: Karadeniz ve Montrö Anlaşması,
       http://www.turksam.org/tr/a907.html
    4 CAN Mustafa, Amerikan Donanması Karadeniz’de,
       http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20060785
    5 HACIOĞLU Yaşar, Karadeniz Jeopolitiğinden Türkiye’ye Yansıyanlar,
       http://www.turkpolitika.com/doryasar-hacihoglu-mainmenu-72/16-doryahaciho/542-doryahaciho
    6 OĞAN Sinan, Küresel Mücadelenin Yeni Rekabet Alanı: Karadeniz ve Montrö Anlaşması,
       http://www.turksam.org/tr/a907.html
    7 KASIM Kamer, Türkiye’nin Karadeniz Politikası: Temel Parametreler ve Stratejiler,
       http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/eVRqmB4CKUXHvPJTAUQF9U6skITPdp.pdf
    8 OĞAN Sinan, Küresel Mücadelenin Yeni Rekabet Alanı: Karadeniz ve Montrö Anlaşması,
       http://www.turksam.org/tr/a907.html
    9 OĞAN Sinan, Küresel Mücadelenin Yeni Rekabet Alanı: Karadeniz ve Montrö Anlaşması,
       http://www.turksam.org/tr/a907.html
    10 HACIOĞLU Yaşar, Karadeniz Jeopolitiğinden Türkiye’ye Yansıyanlar,
         http://www.turkpolitika.com/doryasar-hacihoglu-mainmenu-72/16-doryahaciho/542-doryahaciho
    11 CAN Mustafa, Amerikan Donanması Karadeniz’de,
         http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20060785
    12 ZENTÜRK Ardan, “Amerika ile Krizin Asıl Nedeni”, Star Gazetesi, 28 Şubat 2005.
    13 KASIM Kamer, Türkiye’nin Karadeniz Politikası: Temel Parametreler ve Stratejiler,
         http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/eVRqmB4CKUXHvPJTAUQF9U6skITPdp.pdf
    14 RAUFOĞLU Alakbar, DİMİTROVA Svetla, CIOCOIU Paul, “Karadeniz’deki Çok Uluslu Askeri
        Tatbikat Güvenliği Arttırıyor”,
        http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/features/2013/07/17/feature-04
    15 RAUFOĞLU Alakbar, DİMİTROVA Svetla, CIOCOIU Paul, “Karadeniz’deki Çok Uluslu Askeri
        Tatbikat Güvenliği Arttırıyor”,
        http://www.setimes.com/cocoon/setimes/xhtml/tr/features/setimes/features/2013/07/17/feature-04
    16 KASIM Kamer, Türkiye’nin Karadeniz Politikası: Temel Parametreler ve Stratejiler,
        http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/eVRqmB4CKUXHvPJTAUQF9U6skITPdp.pdf
    17 TAŞTEKİN Mesut, Türk-Amerikan İlişkilerinde AB’nin Rolü ve Önemi,
        http://www.habusulu.com/makale36.htm
    18 SARIKAYA Yalçın, Turuncuya Veda: Ukrayna’nın Kritik Seçimi,
        http://www.karam.org.tr/Makaleler/83105678_sarikaya.pdf
    19 KASIM Kamer, Türkiye’nin Karadeniz Politikası: Temel Parametreler ve Stratejiler,
        http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/eVRqmB4CKUXHvPJTAUQF9U6skITPdp.pdf
    20 OĞAN Sinan, Küresel Mücadelenin Yeni Rekabet Alanı: Karadeniz ve Montrö Anlaşması,
        http://www.turksam.org/tr/a907.html
    21 YUSUF Nuray, Rusya’nın Balkanlar Denkleminde Bulgaristan Politikası,
        http://btk.balgoc.org.tr/yazilar/nyusuf.html
    22 OĞAN Sinan, Küresel Mücadelenin Yeni Rekabet Alanı: Karadeniz ve Montrö Anlaşması,
        http://www.turksam.org/tr/a907.html
    23 ÖZDEN Ferhat, Enerjide Devleşen Ülke Rusya,
        http://www.turkishrelations.com/rusya-federasyonu/enerjide-devle-en-ulke-rusya
    24 Nabucco’nun Rakibi Güney Akım’a Fransız ve Almanlar da Ortak Oluyor,
        http://enerjienstitusu.com/2011/09/07/nabucconun-rakibi-guney-akim%E2%80%99a-fransiz-vealmanlar-da-ortak-oluyor/
    25 SANBERK Özdem, SUNGAR Murat, “Karadeniz Ekonomik İşbirliği veya Barış Mantığı”,
        http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=223192
    26 HACIOĞLU Yaşar, Karadeniz Jeopolitiğinden Türkiye’ye Yansıyanlar,
        http://www.turkpolitika.com/doryasar-hacihoglu-mainmenu-72/16-doryahaciho/542-doryahaciho
    27 HACIOĞLU Yaşar, Karadeniz Jeopolitiğinden Türkiye’ye Yansıyanlar,
         http://www.turkpolitika.com/doryasar-hacihoglu-mainmenu-72/16-doryahaciho/542-doryahaciho


    ***

    BÖLGESEL GÜVENLİK BAĞLAMINDA KARADENİZ HAVZASINDAKİ STRATEJİK REKABETİN ‘DÜNÜ-BUGÜNÜ-YARINI’ VE FRANSA’NIN BU REKABETTEKİ ROLÜ BÖLÜM 1

    BÖLGESEL GÜVENLİK BAĞLAMINDA  KARADENİZ HAVZASINDAKİ STRATEJİK REKABETİN  ‘DÜNÜ-BUGÜNÜ-YARINI’  VE FRANSA’NIN BU REKABETTEKİ ROLÜ BÖLÜM 1




    Ayşim Parlakyıldız
    * BİLGESAM Eski Stajyeri, Doktora Öğrencisi 



       Askerî, politik ve ekonomik müdahalelere tarihi boyunca açık halde bulunmuş olan ve günümüzde de açık halde bulunan Karadeniz; konumu gereği, Avrupa ile Kafkasya ve Orta Asya arasında köprü vazifesi gören ve aynı zamanda kuzey ülkelerini güney ülkeleriyle buluşturan bir coğrafyaya sahiptir. Bununla birlikte; İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı sayesinde bir ‘iç deniz’ olmaktan kurtulan Karadeniz;

    “uluslararası bir deniz” olma özelliğine kavuşmuş ve böylelikle kendisine kıyı olan ve olmayan ülkeleri bir taraftan bir araya getirip huzur ve istikrar sağlarken, öte yandan bu ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları, anlaşmazlıklar ve ihtilaflar nedeniyle onları birbirinden uzaklaşır hale getirmiştir. Bu nedenle yakın zamanda, tamamı AB’ne ve NATO’ya üye olacak ülkelere kıyı oluşturan Karadeniz’in; sadece ABD ile Rusya’nın değil, AB üye ülkelerinin de birbirleriyle güç mücadelesi içerisinde olacağı bir mekân haline dönüşeceği düşünülmektedir. Onun içindir ki; yeryüzünde belki de en çok barış, güven ve istikrar ortamının yaratılması ve bunun sürdürülebilir olmasının sağlanması gereken bölgelerden biri Karadeniz’dir.

    AB genişleme politikası gereğince, AB’ne Bulgaristan ve Romanya’nın da dahil
    olmasıyla, Birlik, artık Karadeniz’e de pencerelerini açmış bulunmaktadır.
    Dolayısıyla Birliğin Kafkasya politikası açılan bu kapılar sayesinde şekillenirken bir yandan da AB’nin doğal kaynaklara duyduğu ihtiyacın giderilmesinde Karadeniz’in önemi daha da görünür hale gelmiştir. Özetle; bütün Avrupa’nın enerji ihtiyacının karşılanmasında özel bir yeri ve anlamı olan Karadeniz’in aynı zamanda Birliğin genişleme politikasına da dolaylı yoldan hizmet edeceği rahatlıkla söylenebilir. 

    Bu bağlamda Avrupa Birliği’nin kurucu ülkelerinden biri olan Fransa’nın Karadeniz Bölgesi’ne ve Kafkasya’ya yönelik geliştirdiği politikaların AB’nin genişleme süreciyle ve ABD’nin bu bölgeye yerleşme zamanıyla paralel olarak ilerleyeceği söylenebilir. Fransa’daki düşünce kuruluşları, siyasetbilimciler ve dış politika uzmanları Fransız dış politikasınca belirlenen stratejiler ve politikalar çerçevesinde Karadeniz Bölgesi’ne yönelik gerçekleştirilecek bölgesel işbirliklerinde karşılaşılacak riskler ve kazanımlar üzerine çalışmalar yapmaktadır. KEİ’ne gözlemci ülke sıfatıyla katılan Fransa’nın Karadeniz’e uzanışı bölgeye kıyısı olan altı ülke; Rusya, Gürcistan, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye ile kurduğu ilişkiler sayesinde gerçekleşmektedir. 

    Dolayısıyla Fransa’nın Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerle kuracağı
    ilişkiler bölgeye yönelik geliştireceği stratejilerde belirleyici bir unsur olarak
    karşımıza çıkacaktır.

    Bu çalışmada Karadeniz’in önemi, bölgeye hâkim olan/olacak olan ülkeler üzerinden ve bölgesel güvenlik bağlamında ortaya koyulmaya çalışılacaktır.
    Anahtar sözcükler: Bölgesel güvenlik, Karadeniz, KEİ, AB, Fransa.

    Giriş

    Rekabet kavramının gerçekleşmesinde temel etken hiç şüphesiz “insan”ın
    kendisidir. Ancak işin içerisine mekânsal neden olarak “coğrafya”, zamansal neden olarak “tarih” ve hırsa değin neden olarak “insan” faktörünün girmesiyle bu kavram gündelik anlamının yanısıra farklı boyutlar kazanmış ve bilhassa uluslararası ilişkilerde ülkelerin arasındaki ilişkileri belirleyen temel unsurlardan biri olmuştur.

