TÜRKİYE CUMHURİYETİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYE CUMHURİYETİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2019 Perşembe

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN TEMELLERİNİN OLUŞMASINDA ATATÜRK’ÜN GERÇEKÇİ KİŞİLİĞİNİN ROLÜ

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN TEMELLERİNİN OLUŞMASINDA ATATÜRK’ÜN GERÇEKÇİ KİŞİLİĞİNİN ROLÜ 


Doç. Dr. Mehmet EVSİLE
* Amasya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi 


Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemâl Atatürk, devlet kurucu kişiliğinin yanında komutan, inkılapçı, çağdaş kişiliği ile de kurduğu devletin şekillenmesinde etkili bir rol üstlenmiştir. Atatürk’ün bu özelliklerini tamamlayan diğer bir yönü de gerçekçi kişiliğidir. 

Millî mücadele döneminde Misak-ı Millî’nin millî sınırlarla ilgili maddeleri tesbit edilirken Atatürk’ün yanında bulunanlar, Lozan Barış Anlaşması ile bu tesbitlerin gerçekleştiğini görünce hayretlerini gizleyememişlerdir. Ama konunun tarihî boyutlarını göz önüne aldığımızda, burada hayret edilecek bir şey olmadığı anlaşılacaktır. Çünkü Atatürk, Misak-ı Millî projesine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne 
esas teşkil eden görüşlerini daha Birinci Dünya Savaşı’nda, muharebe meydanlarında elde ettiği tecrübelere dayandırarak gerçekçi kişiliğini ortaya koymuştur. 

Şimdi Çanakkale, Kafkas ve Suriye cephelerinde görev yapmış olan Atatürk’ün bu cephelerde elde ettiği başarıları bir defa daha hatırlatarak, bunların Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü varlığına olan etkilerini görelim: 

Çanakkale cephesi, İngiltere ve Fransa’nın, müttefikleri olan Rusya’ya ulaşmak için boğazları geçmek amacıyla açılmış bir cephedir. 
Özellikle İngiltere ve Fransa, Rusya’ya ihtiyaç duyduğu savaş malzemelerini götürecek, karşılığında ise Rusya, ihtiyaç fazlası olan tahıl ürünlerini yine boğazlar yolu ile Avrupa pazarlarına gönderecek ve buradan elde edeceği para ile silâh ve cephane alacak, ülke ekonomisini düzeltecektir. Bu sıralarda Rusya’nın çarpıştığı cephelerde günlük mermi ihtiyacı 45 bin kadardır. Bunun ancak onda biri Rusya’daki fabrikalarda üretilebilmektedir. Dolayısıyla İngiltere ve Fransa’nın askerî yardımına büyük ihtiyacı vardır. 

Müttefiklerin diğer bir hesabı, Çanakkale boğazını geçip, İstanbul’u işgal etmekle Osmanlı Devletini savaş dışı bırakmaktır. 
Böylece İstanbul, boğazlar ve Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan Ortadoğu ve petrol bölgeleri müttefikler tarafından işgal edilecek, Osmanlı Devleti’nin fiilî varlığı sona erecektir. Yaklaşık bir asırdan beri hasta adam ilan edilen Osmanlı Devleti’nin mirası, müttefik devletler arasında paylaşılacaktır. 

Ancak müttefik devletlerin hesabını bozan kişi, Albay Mustafa Kemal olmuştur. 20 Ocak 1915’te 19. Tümen Komutanı, 28 Temmuz 1915’te 15. Kolordu Komutanı, 8 Ağustos 1915’te de Anafartalar Grup Komutanı olan1 Mustafa Kemâl, Anafartalar ve Conkbayırı’nda idare ettiği muharebelerde üstün başarılar elde ederek askerî dehasını ispat etmiştir. Özellikle 57.Alaya verdiği, Ben 
size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum şeklindeki emir ile Çanakkale muharebelerinin akışını değiştirmiş, 57.Alay ve arkasından gelen diğer birliklerin yok olma pahasına gösterdikleri direnç ile düşman hücumlarının beli kırılmıştır. Daha sonra Atatürk, Çanakkale cephesinde elde ettiği bu başarıyı değerlendirirken, Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’un düşman işgaline girmesini önlediğini söylemiştir.2 Aslında bu başarının önemi, sadece bu sonuçla sınırlı değildir. Müttefiklerinden yardım alamayan Rusya’da Çarlık rejiminin çökmesinde etkili olduğu gibi; İstanbul, Marmara ve Trakya bölgelerinin Türkiye’nin ülke bütünlüğünden kopartılmasını önlemiştir. Çanakkale’de verilen binlerce şehit karşılığında bu toprakların Türk vatanının ayrılmaz bir parçası olduğu tescil edilmiştir. 

Çanakkale cephesinin tasfiye edilmesinden sonra Atatürk’ün komutanı olduğu 16. Kolordu, Kafkas cephesine nakledilmiştir. Zira, 27 Ocak 1916’da karargâhı Edirne’de olan ve 25 Kasım 1916’da Diyarbakır’a nakledilen 16. Kolordu Komutanlığına atanmış bulunuyordu.
Bu arada 1 Nisan 1916 tarihinde Atatürk’ün rütbesi albaylıktan generalliğe terfi ettirilmiş ve bu tarihten itibaren Mustafa Kemal Paşa olarak anılmaya başlamış tır. 16. Kolordu’nun Kafkas Cephesine nakledilmesinin gerekçesi, 1916 yılının Mart ayı başlarında Bitlis ve Muş’un Rus işgali altına girmiş olmasıdır. Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinin bir kısmının işgalinden sonra Bitlis ve Muş’un işgal altına girmesi, İstanbul’da Başkomutanlık Vekâleti, Genelkurmay Başkanlığı ve diğer birimleri harekete geçirmiş; özellikle bir vilâyet merkezi olan Bitlis’in işgale uğraması, şok etkisi yapmıştır. Rus birliklerinin hareket istikametine bakıldığında, işgalin güneye doğru ilerleyebileceği anlaşılmıştır. Bu da Osmanlı Devleti’ni güç duruma düşürecektir. İşte bu durumun önüne geçmek, tehlikeli bir hale gelen Diyarbakır istikametini güvence altına almak için buraya genç ve kudretli bir komutanın atanması düşünülmüştür. Bu işi yapabilecek kudrette bir 
komutan olarak da Çanakkale cephesinde yıldızı parlayan Mustafa Kemâl, ilk anda akla gelen isim olmuştur. Karpatlardaki Galiçya cephesine gitmek üzere hazırlanan Mustafa Kemâl ve kolordusunun bu görevi iptal edilerek Kafkas cephesine gönderilmesi kararlaştırılmıştır. 