    Dolayısıyla ister istemez her ülke belirli bir strateji geliştirme ihtiyacı duymuş ve yine buna bağlı olarak birtakım kaygılar nedeniyle ortaya güvenlik sorunu çıkmıştır.
    Bölgesel ölçekte de olsa bütün dünya için önem arz eden bölgesel güvenlik anlayışı, geçmişte sorun oluşturmuş ve gelecekte de sorun oluşturabilecek olan yeryüzünün bazı bölgelerinde/merkezlerinde bugün halen daha tam anlamıyla olmasa da yerleşmiş bir haldedir. Bu nedenle bölgesel güvenlik anlayışının tam olarak yerleşmesi ve işlerlik kazanması için ülkeler arasında birtakım işbirlikleri, karşılıklı antlaşmalar ve geleceğe yönelik kısa ve uzun vadeli planlar yapılmaktadır. Yeryüzünde bölgesel güvenliğin tesis edilmesi, daha açık bir ifadeyle; belki de en çok barış, güven ve istikrar ortamının yaratılması ve bunun sürdürülebilir olmasını sağlanması gereken bölgelerden biri de Karadeniz’dir.

    Askerî, politik ve ekonomik müdahalelere tarihi boyunca açık halde bulunmuş olan ve günümüzde de açık halde bulunan Karadeniz; konumu gereği, Avrupa ile Kafkasya ve Orta Asya arasında köprü vazifesi gören ve aynı zamanda kuzey ülkelerini güney ülkeleriyle buluşturan bir coğrafyaya sahiptir. Bununla birlikte; İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı sayesinde bir ‘iç deniz’ olmaktan kurtulan Karadeniz; “uluslararası bir deniz” olma özelliğine kavuşmuş ve böylelikle kendisine kıyı olan ve olmayan ülkeleri bir taraftan bir araya getirip huzur ve istikrar sağlarken, öte yandan bu ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları, anlaşmazlıklar ve ihtilaflar nedeniyle onları birbirinden uzaklaşır hale getirmiştir. Bu nedenle yakın zamanda, tamamı AB’ne ve NATO’ya üye olacak ülkelere kıyı oluşturan Karadeniz’in; sadece ABD ile Rusya’nın değil, AB üye ülkelerinin de birbirleriyle güç mücadelesi içerisinde olacağı bir mekân haline dönüşeceği düşünülmektedir.

    Karadeniz Havzası’ndaki Stratejik Rekabet

    Bugün Karadeniz; kendisine kıyı olan ve olmayan ülkeleri bir taraftan bir
    araya getirip huzur ve istikrar sağlarken, öte yandan bu ülkeler arasındaki çıkar
    çatışmaları, anlaşmazlıklar ve ihtilaflar nedeniyle onları birbirinden uzaklaşır hale
    getirmiştir. Bu nedenle yakın zamanda, tamamı AB’ne ve NATO’ya üye olacak
    ülkelere kıyı oluşturan Karadeniz’in; sadece ABD ile Rusya’nın değil, AB üye
    ülkelerinin de birbirleriyle güç mücadelesi içerisinde olacağı bir mekân haline
    dönüşeceği düşünülmektedir. Şu durumda Karadeniz’in önemi, bölgeye hâkim
    olan/olacak olan ülkeler üzerinden ve bölgesel güvenlik bağlamında bir kere daha görünür hale gelmektedir.

    “Karadeniz jeopolitiğine odaklanan mücadele kabaca üç unsura dayalıdır. Üsler,
    boru hatları ve boğazlar olarak tanımlanabilecek bu üç unsur küresel ve bölgesel
    jeopolitiğin mücadele zeminidir.” 1

    Karadeniz Havzası’ndaki stratejik rekabet pek çok yönden zaman zaman farklılıklar arz etse de kalıcı olarak bu rekabette rol alan başlıca aktörler şu başlıklar altında toplanabilir: ‘Küresel Güçler’, ‘Bölgesel Güçler’ ve ‘Uluslar arası Örgütler’. ‘Küresel Güçler’ başlığının altına ABD, AB ve Rusya Federasyonu girerken, ‘Bölgesel Güçler’ başlığının altına Karadeniz’e sınırı olan ülkeler girmektedir:

    Türkiye, Ukrayna ve Gürcistan. Bu başlık altına Romanya ve Bulgaristan’ı dahil
    etmeyiş nedenimiz bu iki ülkenin yakın zamanda da olsa AB ülkesine dönüşmüş
    olmalarıdır. Bu nedenle onları ‘Küresel Güçler’ kapsamında, AB’nin içerisinde
    değerlendirmek yerinde olacaktır.

    Nihayetinde ‘Uluslar arası Örgütler’ başlığının altına ise NATO, AGİT, KEİT gibi
    örgütler ve kısa adı GUAM olan; Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova
    ülkelerinin bir araya geldiği örgüt girmektedir.

    Karadeniz Havzası’ndaki Stratejik Rekabetin Dünü-Bugünü-Yarını 1990 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (S.S.C.B)’nin dağılıp yıkılmasıyla, daha yaygın bir ifade olan “Soğuk Savaş Dönemi”nin sona ermesiyle, Karadeniz Bölgesi’nin jeostratejik ve jeopolitik önemi daha da görünür hale gelmiş ve bölgedeki egemenlik mücadeleleri şekil ve boyut değiştirerek çok yönlü, karmaşık ve çetrefilli bir hal almıştır. Zira, artık S.S.C.B’den ayrı, bağımsız yeni devletler ortaya çıkmış ve dolayısıyla Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin sayısı çoğalmıştır. Bununla beraber, yaratılışından bu yana insanoğlu için her zaman bir tehdit unsuru oluşturan terör ve terör olayları da dikkate alındığında, -bilhassa dünyadaki stratejik mücadelelerin ve hesapların yapılmasında bazı değişikliklere yol açmış olan ABD’deki 11 Eylül Saldırısı- Karadeniz Havzası’nın stratejik anlamdaki öneminin mutlak bir şekilde idrak edilmesi zorunluluğu doğmuştur.

    Günümüzde artık uluslar arası yapılanmanda Yeni Dünya Düzeni adlı sistem
    egemen olmuş olsa da, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (S.S.C.B)’nin
    dağılmasından sonra kurulmuş olan Rusya Federasyonu aslında halen daha tek
    kutuplu dünya düzenini kabul etmemekte ve çok kutuplu bir dünya düzenini
    arzulamaktadır. Belki doğru olan da budur. Zira, gücün tek elde toplanması insanlık tarihi boyunca olumlu sonuçlar doğurmamıştır. Ancak, Karadeniz Bölgesi’nde, tarihsel arka planına bakıldığında bölgeye yönelik köklü bilgi ve belgelere sahip olması nedeniyle bölgede en hâkim devlet olarak Rusya’nın bulunmuş olması bölgeye yönelik kalıcı güvenlik stratejilerinin yaratılmasında ister istemez onun söz sahibi olmasını sağlamaktadır. Rusya’nın bölgeye yönelik bu anlamdaki gücü ise Türkiye’nin girişimiyle oluşturulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı sayesinde bir nebze de olsa azalma göstermiştir. Daha açık bir ifadeyle; KEİ sayesinde Rusya’nın bu anlamdaki gücü bir tekel oluşturmaktan ziyade gücün paylaşımına ve dağılımına yönelik bir hâl almıştır. Bu durum, Rusya’nın bu anlamdaki potansiyel gücünün yönetim şekli anlayışı ile bölgeye kıyısı olan ülkeler arasında paylaşımına neden olmuştur.

    “Bölge devletleri arasında KEI örgütünden başka 1993 yılında BM ve AB’nin desteği ile kurulmuş Karadeniz Çevre Programı (Black Sea Environment Programme) vardır.
    Yine benzer şekilde 1993 yılında AB, Avrupa-Kafkaslar-Asya Geçiş Koridoru’nun
    (The Transport Corridor Europe-Caucasus-Asia) kurulmasını desteklemiştir. 1995’te kurulan Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Gaz Aktarımı (Interstate Oil Gas Transport to Europe) da bir başka AB fonlu bölgesel programdır. Ancak AB
    genişleyen yapısı ve bunun sonuçlarını kontrol etmek için geliştirdiği YKP
    çerçevesinde daha geniş, şimdiye kadar yapılmış anlaşma ve ortaklıkları da içine
    alabilecek şemsiye anlaşmalar ve programlar yapmak istemektedir.”2


    Karadeniz Havzası’ndaki Stratejik Rekabette Küresel Güçler: ABD, AB ve Rusya


    ABD

    ABD, Karadeniz’de kendine yer açabilmek, daha doğru bir ifadeyle Karadeniz’e
    girişini meşrulaştırabilmek için 11 Eylül saldırılarını kullanmıştır. Sözkonusu
    meşrulaştırma çabası bu saldırılar sonrasında Karadeniz’de bir güvenlik boşluğu
    olduğu iddiası üzerine kuruludur. Bu bağlamda, ABD, NATO bünyesinde Akdeniz’de faaliyet gösteren Aktif Çaba Operasyonu’nun Karadeniz’de de görev yapmasını istemektedir. Bununla beraber Karadeniz’deki bazı limanlarda ve Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerde askerî üsler kurmayı planlayan ABD, Büyük Ortadoğu Projesi (B.O.P)’tan sonra ikinci büyük projesi olan Kafkasya Projesi’ni bu yolla hayata geçirme arzusundadır. Ancak Kafkasya ile beraber Orta Asya için hazırladığı stratejisini bozan bazı ülkeler de olmamış değildir:

    “Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ekonomik olarak Avrasya bölgesine yerleşen
    ABD’nin askeri olarak bu bölgeye yerleşmesi için gereken fırsatı 11 Eylül saldırıları sağlamıştır. Zira Afganistan operasyonları sebebiyle ABD Kafkasya ve Orta Asya’dan geçiş kolaylıkları ve askeri üsler elde etmeye başlamıştır. (Gerçi daha sonra Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) desteğini arkasına alan ve renkli devrimlerin kendisini de etkilemesinden korkan Özbekistan ABD üslerini ülkesinden çıkarmıştır.)”3

    2005 yılında Romanya, ABD’nin topraklarında askerî üs kurmasına izin vermiştir.
    Romanya’dan bir yıl sonra 2006 yılında Bulgaristan da ABD’nin 10 yıllık süre
    içerisinde topraklarında üs kurmasını onaylamıştır.

    “Önce Romanya, ardından da Gürcistan, Amerika’nın Karadeniz’de askeri varlık
    göstermesi için kolları sıvamıştır. Bu sözü geçen iki devlet Rus deniz gücünün ancak Amerika desteği ile dengelenebileceğine inanmaktadır. Türkiye ve Rusya ise bu iki ülkenin gereksiz, zamansız debelenmelerini endişe ile izlemekte ve gelişmelerden rahatsızlık duymaktadır. Çünkü Karadeniz’deki bir A.B.D. donanması ne bölgedeki irtica sorununa, ne de Kafkas’lardan inen Petrolün emniyetinin sağlanmasına katkıda bulunacaktır. Bu donanmanın gelme talebi bile Rusya ve Türkiye’yi birbirine çekecektir. Rus’larla Türk’ler tarihlerinde ilk defa Türk boğazları ile ilgili hemfikir durumdadırlar, A.B.D. Donanması’nın Karadeniz’de işi yoktur.”4

    Her ne kadar bölgede en eski NATO üyesi ülke olma sıfatını taşıyan ülke Türkiye de olsa, o, bu konuda, ABD’ye karşı hem endişeli hem de biraz mesafeli davranmayı yeğlemiştir. Zira, aksi halde Montrö Boğazlar Sözleşmesi tartışmalı bir hal alacaktır.

    “ABD’nin Karadeniz hevesi, 1938 Montrö Boğazlar sözleşmesiyle dolayısıyla da
    Türkiye’-nin çıkarlarıyla çelişmektedir. Ayrıca belirtilmektedir ki, ABD’nin
    Karadeniz hevesi, Avrasya egemenlik hedefinin en önemli tasarımı olan Büyük
    Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bir parçasıdır. Buna göre BOP zemininde Türkiye’nin
    ABD ile çelişen çizgileri giderek daha da belirginleşmektedir. Karadeniz ve Türk
    Boğazları konusunda ABD kadar, Balkan ve AB ülkelerinin de tavrı Türkiye açısından giderek önem kazanmaktadır.”5

    Montrö Boğazlar Sözleşmesi ABD’nin Karadeniz’e girişine engel teşkil ettiği sürece sözleşmenin değiştirilmesi yönünde çalışmalar sergileyecek olan ABD bu sefer NATO üyesi ülke sıfatıyla bölgeye giriş yapmayı deneyecektir:

    “ABD’nin Karadeniz’de etkin olabilme düşüncenin gerçekleştirilmesinde en önemli engellerden birisi Montrö’dür. Bu anlaşma değişik senaryolar içinde eritilmeye ve değiştirilmeye çalışılmak istenmektedir. ABD için kısa vadede kendi bayrağı ile Karadeniz’e girememesi durumunda NATO bayrağı altında “yumuşak geçiş” planları da gündemdedir. Ancak Kremlin bundan büyük bir endişe duymaktadır. Özellikle de Karadeniz’in NATO’ya açılması durumunda Kırım’ın Türkiye’nin kontrolüne gireceği endişesi mevcuttur.”6

    AB

    Karadeniz Havzası’ndaki stratejik rekabette bir diğer küresel güç ise AB’dir. KEI
    örgütünün yanı sıra 1993 yılında BM ve AB’nin desteği ile “Karadeniz Çevre
    Programı (Black Sea Environment Programme)” kurulmuştur. AB, aynı yıl içerisinde,

    “Avrupa-Kafkaslar-Asya Geçiş Koridoru (The Transport Corridor Europe-Caucasus- Asia)” ’nun kurulmasını desteklemiştir. Yine bunlardan başka, 1995’te kurulmuş ve AB fonlu bölgesel bir program olan “Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Gaz Aktarımı (Interstate Oil Gas Transport to Europe)” da Karadeniz Havzası için önem taşımaktadır.

    AB’nin genişleme politikası çerçevesinde, Güneydoğu Avrupa (Balkanlar) ülkeleriyle kendisi arasında yeniden şekillenen ilişki biçimi, ülkemize yönelik genişleme politikası ve Rusya Federasyonu ile stratejik ortaklık sayesinde Birlik Karadeniz’de de varlığını hissettirmektedir:

    “AB, Karadeniz Boyutu (Black Sea Dimension) adı verilen bir yaklaşım ortaya
    koymuştur. Romanya ve Bulgaristan’ın üyeliğiyle Karadeniz’e uzanan AB,
    Karadeniz’de bir kurumsallaşmaya gitmeden bölgedeki üç politikayı koordine etmek istemektedir: Güney-Doğu Avrupa ve Türkiye’ye yönelik genişleme süreci, Rusya ile stratejik ortaklık ve bölgedeki beş ülke, Ukrayna, Moldova, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile Avrupa Komşuluk Politikası çerçevesi içerinde ikili yardım ve ticaret anlaşmaları.”7

    Özetle AB; Romanya’yı ve Bulgaristan’ı Birliğe üye ülke yaparak Karadeniz’in batısında, Avrupa Komşuluk Politikası adı altında Ukrayna, Moldova,
    Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile kurduğu ilişkilerle de orta ve doğu
    Karadeniz’de egemenliği kurmak istemektedir.

    Rusya

    Karadeniz Havzası’ndaki stratejik rekabette aslan payını alan küresel güç ülkelerinden biri olan Rusya’nın Karadeniz’e olan iştahı aşikardır. Bu iştahın bir de ‘sıcak denizlere inme’ arzusuyla birleştiği düşünülürse, herhalde bugünkü Rusya’nın S.S.C.B dönemindeki o şaşaalı dönemini aratmayacak bir dönem yaşayacağını söylemek yanlış olmaz.

    “ABD ortaya attığı ve kısaca “Büyük Ortadoğu Projesi” ile Kuzey Afrika’dan
    Pakistan’a kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada dünyayı yeniden dizayn etmeye kalkışırken, Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olan Rusya, artan petrol fiyatlarının da desteğini arkasına alan yeni lideri Vladimir Putin ile bölgede yeni bir “Dış Politika Konsepti” geliştirmeye başlamıştır.”8

    Bununla birlikte;

    “ABD Afganistan operasyonları sonrası Rusya’nın dış politika ve millî güvenlik
    konseptlerinde oldukça önemli bir yer tutan “Yakın Çevre” politikasını âdeta ortadan kaldırarak Orta Asya ülkelerinde peş peşe askerî üsler edinmesi, diğer yandan da Afganistan ile hiç te alâkası olmayan ve Hazar petrollerinin geçiş güzergâhı olan Gürcistan’a askerî yardım ve teknik personel yardımını artırmaya başlaması, Rusya’nın alternatif politikalar geliştirilmesi yönündeki çabalarını hızlandırmıştır.

    ABD, Orta Asya’ya yerleşmekle Rus jeopolitik menfaatlerine çok büyük zarar vermiş olmasına rağmen Başkan Putin Batı’yla başlatmış olduğu işbirliğinin zarar
    görmemesi için buna fazla ses çıkarmamıştır. Ancak, Orta Asya’dan sonra ABD’nin Karadeniz ve Kafkasya’da da giderek ağırlığını hissettirmeye başlaması ve Gürcistan’a verdiği desteği her geçen gün arttırması, Rusya’yı bölgede oldukça rahatsız etmeye başlamıştır. Bu çerçevede Orta Asya’da Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kuran Rusya ABD ile rekabet etmeye başlamıştır. Zaman içerisinde bu rekabetin Karadeniz’e kayması Rusya açısından özellikle enerji nakil hatlarında stratejik önemi olan bu bölgeye verilen önemin daha da artmasına sebep olmuştur.”9

    Özetle Rusya; ABD’ni ve AB’ni Karadeniz’de kendisine rakip olarak görmek
    istememektedir ve bunun için Orta Asya’da Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurmuştur.