27 Mart 1916 tarihinde Diyarbakır’a gelen Mustafa Kemâl Paşa, bir müddet sonra karargâhını Silvan’a naklederek cepheye yakın bir konumda çalışmalarına başlamıştır. Bitlis cephesinde bulunan 5.Tümen ile Muş cephesinde bulunan 8.Tümenin eksiklerini tamamlayarak Ağustos ayı başında bu iki tümene hücum emri vermiştir. Yapılan taarruzlar sonucunda 7 Ağustos 1916’da Muş; 8 Ağustos 1916’da Bitlis düşman işgalinden kurtarılmıştır. Bu başarılarının bir sonucu olarak Mustafa Kemâl Paşa’ya Osmanlı, Alman ve Avusturya Macaristan hükûmetleri tarafından liyakat madalyaları verilmiştir.4 İşgale uğrayan bölgelerdeki halk, canlarını kurtarmak için güneye göç etmeye başlamış iken, şehirlerinin işgalden kurtarılması üzerine yeniden kendi topraklarına dönme imkânına kavuşmuşlardır. Bitlis ve Muş’tan çıkartılan birliklerin daha güneye, Diyarbakır istikametine ilerlemeleri durdurulmuştur. Bu sonuç, aynı zamanda Rusya’nın Çar I.Petro’dan itibaren izlediği sıcak denizlere inme politikasına da büyük bir darbe indirmiştir. Çünkü Ruslar, Diyarbakır’a girebilseler, daha sonra İskenderun körfezine kadar rahatlıkla gidebileceklerdi. Bu arada Rus birliklerinin hareketini durduracak hiçbir tabiî engel yoktur. Atatürk’ün Kafkas cephesinde kazandığı bu başarılar, sonuçta doğu ve güneydoğu Anadolu bölgelerinin Türkiye’nin ülke bütünlüğünden kopartılmasını önlemiştir. 

Kafkas cephesinden sonra Atatürk’ün görev aldığı cephe, Suriye cephesi olmuştur. Bu cephede 7 Ağustos 1918’de VII.Ordu Komutanı; 31 Ekim 1918’de VII.Ordu Komutanlığı ile birlikte Yıldırım Ordular Grubu Komutanı olmuştur.5 Atatürk’ün VII.Ordu Komutanı olduğu sıralarda bu cephedeki çarpışmalar şiddetini kaybetmeye başlamıştır. Zira daha önceki muharebelerde Osmanlı Devleti, büyük toprak kayıplarına uğramıştır. VII.Ordu Komutanı olarak Mustafa Kemâl Paşa, bu cephede mağlûp olmayan tek komutandır. 

Suriye cephesinde Mustafa Kemâl Paşa’nın gördüğü bir gerçek vardır. Arap nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki Türk birlikleri, devamlı surette kayıp vermektedirler. Çünkü güvenlikleri sağlanamamaktadır. İngiliz birlikleri ve onları destekleyen Arap aşiretleri, Türk birliklerini rahatsız etmektedirler. İşte Atatürk, VII.Ordu birliklerini, Türk unsur ile Arap unsuru birbirinden ayırt eden 
hattın gerisine çekerek daha büyük ölçüde zayiatın önüne geçmeye çalışmıştır. 

Çanakkale cephesinde Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemâl, İstanbul’un düşman işgaline girmesini önlemekle, Batı Anadolu’nun ve Trakya’nın ülke bütünlüğü içerisinde kalmasını; Kafkas Cephesinde 16.Kolordu Komutanı Mustafa Kemâl Paşa, Bitlis ve Muş’u düşman işgalinden kurtarmakla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin ülke bütünlüğü içerisinde kalmasını 
temin ettiği gibi, Suriye cephesinde VII.Ordu Komutanı Mustafa Kemâl Paşa, Türk unsur ile Arap unsuru birbirinden ayıran hattı gerçekçi bir şekilde tesbit etmiştir. Atatürk’ün muharebe meydanlarında kazandığı bu tecrübelerin Misak-ı Millî’nin ilgili maddelerinin tasarlanmasında katkısı olduğu söylenebilir. 

Doğu Trakya’yı hiçbir şekilde tartışmaya açmadan Batı Trakya’nın geleceği halkın vereceği oylara bırakılarak, Türkiye’nin batı sınırı Meriç hattı olacaktır derken, Çanakkale cephesinde binlerce şehit verilerek kazanılan zaferlerle bu sınırın hak edildiğini; doğu sınırları tesbit edilirken Bitlis ve Muş’u geri alarak Rusların tarihî emellerine engel olduğunu, bu suretle bu hattın muharebe meydanlarında 
akıtılan kanların karşılığında hak edildiğini, güney sınırının ise, VII.Ordu Komutanlığı sırasındaki icraatı ile güvence altına alınmış olduğunu düşünmüş olmalıdır. 

Misak-ı Millî metni, sadece millî sınırların tesbitini sağlayan bir belge değildir. Ekonomik ve malî sınırlamaları da ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla Misak-ı Millî’nin hazırlanmasında o günkü şartların ve gerçeklerin çok önemli bir yeri vardır. Ancak bu belgenin hazırlanmasında Atatürk’ün Birinci Dünya Savaşı’nda muharebe meydanlarında kazandığı tecrübelerin katkısı da görmezden gelinemez. Atatürk, bu konuyu, 10 Ocak 1922’de Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin’e verdiği bir mülâkatta, “Misak-ı Millî, barış imzalamak için en makul ve en asgarî şartlarımızı kapsayan bir programdır. Barışa ulaşmak için öngöreceğimiz esasları kapsar. 
Fakat memleket ve milleti kurtarmak için barış yapmak kâfî değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışmalar ondan sonra başlayacaktır. Barıştan sonraki çalışmalarda muvaffak olabilmek, milletin istiklalinin kazanılmış olmasına bağlıdır. Misak-ı Millî’nin hedefi onu temin etmektir” şeklinde yorumlamıştır.6 

Bu tecrübeler, Atatürk’ün gerçekçi kişiliğinin oluşmasına katkıda bulunduğu gibi, 

Misak-ı Millînin de tarihî zeminini teşkil etmiştir. Aynı proje Lozan Barış Anlaşmasında da korunarak Türkiye Cumhuriyetine temel teşkil etmiştir. 

Atatürk, Onuncu Yıl Nutkunda, Türkiye Cumhuriyeti’ni tarif ederken, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti ifadesini kullanmıştır. Türkiye Cumhuriyetine temel teşkil eden kahramanlık boyutunu Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale, Kafkas ve Suriye cephelerindeki başarıların teşkil ettiğini görüyoruz. İkinci olarak yüksek Türk kültürü tabiri kullanılmaktadır ki bu ifade ile Atatürk, Türk tarihinden aldığı bilgileri aktarmakta, böylece Türkiye Cumhuriyetini tarihten elde ettiği tecrübeye dayandırmaktadır. 

1936 yılında kendisine sorulan bir soru üzerine de, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” dedikten sonra, “Kültür, bir milletin bütün tarihî seyrini gösteren bir harekettir. Bugün yaşayan milletler varlıklarını ispat ve idame için çalışırlar, fakat onların dayanacağı bir esas, kökünü kendisinden alacağı bir kültürleri bulunmazsa, temel sağlam olmaz” şeklinde karşılık vermiştir.7 

Başka bir konuşmasında da, cumhuriyetin temeli saydığı millî kültür ile millî benlik arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak, “…bir milletin saadet olarak algıladığı şey, diğer bir millet için felaket olabilir. Bundan dolayı bir millet, kendine göre saadet olarak algıladığı bir şeye ulaşabilmek için kullanacağı vasıtalar ve aletler kendi ruhundan çıkarsa, o vakit maksada varabilir. Onun vasıta ve aletlerini kullandığımız zaman gideceğimiz hedef, onun için saadet olmasına rağmen kendimiz için felakettir” diyerek millî kültürün araştırılması için çalışmalar 
yapılmasını istemiştir.8 

Nitekim bu görüşlerini güçlendirecek araştırmalar yapmak üzere 15 Nisan 1931 tarihinde Türk Tarih Kurumu ve 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dil Kurumu’nu kurmak suretiyle kültür kurumlarının oluşturulmasına da öncülük etmiştir. 1 Kasım 1936 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanma yılını açarken yaptığı konuşmada, “…bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde 
unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını, reddedilmez belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk milleti için değil ve fakat bütün ilim alemi için dikkat ve uyanışı çeken kutsal bir vazifeyi yapmakta olduklarını” söylemiştir.9 

Böylece gerçekçi bir şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’nin kahramanlık ve kültür temellerini ortaya koyduktan sonra, son olarak yine Onuncu Yıl Nutkunda, “Yurdumuzu dünyanın en gelişmiş ve medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız” diyerek Türk milleti için nihaî hedefi göstermiştir. 

DİPNOTLAR;

1 Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara, 1989, s.2. 
2 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1997, Cilt:I, s.299. 
3 Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara, 1989, s.3. 
4 Atatürk’ün Nişan ve Madalyaları, Genelkurmay Başkanlığı Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayını, Ankara, 1986, s.56 ve 171. 
5 Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, Genelkurmay Başkanlığı Yayını, Ankara, 1989, s.3. 
6 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, s.49. 
7 Afetinan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1984 (4.Baskı), s.271. 
8 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, s.219. 
9  Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, s.406. 

***

13 Kasım 2019 Çarşamba

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ÇAĞDAŞLAŞMA VE ULUS DEVLET.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ÇAĞDAŞLAŞMA VE ULUS DEVLET.  

Prof. Dr. Abdulkadir YUVALI
* Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. 


     Çağdaşlaşma sözlük manası olarak, çağın tutumuna, anlayışına, gereklerine uymak ve muasırlaşmak olarak tanımlanmaktadır. 
Buradan hareketle çağdaşlaşmayı, çağın gereklerine uyum sağlamak, geçmişte yaşamamak, maziden bugüne aktarılmış değerleri gerektiğinde yenilemek ve her şeyden önce bütün şartlarıyla yeni teknolojiye uyum sağlamaktır. 

     Milletlerin hayatında, çağın teknolojik gereklerine uyum sağlamak, yeni teknolojileri benimsemek nisbeten kolaydır. 
Ancak toplumun ve dolayısıyla insanların yüzyıllardan beri gelip yerleşmiş, sosyalleşme süreci içerisinde özümsedikleri bir kısım sosyal değerler, 
benimsenmiş tutumların yerine yenilerini koymak yani zihniyetin değişimi hayatî önem taşımaktadır. Bu değişmeler olmadan çağdaş toplum biçimine geçilmesi mümkün olamamaktadır. Bu geçişi yapamayan milletler, çağın gerisinde kalır, çağı sürükleyen ve çağı temsil eden toplumların gölgesinde, kontrolünde kalır yani sömürge olmaktan kurtulamazlar. Bu yüzden toplumsal değerlerini çağın ihtiyacına göre ve çağın bilim ve teknolojisinden yararlanarak yaşanır konuma getirememiş olan toplumlar çağdaş değil, sadece modern toplum olarak tanımlanabilir. Modernleşme ile çağdaşlaşma taban tabana zıt olmasına rağmen zaman zaman aynı manada kullanılması doğru değildir. Zira dün ve bugün modernleşme sömürgeleşmeye yol açmış, çağdaşlaşma ise sömürgeciliğin her zaman panzehiri olmuştur. 