    Karadeniz Havzası’ndaki Stratejik Rekabette Bölgesel Güçler: Türkiye, Ukrayna, Gürcistan, 

    Türkiye “Karadeniz Havzası Doğu-Batı ekseninde jeopolitik eksenlerin kesişme alanıdır. Sadece ABD-Rusya açısından değil aynı zamanda AB, Türkiye, Ukrayna, Gürcistan için de Karadeniz, jeopolitik çıkarların çatışma alanıdır. Tüm ülkeler içinde Türkiye’nin konumu çok daha özeldir. Türk boğazları bu çelişki yumağının odağındadır.”10

    Bununla beraber, Türkiye’nin önemi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (B.O.P)’nin
    yanısıra Kafkasya Projesi’nde de belirgin bir şekilde görünür hale gelmektedir.
    Dolayısıyla:

    “Türkiye’nin, Karadeniz kıyısında yeni bir politika geliştirmesi şarttır. Herşeye
    rağmen Amerika’yı ve dengelerin değişiminden medet uman Karadeniz ülkelerinin çıkarlarına aykırı gibi görünse de (uzun vadede zararlı olduğunu görecekler), Karadeniz’deki Amerikan askeri varlığına neden itiraz ettiğimizi iyi anlatmamız gerekmektedir. Bulgaristan ve Romanya’nın NATO’ya girmesi, Gürcistan ile Ukrayna’da ‘Batı’ yanlısı iktidarların işbaşına gelmesi, Karadeniz’de yeni dengeler oluşmasını gerektirmiştir.”11

    Karadeniz Havzası’nda Bölgesel Güvenlik Anlayışının Gelişmesine ve İşlerlik
    Kazanmasına Türkiye’nin Katkısı

    Soğuk Savaş döneminde Karadeniz’e kıyısı olup ta aynı zamanda NATO’ya üye olan tek ülke Türkiye idi. Dolayısıyla bu durum onun Karadeniz’de Doğu Bloğuna karşı güvenlik sağlamasını mecbur kılıyordu. Düşünüldüğünde S.S.C.B’nin dağılmasından sonra Karadeniz’e kıyısı en çok olan ülkelerden biri haline gelen Türkiye’nin doğal olarak bölgede etkin bir söz sahibi olması kaçınılmaz olmuştu. Kısacası artık bölgesel bir güç haline gelmiş olan ülkemize daha büyük görevler düşmekteydi. S.S.C.B’nin dağılıp ardından Soğuk Savaş döneminin bitmesi gibi dünyadaki konjonktürel yapıyı değiştirecek böylesi önemli bir değişimin hemen ardından güvenlik ve ekonomi alanlarında bölgenin acil ihtiyaçlarına cevap niteliğinde olacak şekilde bölgesel işbirliklerini ve bölgesel menfaat politikalarını belirleyen bir örgütün kurulması gerekli olmuştur. Kısa adı KEIT (Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) olan bu örgütün kurulmasını sağlayan ülke Türkiye olmuştur.

    “Karadeniz, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tam anlamıyla bir Türk
    denizine dönüşmüş durumdadır. Bu denizdeki en güçlü donanmaya sahip Türkiye, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndaki hakimiyeti nedeniyle, tam bir askeri üstünlük sağlamış, bölge güvenliği açısından çok önemli görevler üstlenmiş bir görüntü içindedir.”12

    İşte bütün bu nedenlerle, Türk dış politikasının bölgesel işbirliği ve dayanışmaya
    yönelik attığı en güzel adımlardan biri; 25 Haziran 1992 tarihinde gerçekleştirilmiş olan İstanbul Zirvesi’nde yayımlanan bir deklarasyon ile kurulan, fakat yürürlüğe 1999 yılının Mayıs ayında giren ve kısa adı “KEI” olan “Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı”dır. Amacı ise bu örgüte üye olan ülkeler arasındaki ekonomik işbirliğinin arttırılmasıdır. 
    Bir yandan bu hedeflenirken bir yandan da bölgeye yönelik geliştirilen stratejilerin neler olduğu ve uygulanabilirliği tartışılmaktadır.

    KEI’den sonra, Karadeniz Havzası’ndaki bölgesel işbirliği çalışmalarından biri de
    yine Türkiye’nin önderliğinde 2 Nisan 2001 tarihinde kurulmuş ve kısa adı
    BLACKSEAFOR olan Karadeniz İşbirliği Görev Grubu Karadeniz’e kıyısı olan
    ülkeler arasında arama-kurtarma çalışmaları ve kanundışı deniz trafiğini önlemek gibi görevleri üstlenmiştir. Gerektiğinde Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ile BM bünyesinde de çalışacak olan grup kuruluşundan bu yana etkin bir şekilde görevini yerine getirmektedir.

    Yine bundan başka, 2004 yılında bölgede Türkiye’nin girişimiyle gerçekleştirilmiş
    olan bir başka oluşum da Karadeniz Uyum Harekâtı’dır.

    2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


    ***

    SAVUNMACI REALİZM VE SALDIRGAN REALİZM BAĞLAMINDA KARADENİZ HAVZASI’NDAKİ ÇATIŞMA GERÇEKLİĞİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ BÖLÜM 2

    SAVUNMACI REALİZM VE SALDIRGAN REALİZM BAĞLAMINDA  KARADENİZ HAVZASI’NDAKİ ÇATIŞMA GERÇEKLİĞİNİN  DEĞERLENDİRİLMESİ BÖLÜM 2




    3. Karadeniz Havzası’ndaki Çatışma Gerçekliğinin Savunmacı Realizm ve
    Saldırgan Realizm Çerçevesinde Değerlendirilmesi

    Neorealizmin ortaya koyduğu güç dengesi yaklaşımına uygun olarak hareket edersek, Karadeniz Havzası’ndaki siyasal yapının da önünde sonunda savunmacı realizme dayalı devletlerarası sistemik bir dengeye yöneleceğini söyleyebiliriz. Nitekim mevcut konjonktürde havza devletleri içerisinde ulusal kapasite açısından en güçlü ülke olan Rusya’nın, havza genelinde izlemeye çalıştığı güç kullanımı odaklı saldırgan dış politika yaklaşımı diğer ülkeler tarafından kendi güvenliklerine yönelik bir tehdit olarak görülmekte ve bu devletler ile Rusya arasındaki siyasal ilişkilere gerginlik hâkim olmaktadır. Karadeniz Havzası’nda yer alan ve Rusya’nın ardından bölgenin en önemli gücü olarak addedilen Türkiye, Rusya’nın havza geneline yansıttığı askeri güç odaklı saldırgan tutumu yumuşatmaya ve Rusya’yı da bölgede gerçekleştirilebilecek siyasal ve ekonomik işbirliğinin bir parçası yapmaya çalışsa da, bu konuda pek de başarılı olamadığı Gürcistan özelinde ortaya çıkmış durumdadır.

    Zira Türkiye’nin de Rusya’dan algıladığı güvenlik tehdidi anlamında bu ülkeye karşı kendisini çok da rahat hissettiği söylenemez. Havzaya ilişkin güç hiyerarşisinde Rusya’nın ardından bir alt bölgesel güç konumunda yer aldığını söyleyebileceğimiz Türkiye, havza tabanlı bağlantısız bir politika izleyerek bölgenin en önemli dengeleyicisi olmayı planlamaktadır. Ne var ki, Türkiye, sahip olduğu Batılı siyasal ve askeri kimlik ile içerisinde bulunduğu bölgesel gerçekleri henüz tam manasıyla uyumlaştıramadığı için Rusya’nın güvenini kazanabilmiş değildir. Nitekim iki ülke arasındaki ilişkiler de daha çok enerji, ekonomi ve ticaret eksenli olarak gelişmektedir ve henüz geniş kapsamlı bir siyasal boyut kazanabilmiş değildir.40 Yani neorealizmin öngördüğü yüksek politika-alçak politika ayrımı Rusya-Türkiye ilişkileri bağlamında da etkisini göstermektedir. Yine de Rusya’nın Türkiye’ye karşı olan tutumu savunmacı realizmin öngördüğü dengenin dışına pek çıkmamaktadır.

    Rusya’nın ulusal güç unsurlarına güvenerek ve bu unsurları etkin bir şekilde
    kullanarak giriştiği faaliyetler, havza ülkelerini büyük çaplı bir güvenlik ikilemine
    sürüklemektedir. Buna karşın, AB ve NATO’nun Karadeniz Havzası’ndaki
    faaliyetleri ve bu bölgeye bir aktör olarak yerleşip, havzayı, çok kutuplu bir görünüm arz etmeye başlayan uluslararası sisteme eklemleme çabaları da Rusya’yı aynı tür bir ikileme sürüklemektedir. Rusya, bu ikilemi saldırgan realist unsurları devreye sokarak atlatmaya çalışmakta ve havza ülkelerini Avro-Atlantik Dünyası’nın siyasal değerlerinden ve askeri örgütlenmelerinden uzak tutmaya çalışmaktadır.41 Rusya’dan tehdit algılayan ve güvenliklerini tehlikede gören havza ülkeleri ise, kendi aralarında yaşadıkları sorunlar ve Rusya’ya karşı oluşturacakları ittifakın yeterli etkinlikte olamayacağını düşündüklerinden, Rusya’nın gücünü dengeleyebilecek ve havza ülkelerinin Rusya’ya karşı güvenliğini garanti altına alabilecek olan ABD ve AB ile ittifak arayışına girmektedirler. 

    Bu yönelim, ABD ve AB’nin Karadeniz Havzası’ndaki sistemik yapıyı değiştirme girişimleri ile birlikte düşünüldüğünde, Rusya’nın kendi güvenliğini sağlayabilme ve küresel güç konumunu pekiştirebilme stratejisi bağlamında, bu ülkenin büyük çaplı bir güvenlik ikileminin içerisine  sürüklenmesine ve havzadaki çıkarlarına geniş çaplı bir saldırı gerçekleştirildiği gerekçesiyle saldırgan realizme yönelmesine neden olmaktadır. Rusya’nın yaşadığı güvenlik ikilemi ile havza ülkelerinin yaşadığı güvenlik ikilemi, Rusya’nın saldırgan realizme yönelmesi ve havza ülkelerinin de, havzanın sistemik yapısını tek kutupluluktan uzaklaştırmayı amaçlayan ABD ve AB ile ittifak yapması sonucunda dengelenmekte ve havza sıfır toplamlı bir çatışma sürekliliğinin içerisine sürüklenmektedir.

    Rusya’nın kendi güvenliğini sağlayabilmek ve havza genelindeki büyük güç
    konumunu koruyabilmek ve sürdürebilmek için izlediği Avrasyacı dış politika
    doktrini doğrultusunda, gerek havza ülkelerine karşı kullandığı siyasal, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik baskı unsurları ile gerekse de AB’ye karşı kullandığı enerji bağımlılığı silahı ile savunmacı realizmin öngördüğü doğal dengeyi bozmaya yönelik bir girişim içerisinde olduğu söylenebilir. Hâlbuki Soğuk Savaş’ın hemen ardından Rusya’nın Batılı siyasal, yönetimsel ve ekonomik değerlere yakınlaşacağı ve böylece Avro-Atlantik Dünyası ile Rusya’nın, savunmacı realizm çerçevesinde bir işbirliği imkânına kavuşabileceği düşünülmüştü.42 Böyle bir durumda, Batılı siyasal, ekonomik ve toplumsal değerleri içselleştirmeye başlayan diğer havza ülkeleri ile Rusya’nın, Karadeniz Havzası bağlamında bölgesel bir işbirliği alanı yaratabilmesi de mümkün olabilecekti. Ne var ki, Rusya’nın benimsediği bakış açısının kısa bir süre sonra değişmesi ve bu ülkenin çatışmacı temeller üzerine inşa edilmiş bir dış politika paradigması olan Avrasyacılık yaklaşımını benimsemesi ile savunmacı realizmin öngördüğü havza dengesinin uzun bir süre devam ettirilebilmesi mümkün olmamıştır. Havzadaki siyasal dengenin bozulması ve havza ülkelerinin saldırgan realist politikalar izlemesinin en önemli nedenlerinden biri de havza ülkelerindeki iç politik gelişmeler ve özellikle bu ülkelerdeki siyasal önderlerin benimsedikleri dış politika yaklaşımları olmaktadır. Bu noktada Gürcistan’ın Gül Devrimi öncesi izlediği savunmacı realizme dönük dış politika ile devrim sonrası özellikle ayrılıkçı bölgelere ve Rusya’ya karşı takındığı olumsuz ve çatışmacı, yani saldırgan tutum, bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir.43 

    Aynı durum Turuncu Devrim döneminde Ukrayna Hükümeti’nin benimsediği Rusya karşıtı ve katıksız AB-NATO üyeliği yanlısı yaklaşım ile Turuncu Devrim sonrası iktidara gelen hükümetin Rusya’ya karşı izlediği dengeyi gözeten yaklaşım açısından da değerlendirilebilir.44
    Havza ülkeleri arasındaki asimetrik güç ilişkisinin uluslararası sistem bağlamındaki yapısal anarşi ile birleştirildiği noktada Karadeniz Havzası üzerinde de olumsuz etkiler yarattığını söyleyebiliriz. Zira Karadeniz Havzası’nda da, tıpkı uluslararası sistem ekseninde görüldüğü üzere, bölgesel sistemik yapılanmayı dengeleyecek ve siyasal ortamı bölgesel barış ile işbirliği üzerine kurgulayacak bir devletler üstü aktör ya da teşkilatlanma bulunmamaktadır. Kuşkusuz bu durum, tarihsel, siyasal ve teritoryal sorunlarla örülmüş bir ilişkiler ağına sahip olan Karadeniz’de, bağımsız birer aktör olarak yer alan devletlerin kendi güvenliklerini en üst perdeden sağlamak üzere harekete geçmelerine ve böylece saldırgan realizme bağlı çatışma unsurunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
    Mevcut konjonktürde uluslararası sistemin çok kutuplu bir yapıya doğru evrildiği
    ortadadır. Zira Soğuk Savaş sonrası süper güç olarak adlandırılmaya çalışılan ve
    sisteme egemen olan tek kutup olduğu belirtilen ABD’nin bu konumu ve gücü, son yıllarda, Çin, Hindistan, Japonya, AB ve Rusya gibi küresel aktörler ile coğrafi manada ortaya çıkan bölgesel aktörler tarafından belli konular ve çıkarlar ekseninde oluşturulan ve geçici olarak görülebilecek ittifaklar tarafından dengelenmektedir.

    Karadeniz Havzası ise, bu sistemik yapılanmadan etkilenmekle beraber, kendine özgü bir farklılık ortaya koymaktadır. Soğuk Savaş sona erene değin, çift kutuplu uluslararası sistem bağlamında genel olarak SSCB’nin kontrolünde kalan, ancak NATO üyesi Türkiye’nin askeri, siyasal ve sosyo-kültürel etkinliğinin de yadsınmadığı bir bölgesel dengeye uygun olarak yapılandırılan Karadeniz Havzası, uzun bir süre boyunca uluslararası ve bölgesel rekabetten uzak kalabilmiştir. Bu nedenle Soğuk Savaş sonrası yeniden oluşum aşamasında olan uluslararası güç dengesi çerçevesinde cereyan eden siyasal mücadelelerin, Karadeniz Havzası’na küresel/bölgesel mücadele eksenli çatışma çerçevesi çizmeye başlaması, bu havza bağlamında, özellikle Rusya ile havza devletlerinin büyük bir bölümü arasındaki siyasal ilişkilerin gerilmesine neden olmaktadır. Kuşkusuz bu süreç, taraflar arasındaki siyasal uzaklığı arttıracak ve bölgesel işbirliği dinamiğini ortadan kaldıracak bir siyasal tırmanmaya işaret etmektedir. Zira ABD ve AB’nin, Rusya ile sorun yaşayan havza devletlerine verdiği ekonomik, askeri ve siyasal destek arttıkça, bu durumu kendi güvenliğine ve bölgedeki rolüne bir tehdit olarak algılayan Rusya’nın, sahip olduğu coğrafi avantajlarına dayalı olarak havza ülkelerine yönelteceği saldırganlık daha da artacaktır. 
    Bu durumun sonu gelmez bir çatışma iklimine ve sistemik dengesizliğe yol açacağı da ortadadır. Böyle bir durumda ise, çatışma ikliminden kaçmaya çalışan ve taraflar arasında işbirliğinin kurumsallaştırılmasını arzulayan Türkiye gibi havza ülkelerinin işleri daha da zorlaşacaktır. Yani, ABD ile AB’nin, Karadeniz Havzası’nda dengeyi sağlayarak bu bölgedeki tek kutuplu yapıyı, çok kutuplu ya da Mearsheimer’in öngördüğü üzere iki kutuplu bir sistemik dengeye büründürme çabaları, Karadeniz’deki çatışma unsurunu güçlendirerek saldırgan realizmi ön plana çıkarmaktadır. Uluslararası sistemde çok kutupluluğun oluşumunu en önemli dış politika hedeflerinden biri haline getiren Rusya’nın 45,  kendi yakın çevresi olarak gördüğü Karadeniz Havzası söz konusu edildiğinde, bu yaklaşımı yadsıyan bir görünüm içerisine girmesi, bu ülkenin dış politikasına hâkim olan realist paradigmayı net bir şekilde ortaya koymaktadır.

    Rusya’nın son dönemde havza ülkelerine karşı izlediği korumacı ticaret politikaları aracılığıyla, özellikle kendisi ile sorun yaşayan ya da kendisinin istemediği bir karara imza atan ülkeleri de cezalandırdığını görüyoruz. Bu yöntem diplomatik, siyasi ve askeri baskı ve tehdit unsurları yürürlüğe sokulmadan önce kullanılan bir araç konumundadır.

    Karadeniz Havzası’nda yer alan devletlerin dış politikasına hâkim olan en önemli
    hususlardan biri de, siyasal ve coğrafi genişleme yönündeki istekliliktir. 
    Bu istekliliğin arkasında, havza devletlerinin önemli bir bölümünün diğerlerinin
    toprakları üzerinde tarihsel iddiaları olması ve kendi güvenliklerini sağlayabilmek için belli coğrafi bölümlenmeleri kendi kontrolleri altında tutma istekliliği içerisinde olmaları yatmaktadır46. Savunmacı realizmin öngördüğü siyasal dengeye ve statükonun devamına yönelik sistemik altyapının bu istemi karşılaması mümkün olmadığı için, saldırgan realizm havza devletlerinin dış politikalarını anlamlandırma aşamasında ön plana çıkmaktadır.

    Saldırgan realizm, devletlerarası işbirliğini yadsıyan ve mutlak kazanç diye bir
    unsurun hayal olduğunu kaydeden bir paradigma olmasına karşın, eğer göreceli
    kazanç yaklaşımına bir katkı sağlayacaksa, yani bir araç olarak işe yarayacaksa, kısa süreli ve çıkar odaklı geçici ittifakların sağlanabileceğini belirtmektedir. Rusya ile Türkiye’nin son dönemde geliştirdikleri ikili ilişkiler ve Rusya’nın Karadeniz’de bölgesel işbirliğini geliştirmeyi hedefleyen KEİT gibi kurumsal yapılara katılması, bu tarz ittifaklara örnek olarak gösterilebilir. Zira Rusya ve Türkiye’nin, imzaladıkları antlaşmalar doğrultusunda üzerinde işbirliği yaptıkları alanlarda birbirlerinin hareket kabiliyetini sınırlayarak ve belli kalıplar içerisine yerleştirerek, diğer alanlarda ve diğer aktörlerle ilişkileri eliyle birbirlerine karşı göreceli kazanç elde etmenin peşinde oldukları da söylenebilir. Rusya’nın KEİT’e üye olması ise, bu örgütü istediği şekilde yönetebilme ya da bu örgütün bir üyesi olarak ve işleyişi kontrol ederek kendisi aleyhinde olabilecek kararların alınmasını engelleme hedefi ile açıklanabilir.