Bu konuda Atatürk, “Millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz…” Şu hâlde dünyadaki gelişme ve değişmelere açık, ama kendi değer hükümlerini çağdaki değişme ve gelişmelere açmak suretiyle toplumun değişen ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde düzenleme söz konusudur. Bunu gerçekleştiremeyenler başka toplumların gerçekleştirebildikleri değerlerini modernlik adı altında almak 
suretiyle zihinsel ve kültürel sömürgeciliğe davet çıkarmış olmaktadırlar. 

Günümüzde toplumu ve onun en büyük sosyal organizasyonu olan devlet bu yönde büyük tehdit altındadır. Toplumda ulusal bilinç, ulusal dayanışma, ulusal seciye, ulusal duygu ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bunun yanında bazı çevreler, çok kültürlülük, etnik farklılığı modernleşmenin, değişmenin neticesi olduğunu, başta medya olmak üzere bu konuda her türlü aracı kullanmaktadır. 
Bu arada ne olduğu belirsiz, yeni dünya düzeni değerleri adına toplumu yeniden cemaatlere, uydurma tarikatlara bölmek her devirde vardı, ama bugün şiddetini artırmıştır. Onların ortak hedefi, Türk Devleti olup, devleti ayakta tutan bütün değerleri, kurumları işlemez konuma getirmektir. 

Türk toplumunun çağdaşlaşmasında, zemin olarak kendi ülkemizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı konu olarak almalıyız. Türk aydını, belki bütün dünyayı iyi tanır da, diğer milletlerin değer hükümlerini iyi bilir de, lakin kendini bilme, tanıma ve öğrenme zahmetine katlanmaz. Atatürk döneminden sonraki eğitim sistemimiz, beşeri bilim temelindeki ders kitapları ve programlarımız ile, günümüzde toplumsal eğitimin en güçlü aracı olan yazılı ve görsel medyanın bugünkü tutumu dikkate alınacak olursa Büyük Atatürk’ün gösterdiği yol ve başlatmış olduğu çalışmalarla ne ölçüde uyumlu olduğunu dikkatlerinize sunmak istiyorum. İşte Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik tehdit ve tehlikenin burada saklı olduğu düşüncesindeyiz. Bu nedenle Atatürk’ün düşünce ve icraatlarının yeniden gündeme getirilmesi, yorumlanması, topluma karşı sorumluluğu bulunan bütün kurum ve kuruluşların 
dikkatine sunulması gerektiğini ifade etmek istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yönelik tehlike ve tehditlerin gözler önüne serilmesi yönündeki çalışmalar geciktirilmemelidir. Bu yöndeki endişelerimize örnek olarak Atatürk dönemindeki tarih ders kitapları ile sonraki dönemlerde okutulmuş olan ders kitaplarının karşılaştırılması, günümüzde yazılı veya görsel medya temsilcilerinin Türk toplumuna karşı bu konudaki sorumluluklarını tespit için yayınlarını bir gün veya bir aylık süre için incelemeye aldığımız zaman ortaya çıkacak tabloyu oluşturan çizginin ne hâlde olacağını gözleriniz önüne getiriniz. İşte tehlike ve tehditler bu çizgide saklı olup, bu tehlike her gün artan oranda devam etmektedir. Büyük Atatürk’ün yolunda yürüdüğünü, fikirlerinin takipçisi olduğunu söylemenin alışkanlık hâline geldiği gözler önüne serilecektir. Bu gözlemi bütün kurum ve kuruluşlar için uyguladığımız takdirde Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne yönelik tehdit ve tehlikelerin hangi yol, hangi kılık ve biçimde ve de altın tepside sunulmuş olduğu görülecektir. 

Atatürk’ün ulus devlet düşüncesi yönündeki uygulamaları ile ulus devlet kavramını tarihî süreç içerisinde ele alacak olursak; 

Atatürk’ün düşünce ve icraatlarının karakteristik özelliğinin genel manada çağdaşlaşma olduğunu yani ülkenin kurum ve kuruluşları ile kültürel değerlerini çağın ihtiyacına cevap verecek biçimde yeniden düzenlenmesi ve hizmete dönüştürülmesi hadisesi çağdaşlaşmadır. 
Ancak Atatürk, bununla da yetinmiyor söz konusu değerlerin çağın ötesinde ve çağa model olmasını istiyordu. Çağdaşlaşmada sınır ve zaman yoktur. Zira, içerisinde yaşadığımız dünya nasıl dönüyorsa ona paralel bir değişim süreci de beraber yaşanmaktadır. Oysa ki, ülkemizi tehdit eden tehlikeler arasında, çağdaşlaşmanın durağan konuma itilmesi, yerine başka toplumların çağdaş konuma getirmiş olduğu değerleri ve kurumları modernlik, modernleşme adına kabullenilme hadisesi öncelikli ve ilk sırayı almaktadır. 

Ulus devlet modelini tarihî seyri ve Batı dünyasında kuruluşu, gelişmesi yönüyle ele alacak olursak; Batı dünyasında, zengin bir antik devir, takiben imparatorluklar, feodalizm, krallıklar ve ulus devlet şeklinde bir değişim yaşandığı görülmektedir. 

Batı dünyasında, imparatorlukların yerini almış olan feodalizm hemen her bakımdan karanlık bir devir ve bu dönemi takiben rönesans ve reform hareketleri değişimin itici gücü olmuştur. Rönesans genel manası itibariyle “Yenilik, Yeniden Doğuş” olarak tanımlansa da her yenilik ve doğuş rönesans değildir. Batı dünyasındaki rönesans, antik çağdaki bilim, sanat ve düşüncenin XVI. yüzyılda toplumun ihtiyacına cevap verecek biçimde yeniden hayata geçirilmesidir. 

Batı toplumu, rönesans ve reform ile “birey” ve “ulus” olmanın şuuruna varmış, takip eden “Aydınlık Çağ” ile ulus devlet süreci ayrı ayrı tarihlerde başlamıştır. Uygarlıkların ve dolayısıyla da ulusal kültürlerin doğma ve gelişmesinde siyasi erk yani devletin konumu tartışılamaz bir gerçektir. Bize göre, insanın temel hak ve hürriyetlerini teminat altına alan, hukukun üstünlüğü anlayışı ile insanın 
mutluluğunu ve gelişmesini sağlayan, özgürlüğe dayalı rasyonel devlet yönetimi ulusal değerlerin doğuşu ve gelişmesinde esas unsur olmuştur. 

Batı dünyasına üye ülkelerin ulus devlet olmasında bilim, fikir ve sanat adamları aydınlanma çağına öncülük etmişlerdir. Böylece toplumun çağdaş konuma ulaşmasında birleştirici, bütünleştirici, ve bilhassa yapıştırıcı harç olmuşlardır. Çağdaş medeniyetin temelini, her türlü dogmatik fikir ve düşünceyi bertaraf etmek suretiyle bilime gelişme imkanı veren rasyonel düşünce, bilim zihniyetinin pratik hayata uygulanması, insanoğluna tabiata hâkim olma ve ekonomik refahı sağlama imkanını vermiştir. 

Batıda ulus devlet olma yönünde ilk sırayı İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya almış, diğer devletler de onları takip etmiştir. Zira söz konusu ülkeler, bölgesel kültürleri ve bunları temsil eden toplumları ulusal kültür etrafında bütünleştirmede aydınlanma çağının fikir ve sanat adamları birinci derecede rol oynamışlardır. Çünkü feodal yapıdan ulusal yapıya geçiş sürecinde yerel kültürel değerlerin, ulusal kimliğe dönüşme hadisesi vardır. Batılı ülkelerde ulusal kültür ve dolayısıyla ulus devletlerin doğuşunda, Fransız İhtilalinin etkisi yanında Voltaire, Jean Jaque Rousseuo, Victor Hugo, Montesque ve benzeri düşünürler toplumda birleştirici, bütünleştirici olma hususunda önemli rol üstlenmişlerdir. Günümüzde ulus devlet sürecini tamamlamış olan İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin ulus devlet süreci öncesinde birbirleriyle yüzlerce yıl (30 Yıl, 100 Yıl Savaşları) mücadele etmiş, farklı kültürlerin temsilcileri olmaları yanında, ağız, lehçe ve hatta dil bakımından da aralarında ayrılıklar olduğu hâlde, aydınlanma çağı sonunda başlatılmış olan ulus olma (uluslaşma) konusunda başarılı olmuşlardır. Tarihî süreç içerisinde kültürel ve kimlik farklılıklarını çağdaşlaşma sürecinde ulus devlet yöntemiyle çözmüş olan bu ülkeler, günümüzde homojen bir yapıyı temsil eden Türk toplumunda ayrılık ve azınlıklar üretme çabalarını 
sürdürmüşlerdir. AB ilerleme raporu, Büyük Atatürk’ün başlatmış olduğu çağdaşlaşma ve ulus devletin varlığına son vermeye yönelik bir tavırla adeta Roma İmparatorluğu’nun “Divide et imperium” siyasetinin ürününü hatırlatan sözde ilerleme raporu ise çağdaş bir toplum anlayışından çok sömürgeci bir düşüncenin eseri olduğu şüphesi uyandırmaktadır. 

Türk halkı, Büyük Atatürk’ün öncülüğünde bir yandan emperyalizme karşı vermiş olduğu mücadele sonunda milletleşme (uluslaşma) sürecini başlatırken diğer yandan da XX. yüzyılda uluslaşma konusunda mazlum milletlere model olmuştur. Kısaca açıklayacak olursak; Türk kurtuluş hareketinin birinci amacı bağımsız, ulusal Türk Devleti’nin kurulması, ikinci amacı ise, devamlı gelişmeyi ve çağın gereklerine cevap verebilme olayı yani çağdaşlaşmadır. 
Türk çağdaşlaşması ve ulus devlet gerçeğini olumsuz yönde etkileyen faktörler arasında, bölgesindeki ve dünyadaki güç merkezleri önemli rol oynamaktadır. 

Büyük Atatürk’ün, Cumhuriyetimiz için göstermiş olduğu hedef, bütün hayatı boyunca çağdaş medeniyet olmuştur. Çağdaşlaşmayı, Türk halkını her sahada uygar bir toplum durumuna getirmeyi amaçlayan topyekün bir değişme bir “oluş” olarak görmek gerekir. Bu “oluş” içinde yepyeni bir değişme yatmaktadır. İfade etmeye çalıştığımız bu çalışma, Atatürk tarafından asrîleşme, muasır medeniyet seviyesine erişme olarak kullanılmıştır. Bu sözleri batılılaşma olarak görmek yanlıştır. Çünkü Atatürk dönemi çağdaşlaşması Avrupa uygarlığını taklit olmadığını, yönelinen amacın gerçekte “muasır medeniyet” içinde kendi değerleri ve kurumları ile çağdaş uygarlık düzeyine varmış bir Türkiye olup, bunun en güçlü kaynağı bağımsızlık düşüncesidir. Atatürkçü düşüncenin temelinde yatan çağdaşlaşma hadisesi Batılılaşma hadisesinden tamamen farklıdır. Zira Atatürk, Osmanlı Devleti’nin körü körüne batılılaşma yani modernleşme sevdasının 
Devlet-i Âli’ye nelere mal olduğunu herkesten iyi biliyordu. 