    Karadeniz Havzası’nda yer alan devletlerin birçoğunun topraklarında ayrılıkçı
    bölgeler olması ya da birçok havza ülkesinin etno-kültürel, bölgesel ve dinsel
    ayrımcılık çerçevesinde ifade edilebilen sorunlardan muzdarip olması, iç politikada yaşanan çatışmanın dış politikaya da yansımasını beraberinde getirebilir47. Zaten saldırgan realizm de bu gerçekliğin altını çizmektedir. Yine saldırgan realizme göre, kendi gücünden emin olan ülkelerin, güçsüz komşularına karşı izlediği dış politika da küçümseme ve çatışma odaklı olarak ilerleyecektir. Bu durumun örneklerini Karadeniz Havzası’nda çok net bir şekilde görebiliyoruz. Rusya’nın Ukrayna, Moldova, Gürcistan, Ermenistan gibi ülkeler ile olan ilişkileri bu durumun açık birer göstergesidir.
    Ordunun toplum ve siyasal yapı içerisindeki rolü ve etkinliği de saldırgan realizmi
    güçlendirebilecek bir kıstas olarak ortaya konmaktadır. Nitekim Karadeniz
    Havzası’nda yer alan ülkelerin önemli bir bölümünde ordunun siyasal karar alma ve uygulama sürecinde önemli bir rolünün olduğunu ve yıllık bütçe içerisinde ordunun ihtiyaçlarının çok büyük bir payı olduğunu biliyoruz. Her ne kadar, son yıllarda, özellikle de havzanın batısı ve Türkiye’de ordunun dış politika ve siyasal karar alma süreci bağlamındaki rolü azaltılmış olsa da, bu etkinliğin tam anlamıyla sınırlanabilmesi mümkün değildir. Zira havza devletleri hem birbirlerinden tehdit algılamakta hem de ayrılıkçı bölgeler eliyle kendi toplumları nezdinde ciddi güvenlik sorunları ile karşı karşıyadırlar.

    Sonuç

    Karadeniz Havzası, gerek içerisinde bulundurduğu farklı sosyo-kültürel, tarihsel,
    etnik ve coğrafi gerçeklikler, gerek Soğuk Savaş sonrası yeniden yapılandırılmaya çalışılan alan tanımlaması neticesinde belirginleşen bölgesel siyasal ayrımlar, gerekse de uluslararası sistem ekseninde süregelen büyük çaplı güç mücadelesinin üzerine odaklandığı Avrasya Coğrafyası’nın bir bileşeni olması gibi nedenlerle, çatışma faktörünü içselleştirmiş durumdadır.

    SSCB’nin ideoloji tabanlı askeri-siyasal baskısından kurtularak bağımsızlığa kavuşan ya da bağımsız dış politika izleyebilme yetisi kazanan havza ülkelerinin ulus devlet ve ulusal güç ile çıkar odaklı milliyetçi uyanışlarını oldukça geç bir zaman diliminde gerçekleştirmek zorunda kalmaları, havzada çatışmacı bir ortamın oluşması yönünde önemli bir kırılma noktası yaratmıştır. Yine SSCB’nin ideoloji tabanlı askeri-siyasal hâkimiyeti ile koruyuculuğundan yoksun kalan çoğu havza ülkesinin ekonomik, askeri ve diplomatik yetersizliğinin farkına varması da ulusal güce dayalı ve rekabeti dışlamayan dış politika yaklaşımlarını beraberinde getirmiştir.
    Havza ülkelerinin SSCB dönemine ilişkin içselleştirmiş oldukları olumsuz
    yaşanmışlıklar nedeniyle Rusya’ya uzak durmaları ve Rusya’nın da Avrasyacı dış
    politika doktrini çerçevesinde yakın çevre olarak gördüğü Karadeniz Havzası’nı
    siyasal kontrolü altına almaya dayalı bir dış politika yaklaşımı geliştirmesi, bugüne kadar havzanın bölgesel yapılanmasının realist/neorealist öncüller doğrultusunda şekillenmesini beraberinde getirmiştir. Tabii, Rusya’nın realist öncüller çerçevesinde dış politika izlemesinin en önemli nedeni, ABD ve AB ile girdiği ve uluslararası sistem ekseninde şekillenen güç mücadelesi çerçevesinde yakın çevresini kontrolü altında tutarak, çok kutupluluk üzerine kurguladığı sistemik öngörülerine meşruiyet kazandırmaktır. Türkiye ise, Ahmet Davutoğlu’nun altını önemle çizdiği Afro- Avrasya’da bölgesel bir dengeleyici olma hedefine uygun olarak, havzada genel itibarıyla Rusya-ABD ve AB arasındaki sistemsel çatışmanın, sıcak bir çatışmaya dönüşmesini engellemeyi hedeflemektedir. Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesine ve Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin NATO komutası altında dahi olsa bu denize çıkmasını engelleme girişiminde Rusya ile ortaklaşıyor olmasına karşın, havza ülkelerinin NATO ve AB üyeliklerini desteklemesi ve AB ile işbirliği
    içerisinde doğu-batı yönlü ve Rusya’ya olan bağımlılığı azaltacak enerji projeleri
    geliştiriyor olması, Türkiye’nin havzadaki dengeleyici rolünü açıkça gözler önüne
    sermektedir.

    Soğuk Savaş döneminde genel itibarıyla havzaya kıyısı olan devletler üzerinden
    ifadesini bulan Karadeniz Havzası tanımlamasının, Soğuk Savaş’ın ardından beliren ve Karadeniz’e kıyısı olmayan birçok bölgeyi ve ülkeyi de içerisine alan Geniş Karadeniz Havzası haline dönüştürülmesi, çatışma unsurunu ön plana çıkarmaktadır.
    Havzaya dair en önemli bölgesel işbirliği kurumsallaşması olan KEİT’in bölgesel
    işbirliği anlamında önemli bir başarı gösterememesi, üzerine temellendirildiği Geniş Karadeniz Havzası tanımlamasının çatışmayı içselleştirmiş bir yaratı olması ile de çok yakından ilgilidir. Zira Geniş Karadeniz Havzası tanımlamasının Avro-Atlantik Dünyası’nın ekonomik, siyasal ve askeri çıkarları doğrultusunda ortaya konması, her şeyden önce, Rusya’nın tepkisini çekmiştir.

    Geniş Karadeniz Havzası tanımlaması havzanın batısı ve doğusu, hatta kuzeyi
    arasındaki çıkar çatışmalarını ve toplumsal, siyasal ve ekonomik farklılıkları da
    ortadan kaldıramamış, bu farklılıklar giderek artan bir etkinlikte hükümetlerarası
    kurumlar ile yapılar üzerinden ifadesini bulan bölgesel işbirliği girişimlerine zarar
    vermiştir. Zira havzanın doğusu ile batısı ve kuzeyi ile güneyi arasında çok ciddi
    yapısal farklılıkların bulunması, bölgesel ekonomik işbirliği girişimlerini iki hatta üç vitesliliğe mahkûm kılmıştır. 
    AB’nin dahi 2004 ve 2007 genişlemelerinin ardından ve küresel ekonomik kriz ekseninde “çift vitesliliği” gündemine aldığı düşünüldüğünde, farklılıkların ayyuka çıktığı ve sistemik güç mücadelesinin merkezinde yer alan Karadeniz’de topyekûn bir bölgesel işbirliği kurumsallaşmasının gerçekleştirilebilmesinin çok zor, hatta imkânsıza yakın olduğu görülebilecektir.
    Yani, Geniş Karadeniz Havzası tanımlaması da, görünüşte işbirliği yanlısı neoliberal bir yaratı gibi yansıtılsa da, aslında rekabeti yadsımayan, çatışmayı önleyemeyen neorealist bir tanımlama olarak görülebilir.

    Neorealizmin ortaya koyduğu güvenlik ikilemi hususunu, savunma ve saldırı
    refleksleri üzerinden irdeleyen savunmacı ve saldırgan realizm tanımlarını havza
    özelinde anlamlandırdığımızda, Karadeniz Havzası’ndaki değişimin havza ülkelerinin askeri, ekonomik ve teknolojik yapıları açısından söz konusu olacağını, ancak havzadaki sistemik güç dengesinin korunacağını söyleyebiliriz. Uluslararası sistem açısından nasıl ABD süper güç ve diğer küresel güçler de onu dengeleyen aktörler olarak ele alınıyorsa, Karadeniz Havzası bağlamında da savunmacı realizmin öngördüğü güç dengesi uzun vadede egemen olacaktır. Zira Karadeniz Havzası bağlamında da, Rusya sahip olduğu coğrafi, sosyo-kültürel, tarihsel ve askeri avantajlar bakımından bir süper güç olarak görülebilir. Ne var ki, havza ülkeleri arasında Rusya’nın sahip olduğu ulusal kapasiteyi dengeleyebilecek bir müttefiklik ilişkisi yaratılabilmiş değildir. ABD ve AB’nin oluşturduğu Avro-Atlantik Dünyası ise Rusya’dan tehdit algılayan havza ülkeleri ile siyasal ve askeri müttefiklik ilişkileri geliştirerek havzadaki sistemik yapıyı tıpkı uluslararası sistem gibi, çok kutupluluk-ya da en azından iki kutupluluk-temelinde yeniden tanımlamak istemektedir.


    Kaynakça

    Ambrosio, Thomas. “Russia’s Quest For Multipolarity: A Response to US Foreign
    Policy in the Post-Cold War Era.” European Security 10 (2001): 45-67.

    Antonenko, Oksana. “Towards a Comprehensive Regional Security Framework in the
    Black Sea Region After the Russia-Georgia War.” Southeast European and Black Sea
    Studies 9 (2009): 259-269.

    Aybet, Gülnur. “The Evolution of NATO’s Three Phases and Turkey’s Transatlantic
    Relationship.” Perceptions 17 (2012): 19-36.

    Aydın, Mustafa. “Europe’s New Region: The Black Sea in the Wider Europe
    Neighbourhood.” Southeast European and Black Sea Studies 5 (2005): 257-283.

    Aydın, Mustafa. “New Geopolitics of Central Asia and the Caucasus: Causes of
    Instability and Predicament.” Center for Strategic Research (2000): 10-13.

    Bassin, Mark. “Klasik ve Yeni Avrasyacılık: Geçmişten Gelen Devamlılık.” Çev:
    Özgür Tüfekçi. Bilge Strateji 3 (2011): 117-135.

    Bocutoğlu, Ersan., Koçer, Gökhan. “Politico-Economic Conflicts in the Black Sea
    Region in the Post Cold War Era.” OSCE Yearbook (2006): 111-121.