Zira çağdaş toplumun oluşturulması, korunması ve geliştirilmesinde esas unsurun ne olduğunu Atatürk’ün “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fenin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir.” veciz sözleriyle, Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik tehditlerin altındaki sebebi açıkça ifade etmiş olup, bu tehdit ve tehlikeler dün vardı, bugün mevcut, yarın olmaması için bugün gerekli hazırlıklar yapılmalıdır. Atatürk döneminde kurulmuş olan bütün kurumlar 
(eğitim, sanayi, ekonomi, savunma ve kültür) da itici güç, ulusallık olmuştur. Atatürk ile başlatılmış olan ulus devlet sürecinin kurum ve birimler arasındaki yapıştırıcı unsur, fikir ve sanat olmuştur. Osmanlı Devleti’nin bu konuda Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmış olduğu mirasın olumsuz olduğu bilinmektedir. Batı dünyasında uluslaşma süreci 200 yıl önceye kadar uzanırken Türkiye’de Cumhuriyet’le başlamış ve henüz 80 yıl olmuştur. Büyük Atatürk, Cumhuriyet döneminde ülkemizin ihtiyacı olan fikir, sanat ve bilim adamı açığını giderme yönünde eldeki bütün imkanları kullanmıştır. Bunlar arasında; Bolşevik İhtilalinin getirmiş olduğu baskı döneminde doğup büyüdükleri topraklarda yaşama hakları kalmayınca ülkelerini terk etmiş olan Türk dünyası aydınları ilk sırayı almaktadır. Söz konusu bilim, fikir, sanat ve devlet adamlarını ülkemize kabul etmiş, Avrupa ülkelerine gidenleri davet etmiş ve onlar arasında birçokları Türkiyat 
Enstitüsü, Türk Dil ve Tarih Cemiyetleri ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde bilim adamı ve yönetici olarak görev almışlardır. Aynı şekilde Hitler’in zulmüne uğramış olan Yahudi bilim adamları da yine bu düşünceyle ülkemizdeki üniversitelerde görevlendirilmişlerdir. 
Bu uygulamalar Büyük Atatürk’ün başlatmış olduğu uluslaşma hadisesi ile doğrudan ilgilidir. 

Türkiye’de ulus devlet ve çağdaşlaşma sürecini olumsuz yönde etkilemiş ve etkilemekte olan faktörler arasında “izmler” (Hümanizm, Sosyalizm, Faşizm, Komünizm, Globalizm vb.) yer almaktadır. Atatürk döneminde ulusal değerlere bakış ne ölçüde müsbet ise uluslararası izmlere karşı da ve bu konuda ciddi önlemler alınmıştır. Atatürk’ten sonra ise söz konusu izmlere karşı gerekli ulusal 
direnç gösterilmiş olduğu söylenemez. Zira, Atatürk’ten sonraki dönemlerde devlet, fikir ve sanat adamlarının ülkemizdeki değişme ve gelişmelere ulusal bakıştan çok ideolojik kalıpların penceresinden bakmış olmaları uluslaşma ve dolayısıyla da ulus devlet sürecini olumsuz yönde etkilemiştir. 

    Günümüzde Ulus devletlerin varlığını koruma yönünde alınacak önlemlerin başında milletlerin ulusal değerlerini çağın ihtiyacına cevap verecek biçimde geliştirilmesinin gerekli olduğunu tekrar tekrar ifade etmek istiyorum. Oysa ki, izmlerin dayanağı olan doktrinler, dini, felsefî veya siyasi bir öğretideki dogmatik kavramların bütünüdür. Doktrinlerin temel yapısında, ortaya koyduğu kurallara karşı tutucu, fanatik bir bağlılık yanında, siyasi, ideoloji ve doktriner değişmez belli kuralları vardır. Şu hâlde izmler değişmez dogmalar olduğu hâlde Atatürk’ ün gerçekleştirmiş olduğu milletleşme, çağdaşlaşma kendisini dogmalar dan kurtarmıştır. 

Ulus devletin temel ilkeleri arasında yer alan Cumhuriyetçilik, Laiklik ve Millîyetçilik kavramları XXI. yüzyılda devletlerin hayatında değişmeyen değerler olarak yerlerini korumaktadır. Tarih boyunca kurulmuş olan Türk devletlerinin hemen hiçbirinde din ve ırk temelini esas alan bir yönetim anlayışı söz konusu olmamış, bu özellik laiklik anlayışımızın dayanmış olduğu tarihî temeldir. 

Büyük Atatürk’ün gerçekleştirmiş olduğu ulus devlet veya çağdaşlaşma Batı taklitçiliği veya Avrupa özentisi ile taban tabana zıttır. 
Ülkemizin jeopolitik konumu yanında geçirmiş olduğu tarihî süreç de bugün yaşadıklarımızla doğrudan ilgilidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin dayanmış olduğu ilkeler, yani Atatürk ilkeleri tarihî Türk devletleri için ortak payda olan “Türk Devlet Geleneği”nin çağdaş manada yani çağımızın ihtiyacına cevap verecek biçimde yorum ve değerlendirilmesidir. 

Şu hâlde ülkemizin aydınlık geleceği, Büyük Atatürk’ün Türk halkını içerisinde yaşadığımız çağın ihtiyaçlarına cevap verecek onu çağın lideri olarak yani gelecek çağlara taşıyacak olan kültürel değerlerin çağdaşlaştırılarak yaşanır konuma getirilmesi ile doğrudan ilgilidir. Bu konuda modernlik ve çağdaşlaşma kavramları zaman zaman birbirine karıştırılmaktadır. Daha çok, kaynağı yabancı olan kültür ve değerlerin hatta kurum ve kuruluşların ülkemizde bir yenilik veya moda hâlinde yaşatılması modernlik ve modernleşme olarak tanımlanmıştır. 