    Cankara, Pınar Özden. , Cankara, Yavuz. “Vladimir Putin Döneminde Rus Dış
    Politikası’nda Yapılan Değişiklikler.” SDÜ Sosyal Bilimler Dergisi 15 (2007): 193- 212.

    Christensen, Thomas J. Useful Adversaries: Grand Strategy, Domestic Mobilization
    and Sino-American Conflict, 1947-1958. New Jersey: Princeton University Press, 1996.

    Cornell, Svante E. “Georgia After the Rose Revolution: Geopolitical Predicament and
    Implications For US Policy.” Strategic Studies Institute. Erişim tarihi 25.07.2013.
    http://www.strategicstudiesinstitute.army.mil/pdffiles/pub757.pdf.

    Dragneva, Rilka. , Wolczuk, Kataryna. “Russia, the Eurasian Customs Union and the
    EU: Cooperation, Stagnation or Rivalry? .” Chatham House Briefing Paper (2012): 1- 16.

    Glaser, Charles L. “Realists As Optimists: Cooperation As Self-Help.” Security
    Studies 5 (1996): 90-121.

    Glaser, Charles L., Kaufmann, Chaim. “What is the Offense-Defense Balance and
    Can We Measure It? .” International Security 22 (1998): 44-82.

    Goncharenko, Alexander. “The Wider Black Sea Area: New Geopolitical Realities,
    Regional Security Structures and Democratic Control: A Ukrainian View.” NATO
    Defense College Occasional Paper 11 (2005).

    Grieco, Joseph. “Anarchy and the Limits of Cooperation: A Realist Critique of the
    Newest Liberal Institutionalism.” International Organization 42 (1988): 485-507.

    Güney, Nurşin Ateşoğlu. Batı’nın Yeni Güvenlik Stratejileri AB-NATO-ABD.
    İstanbul: Bağlam Yayınları, 2006.

    Hartel, Andre. “Back to the Future? : Ukrainian-Russian Relations After Kyiv’s
    Presidential Election.” Russian Analytical Digest 75 (2010).
    Hartwig, Ines. “Black Sea Economic Cooperation Process.” EIPASCOPE 1 (1997).

    Hatto, Ronald. , Tomescu, Odetta. “The EU and the Wider Black Sea Region:
    Challenges and Policy Options.” Garnet Policy Brief 5 (2008).

    İmre, Ahmet. “Financial Cooperation Within the Black Sea Region.” Southeast
    European and Black Sea Studies 6 (2006): 243-255.

    Jervis, Robert. “Cooperation Under the Security Dilemma.” World Politics 30 (1978):
    167-214.

    Jervis, Robert. “Realism and the Study of World Politics.” International Organization
    52 (1998): 971-991.

    Jervis, Robert. “Realism, Neoliberalism and Cooperation.” International Security 24
    (1999): 42-63.

    Kydd, Andrew. “Sheep in Sheep’s Clothing: Why Security Seekers do not Fight Each
    Other? .” Security Studies 7 (1997): 114-155.

    Larrabee, F. Stephen. “The United States and Security in the Black Sea Region.”
    Southeast European and Black Sea Studies 9 (2009): 301-315.

    Levy, Jack S. “The Offense/Defense Balance in Military Technology: A Theoretical
    and Historical Analysis.” International Studies Quarterly 28 (1984): 219-238.

    Mearsheimer, John J. The Tragedy of Great Power Politics. New York: Norton
    Publishing, 2001.

    Mikhelidze, Nona. “After the 2008 Russia-Georgia War: Implications For the Wider
    Caucasus and Prospects For Western Involvement in Conflict Resolution.” Istituto
    Affari Internazionali. Erişim tarihi 21.07.2013.
    http://www.iai.it/pdf/DocIAI/iai0901.pdf.

    Montgomery, Evan Braden. “Breaking Out of the Security Dilemma: Realism,
    Reassurance and the Problem of Uncertainty.” International Security 2 (2006): 151- 185.

    Oktay, Emel G. “Türkiye’nin Avrasya’daki Çok Taraflı Girişimlerine Bir Örnek:
    Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü.” Uluslararası İlişkiler 10 (2006): 149-179.

    Özbay, Fatih. “The Relations Between Turkey and Russia in the 2000s.” Perceptions
    16 (2011): 69-92.

    Öztürk, Hilal Günay. “İki Vitesli Değil Çok Vitesli Avrupa’ya Doğru.” TASAV Dış
    Politika Araştırmaları Merkezi 2 (2013): 1-7.

    Panagiotou, Ritsa. “The Greek Crisis As a Crisis of EU Enlargement: How will the
    Western Balkans be Affected? .” Southeast European and Black Sea Studies 13 (2013): 89-104.

    Powell, Robert. “Anarchy in International Relations Theory: The Neorealist-
    Neoliberal Debate.” International Organization 2 (1994): 313-344.

    RIA Novosti. “Moscow to Prevent Ukraine, Georgia’s NATO Admission-Lavrov.”
    Erişim tarihi 20.07.2013. http://en.rian.ru/russia/20080408/104105506.html.

    Rose, Gideon. “Neoclassical Realism and Theories of Foreign Policy.” World
    Politics 51 (1998): 144-172.

    Schweller, Randall. “Neorealism’s Status Quo Bias: What Security Dilemma? .”
    Security Studies 5 (1996): 90-121.

    Smith, Julianne. “The NATO-Russia Relationship: Defining Moment or Deja Vu? .”
    CSIS Project (2008): 8-16.
    Snyder, Glenn H. “Mearsheimer’s World-Offensive Realism and the Struggle for
    Security.” International Security 27 (2002): 149-173.

    Snyder, Jack. Myths of Empire: Domestic Politics and International Ambition. New
    York: Cornell University Press, 1991.

    Sönmez, Sait. “Yeni Batıcılık ve Yeni Avrasyacılık Akımları Bağlamında Yeltsin
    Yönetimi’nin Doğu Batı Politikaları’nın Analizi.” Gazi Akademik Bakış 6 (2010): 73- 96.

    Stinga, Aurelian. “European Security in the Wider Black Sea Area.” USAWC
    Strategy Research Project 12 (2007).

    Taliaferro, Jeffrey W. “Security Seeking Under Anarchy: Defensive Realism
    Revisited,” International Security 3 (2001): 128-161.

    Tellal, Erel. “Zümrüdüanka: Rusya Federasyonu’nun Dış Politikası.” Ankara
    Üniversitesi SBF Dergisi 65 (2010): 189-236.

    Tsantoulis, Yannis. “Geopolitics (Subregionalism), Discourse and a Troubled ‘Power
    Triangle’ in the Black Sea.” Southeast European and Black Sea Studies 9 (2009): 243- 258.

    Tüysüzoğlu, Göktürk. Karadeniz Havzası’nda Rekabet Analizi; İşbirliği
    Söylemlerinin Bölgesel Çatışma Beklentilerine Yansıması. İstanbul: Derin Yayınları, 2013.

    Valeriano, Brandon. “The Tragedy of Offensive Realism.” International Interactions
    35 (2009): 179-206.

    Waltz, Kenneth N. “Structural Realism After the Cold War.” International Security 1
    (2000): 5-41.

    Wohlforth, William C. “The Stability of A Unipolar World.” International Security 24 (1999): 5-41.

    Zakaria, Fareed. From Wealth to Power: The Unusual Origins of America’s World
    Role. New Jersey, Princeton University Press, 1998.


    DİPNOTLAR;