Batı dünyasının Osmanlı Devleti’ne, 20. yüzyıl başlarında AB’nin de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne 21. yüzyılda sunmuş olduğu sözümona iyileştirme reçeteleri sürekli olarak modernleşmenin formülü olarak takdim edilmektedir. Osmanlı Devleti’ne sunulmuş olan reçetelerin biçilen sürede devleti nasıl parçaladığını yakından bilen Büyük Atatürk’ün devrim ve ilkelerinin batılılaşma 
ve modernleşme ile tanımlanması doğru değildir. Atatürk, Batılı ülkelerin yüzlerce yıl önce yani XVI. yüzyılda başlatmış olduğu rönesans (çağdaşlaşma) reform bunları ve takip eden aydınlanma çağının Batı dünyasında uluslaşma, ulusal değerler ve ulus devlet temelinin atılmasında etkili olduğunu biliyordu. Büyük Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temeli kültürdür.” veciz sözü ülkemizde, milletleşmenin temelini oluşturmuş ve ulus devlet olma sürecini başlatmıştır. 

Atatürk’ün ölümünden sonra ülkemiz ve dünya gündemini işgal etmiş olan humanizmden başlayıp globaliz me uzanan “izmler” yani kendi kuralları 
ve hedefi doğrultusundan başka doğru kabul etmeyen bu radikal akımlar bugün de çağdaşlaşma ve ulus devlet gerçeğini tehdit etmektedir. 

Başta dünyadaki doğal kaynaklardan hatta üzerinde yaşadıkları toprağın zenginliklerinden en az faydalanan milletler olmak üzere ulus devlet gerçeğini 
hedef almış olan globalizm, kişileri etnik kimliklerle donatmak suretiyle ulusal yapıya zarar vermekte ve ulus devletleri tehdit etmektedir. 

Küreselleşmenin ideolojisi olan globalizmin hedefi, Türk toplumunu oluşturan bireyleri “yerel kültür temeli” ne dayalı etnik kimliklerle donatmak suretiyle 
yani mikro millîyetçiliği her türlü vasıtayla donatıp ulus devleti yıkma ve böylece sömürü yolundaki en büyük engeli kolayca aşmayı planlamıştır. 

İşte bu tehdit ve tehlikeye karşı çağdaşlaşma ve ulus devlet sürecinin devam ettirilmesi öncelikli olarak ülkemiz, takiben temsil ettiğimiz dünya ve nihayet insanlık için en güçlü teminat olduğu düşüncesindeyiz. 

Büyük Atatürk’ün dün başta Türkiye ve çağdaşlaşma yolundaki ülkeler için tehlike olarak belirtmiş olduğu “müstemlekecilik ve emperyalizmin yeryüzünden yok olacağını ve yerini milletler arasında renk, din, ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağının” doğacağını ifade ile bu konuda izlenecek yolu açıkça göstermiştir. Ancak Türkiye de dahil olmak üzere çağdaşlaşma ve ulus devlet 
olma süreci, içerisinde yaşadığımız yüzyılın bütün olumsuzluklarına rağmen devam ederken, emperyalizm ve sömürgecilik bu çağdaş ulusal değerleri her türlü vasıtalarla tehdit etmektedir. 

Atatürk’ün Türkiye’de hayata geçirmiş olduğu ulus devlet ve çağdaşlaşma hareketi insanlık için de bir çıkış yolu olma özelliğini devam ettirmektedir. Günümüzde bu çağdaş değerlerin özünden uzaklaştırılması ve yeni bir “izm” yani globalizme ışık yakılmış olması Türkiye ve çağdaşlaşma yolundaki ülkelere yönelik bir tehlike olduğunu bir kere daha ifade etmek istiyorum. Bu çağdaş tehlikenin panzehiri, Tük halkının milletleşme ve ulus devlet olma yolunda başlatmış olduğu yürüyüşün XXI. yüzyıl için de aynı mazlum milletlere 
model olacağına inancımı ifade etmek istiyorum. 

Saygılarımla 


***

7 Aralık 2018 Cuma

PAPA FRANCESKO TÜRKLERE YANLIŞ YAPTI.. ŞİDDETLE KINIYORUM.. TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİ KARŞI TEDBİR ALMAYA DAVET EDİYORUM.

PAPA FRANCESKO TÜRKLERE YANLIŞ YAPTI.. ŞİDDETLE KINIYORUM.. 
TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİ KARŞI TEDBİR ALMAYA DAVET EDİYORUM.




12 Nisan 2015


Yabancı kuvvetler tarafından silahlandırılan Ermeniler, gördükleri koruyuculuktan cür’et alarak bulundukları yerlerdeki Müslümanlara saldırmakta idiler. İntikam düşüncesiyle her tarafta insafsız bir şekilde öldürme ve yok etme siyaseti gütmekte idiler.- Gazi Mustafa Kemal Atatürk-Nutuk(1927)


Katoliklerin ruhani lideri Papa Francesco, 1915 olaylarını anmak için Vatikan’da düzenlediği ayinde” 20. Yüzyılın ilk soykırımının Ermeni toplumuna karşı yapıldığını” söylemiştir. Bu tarihi bir yanlıştır ve Papa’ya yakışmamıştır.

Bu şekilde emperyalizmin yarattığı tamamen yalanlara dayalı sahte Ermeni soykırımı iddialarına bugüne kadar yapılmış en büyük desteği; tam yüz yıl sonra Katolik Hristiyanların dini lideri Papa vermiştir..

Papa’nın dini liderliği yanında Vatikan Devletinin de devlet başkanı sıfatıyla bu sözü söylemesi, yüz yıllık Ermeni Soykırımı yalanı konusunda bir kırılma noktası olarak görülmelidir. Tarih ilmine ve bilimsel tüm gerçeklere tamamen aykırı olmasına rağmen Vatikan’ın soykırımı kabulü tüm Hristiyan dünyasını tetikleyecektir. Ve bu söylem sahte soykırımın kabul ettirilmesini hızlandıracaktır.