    1 Ronald Hatto ve Odetta Tomescu, “The EU and the Wider Black Sea Region: Challenges and Policy
    Options,” Garnet Policy Brief 5 (2008): 1.
    2 Aurelian Stinga, “European Security in the Wider Black Sea Area,” USAWC Strategy Research
    Project 12 (2007): 1.
    3 Ines Hartwig, “Black Sea Economic Cooperation Process,” EIPASCOPE 1 (1997): 1-2.
    4 Mustafa Aydın, “Europe’s New Region: The Black Sea in the Wider Europe Neighbourhood,”
    Southeast European and Black Sea Studies 5 (2005): 257-283.
    5 Mustafa Aydın, “New Geopolitics of Central Asia and the Caucasus: Causes of Instability and Predicament,” Center for Strategic Research (2000):10-13.
    6 Yannis Tsantoulis, “Geopolitics (Subregionalism), Discourse and a Troubled ‘Power Triangle’ in the Black Sea,” Southeast European and Black Sea Studies 9 (2009): 243.
    7 Ahmet İmre, “Financial Cooperation Within the Black Sea Region,” Southeast European and Black Sea Studies 6 (2006): 243-255.
    8 Ersan Bocutoğlu ve Gökhan Koçer, “Politico-Economic Conflicts in the Black Sea Region in the Post Cold War Era,” OSCE Yearbook (2006): 112.
    9 Gülnur Aybet, “The Evolution of NATO’s Three Phases and Turkey’s Transatlantic Relationship,” Perceptions 17 (2012): 19-36.
    10 Nurşin Ateşoğlu Güney, Batı’nın Yeni Güvenlik Stratejileri AB-NATO-ABD (İstanbul: Bağlam Yayınları, 2006), 52-57.
    11 Rilka Dragneva ve Kataryna Wolczuk, “Russia, the Eurasian Customs Union and the EU: Cooperation, Stagnation or Rivalry? ,” Chatham House Briefing Paper (2012): 1-16.
    12 Julianne Smith, “The NATO-Russia Relationship: Defining Moment or Deja Vu? ,” CSIS Project (2008): 8-16.
    13 F. Stephen Larrabee, “The United States and Security in the Black Sea Region,” Southeast European and Black Sea Studies 9 (2009): 301-315.
    14 Alexander Goncharenko, “The Wider Black Sea Area: New Geopolitical Realities, Regional Security Structures and Democratic Control: A Ukrainian View,” NATO Defense College Occasional Paper 11 (2005): 23.
    15 Oksana Antonenko, “Towards a Comprehensive Regional Security Framework in the Black Sea Region After the Russia-Georgia War,” Southeast European and Black Sea Studies 9 (2009): 259-269.
    16 Göktürk Tüysüzoğlu, Karadeniz Havzası’nda Rekabet Analizi; İşbirliği Söylemlerinin Bölgesel Çatışma Beklentilerine Yansıması (İstanbul: Derin Yayınları, 2013), 108-126.
    17 Mark Bassin, “Klasik ve Yeni Avrasyacılık: Geçmişten Gelen Devamlılık,” Çev: Özgür Tüfekçi, Bilge Strateji 3 (2011): 117-135.
    18 Thomas Ambrosio, “Russia’s Quest For Multipolarity: A Response to US Foreign Policy in the Post- Cold War Era,” European Security 10 (2001): 45-67.
    19 Emel G. Oktay, “Türkiye’nin Avrasya’daki Çok Taraflı Girişimlerine Bir Örnek: Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü,” Uluslararası İlişkiler 10 (2006): 149-179.
    20 Ritsa Panagiotou, “The Greek Crisis As a Crisis of EU Enlargement: How will the Western Balkans be Affected? ,” Southeast European and Black Sea Studies 13 (2013): 89-104.
    21 Hilal Günay Öztürk, “İki Vitesli Değil Çok Vitesli Avrupa’ya Doğru,” TASAV Dış Politika Araştırmaları Merkezi 2 (2013): 1-7.
    22 Evan Braden Montgomery, “Breaking Out of the Security Dilemma: Realism, Reassurance and the Problem of Uncertainty,” International Security 2 (2006): 151-185.
    23 Jeffrey W. Taliaferro, “Security Seeking Under Anarchy: Defensive Realism Revisited,” International Security 3 (2001): 136.
    24 Robert Powell, “Anarchy in International Relations Theory: The Neorealist-Neoliberal Debate,” International Organization 2 (1994): 313-344.
    25 Kenneth N. Waltz, “Structural Realism After the Cold War,” International Security 1 (2000): 5-41.
    26 Robert Jervis, “Cooperation Under the Security Dilemma,” World Politics 30 (1978): 167-214.
    27 Yapısal değişkenler bağlamında ele alınan faktörler, belli ülkeler arasında ya da belli bölgeler dâhilinde değişiklik göstermekle birlikte, genel olarak, coğrafi yakınlık, savunma-saldırı dengesini yakından ilgilendiren ikili ya da çok taraflı siyasal/toplumsal sorunlar bağlamında ortaya çıkan farklı ve tehditvari yaklaşımlar, hammadde kaynaklarına ulaşım, uluslararası ekonomik baskılar, bölgesel ve ikili askeri denge, vb. şeklinde özetlenebilir. Daha fazla bilgi için bkz. Gideon Rose, “Neoclassical Realism and Theories of Foreign Policy,” World Politics 51 (1998): 144-172.
    28 Jack S. Levy, “The Offense/Defense Balance in Military Technology: A Theoretical and Historical Analysis,” International Studies Quarterly 28 (1984): 219-238.
    29 Bu noktada Robert Jervis ve Charles Glaser’in ortaya koydukları ve büyük güçler arasındaki işbirliğinin nedenlerini ve sonuçlarını irdeleyen çalışmalar önemli birer kaynaktır. Bakınız Robert Jervis, “Realism and the Study of World Politics,” International Organization 52 (1998): 971-991 ve Robert Jervis, “Realism, Neoliberalism and Cooperation,” International Security 24 (1999): 42-63 ile Charles L. Glaser, “Realists As Optimists: Cooperation As Self-Help,” Security Studies 5 (1996): 90- 121 ile Charles L. Glaser ve Chaim Kaufmann, “What is the Offense-Defense Balance and Can We Measure It?,” International Security 22 (1998): 44-82.
    30 Bu noktada uluslararası sistemin yapısında yaşanan ani bir değişimin iç politika gelişmelerini de ivedi bir şekilde yeniden yapılandırdığını ve özellikle de siyasal önderler ile diğer ulusal karar alıcıların bu tarz durumlarda ani ve keskin kararlar alabildiklerini görüyoruz. Sistemik değişim uzun vadeye yayıldığında ise, değişim daha evrimci bir süreç içerisinde gerçekleşmekte ve iç politikanın uluslararası sistem bağlamındaki etkinliği azalmaktadır. Daha fazla bilgi için bkz. Thomas J. Christensen, Useful Adversaries: Grand Strategy, Domestic Mobilization and Sino-American Conflict, 1947-1958 (New
    Jersey: Princeton University Press, 1996), 255-256.
    31 Jack Snyder, Myths of Empire: Domestic Politics and International Ambition (New York: Cornell University Press, 1991), 11-12.
    32 Fareed Zakaria, From Wealth to Power: The Unusual Origins of America’s World Role (New Jersey, Princeton University Press, 1998).
    33 Randall Schweller, “Neorealism’s Status Quo Bias: What Security Dilemma? ,” Security Studies 5 (1996): 90-121.
    34 Saldırgan realizm, devletlerin içerisine sürüklenecekleri güç mücadelesi çerçevesinde sürekli bir devinim içerisinde olacaklarını kaydederek, uluslararası sistemin yapılanışı içerisinde uzun süreli ve kalıcı ortak çıkarlara dayalı siyasal ittifaklar bulunmadığını kaydetmektedir. Daha fazla bilgi için bkz. Joseph Grieco, “Anarchy and the Limits of Cooperation: A Realist Critique of the Newest Liberal
    Institutionalism,” International Organization 42 (1988): 485-507.
    35 Andrew Kydd, “Sheep in Sheep’s Clothing: Why Security Seekers do not Fight Each Other? ,” Security Studies 7 (1997): 114-155.
    36 William C. Wohlforth, “The Stability of A Unipolar World,” International Security 24 (1999): 5-41.
    37 Brandon Valeriano, “The Tragedy of Offensive Realism,” International Interactions 35 (2009): 179- 206.
    38 Mearsheimer’e göre ulusal güç her türlü askeri, ekonomik ve diğer devletlerin varlığından haberdar olmadığı gizli güçlerin toplamından ibarettir. Mearsheimer, genel olarak bu güç unsurlarının üzerinde dursa da, bazı durumlarda psikolojik faktörlerin de etkili olabildiğini belirtmektedir. Bu noktada Mearsheimer’in verdiği en önemli örnek Vietnam Savaşı olmaktadır. Mearsheimer, bir ülkenin sahip
    olduğu doğal kaynaklar ve coğrafi yapının da güç unsurlarına eklemlenebilecek ya da o devletin dış politika yaklaşımını etkileyebilecek (savunma-saldırı dengesini) birer faktör olduğunu ifade etmektedir.
    Mearsheimer, büyük güçleri, stratejik düşünme imkânları gelişmiş ve diğer devletlerin seçeneklerini çok iyi değerlendirerek kısa ve uzun vadeli hareket planları yapabilen devletler olarak değerlendirmektedir. Daha fazla bilgi için bkz. John J. Mearsheimer, The Tragedy of Great Power Politics (New York: Norton Publishing, 2001).
    39 Glenn H. Snyder, “Mearsheimer’s World-Offensive Realism and the Struggle for Security,” International Security 27 (2002): 149-173.
    40 Fatih Özbay, “The Relations Between Turkey and Russia in the 2000s,” Perceptions 16 (2011): 69- 92.
    41 “Moscow to Prevent Ukraine, Georgia’s NATO Admission-Lavrov,” RIA Novosti, 08.04.2008, erişim tarihi 20.07.2013, http://en.rian.ru/russia/20080408/104105506.html.
    42 Sait Sönmez, “Yeni Batıcılık ve Yeni Avrasyacılık Akımları Bağlamında Yeltsin Yönetimi’nin Doğu Batı Politikaları’nın Analizi,” Gazi Akademik Bakış 6 (2010): 73-96.
    43 Svante E. Cornell, “Georgia After the Rose Revolution: Geopolitical Predicament and Implications For US Policy,” Strategic Studies Institute, 01.02.2007, erişim tarihi 25.07.2013,
    http://www.strategicstudiesinstitute.army.mil/pdffiles/pub757.pdf.
    44 Andre Hartel, “Back to the Future? : Ukrainian-Russian Relations After Kyiv’s Presidential Election,” Russian Analytical Digest 75 (2010): 2-5.
    45 Pınar Özden Cankara ve Yavuz Cankara, “Vladimir Putin Döneminde Rus Dış Politikası’nda Yapılan Değişiklikler,” SDÜ Sosyal Bilimler Dergisi 15 (2007): 193-212.
    46 Rusya’nın Avrasyacılık bağlamında şekillenen Yakın Çevre Politikası, Yunanistan ile Türkiye, Azerbaycan ile Ermenistan ve Gürcistan ile Ermenistan arasındaki toprak bazlı tarihsel problemler bu duruma önemli birer örnektir. Yakın çevre politikası için bkz. Erel Tellal, “Zümrüdüanka: Rusya Federasyonu nun Dış Politikası,” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 65 (2010): 189-236.
    47 Topraklarında Abhazya ve Güney Osetya gibi ayrılıkçı bölgeler bulunduran Gürcistan’ın, bu bölgeler ile iyi ilişkilere sahip olan Rusya ile yaşadığı problemler ile Batı Trakya’da yaşayan Türk nüfusun siyasal konumu gerekçesiyle, Türkiye ile Yunanistan arasında gerilen ilişkiler bu duruma güzel bir örneklik oluşturmaktadır. Daha fazla bilgi için bkz. Nona Mikhelidze, “After the 2008 Russia-Georgia War: Implications For the Wider Caucasus and Prospects For Western Involvement in Conflict Resolution,” Istituto Affari Internazionali, 7.2.2009, erişim tarihi 21.07.2013,
    http://www.iai.it/pdf/DocIAI/iai0901.pdf.



    ***