Günümüzde seçim faaliyetlerine kilitlenen iktidar ve muhalefet partilerinin rekabete ara verip konuyu birlikte ve ciddiyetle ele alıp derhal karşı milli politikalar tespit edip uygulamaları gerekmektedir.

Bu bir milli davadır. Türkiye bu davada her açıdan haklıdır. Haklılığını kolaylıkla ispat edecek yeterli bilgi, belge ve tecrübeye sahiptir.

Şimdi iktidara düşen görev, 24 Nisan’a kadar milletçe topyekun karşı saldırıya geçerek her alanda haklı olduğumuzu tüm dünyaya haykırmak olmalıdır.

Milletçe sokaklara dökülmeli ve çok kısa bir süre önce Ak Sarayda misafir ettiğimiz Papa’ya bu sözünü geri alması için baskı yapılmalıdır.

Sahte Ermeni Soykırımı konusunda bilimsel araştırmalar yapmış ve çalışmalarını kitap, film ve konferanslarla tüm kamuoyuna yansıtmış biri olarak, aslen Uluslararası İlişkiler uzmanı olan Başbakan Davutoğlu’nu göreve davet ediyorum. Dünyadan daha fazla tecrit edilmeden karşı tedbirlerin devletçe alınarak tüm milli güç unsurlarımızın hızla harekete geçirilmesini talep ediyorum.

Diaspora Ermenilerinin tüm dünyada görkemli törenlerle 24 Nisan’da yapacakları anma törenlerinden önce konunun gündemden kalkmasının hayati derecede önem arz ettiğini bir kere daha vurguluyorum. Önümüzdeki on günün çok iyi kullanılması için tüm yetkili ve ilgilileri duyarlı olmaya davet ediyorum..

Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://www.kumkale.net

https://kumkale.wordpress.com

https://kumkale.wordpress.com/2015/04/12/papa-francesko-turklere-yanlis-yapti-siddetle-kiniyorum-turkiye-cumhuriyeti-devletini-karsi-tedbir-almaya-davet-ediyorum/

***

28 Temmuz 2017 Cuma

İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri BÖLÜM 2


 İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri BÖLÜM 2


II. Dünya Savaşı sona ermeden önce Genelkurmay Başkanlığı'nın özerkliğine son verilmesi ve Başbakan'a bağlanması ile açılan yeni dönem, TSK'nin Yüksek Kumanda Heyeti'nin gençleştirilmesi, tıkanan terfi kadrolarının açılması ve Yüksek Kumanda Heyeti ile subay heyeti arasında ki bağın güçlendirilmesi için bir fırsat yaratmıştır. Fakat siyasi iktidarın askeri ihtiyaç değil, siyasi değerlendirmelerle yaptığı tercihler, bu fırsatın kullanılmasını engellemiştir.

Nitekim, savaşın sona ermesi ile orduda yapılacak emeklilik ve terfi işlemleri için sağlık durumlarının ele alınması gerekmiş, fakat siyasi iktidar emekliye sevk edilmesini istediği subayların adlarının hastahane tabiplerine bildirmiş. Bu haberin TSK'de duyulması Belen'in ifadesi ile "Orduda bomba gibi patlayarak karışıklıklara meydan vermiştir."28 Yüksek Kumanda Heyeti'nin gençleştirilmesi için çaba harcanmadığı, 1944-1950 arasında sadece Genelkurmay Başkanlığı'na yapılan atamalara bakınca ortaya çıkmaktadır. Çakmak'dan boşalan Genelkurmay Başkanlığı görevine Org. Kazım Orbay getirilmiş, Org. Salih Omurtak Genelkurmay Başkanlığı görevini 1946'da devir almış, 8 Haziran 1949'da emekliye ayrılmıştır.29 Org. Omurtak'ın yerine 10 Haziran 1949'da Org. Abdurrahman Nafiz Gürman atanmıştır.30

Mareşal Çakmak'ı 1944'te 68 yaşında iken görünürde yaş haddi nedeni ile emekliye sevk eden yönetimin31 1949'da 67 yaşındaki Org. Gürman'ı Genelkurmay Başkanlığı'na getirmesi, askeri nedenlerle açıklanamaz32

Belen ordudaki atamaların, Yüksek Askeri Şura kararlarına, komutanların terfilerinde sicile önem vermeyen, İnönü'nün şahsi tercihleri doğrultusunda yapıldığı ve orduda tepki yarattığını ileri sürer.33 Yüksek Askeri Şura'nın İnönü'ye karşı bir direniş içine girmesi pek mümkün değildir. Yukarıda değinildiği gibi, 4580 sayılı kanunun 5. maddesi ile Yüksek Askeri Şura'nın oluşumunu belirleyen 636 sayılı kanunun üçüncü maddesinin 4580 sayılı kanuna aykırı hükümleri 1945 tarih ve 4764 sayılı "Askeri Şura'nın teşkilat ve vazifeleri hakkındaki 636 sayılı kanuna ek kanunun34 1. maddesi gereği Hava Kuvvetleri Komutanı Yüksek Askeri Şura'ya üye olmuştur. Fakat 31 Ocak 1944'de kurulan Hava Kuvvetleri Komutanlığı ancak 1947'de Ordu komutanlığı düzeyine çıkarılmış35 ve ancak 1950'de bütün hava destek ve birliklerini emri altında toplayarak kuvvet komutanlığına dönüşmüştür.36 Kısaca Yüksek Askeri Şura'nın yeni üyesi etkisizdir.

Bu dönemde Yüksek Askeri Şura'ya son şeklini veren kanun, 4764 sayılı kanunu yürürlükten kaldıran 30.05.1949 tarih ve 5400 sayılı "Yüksek Askeri Şura'nın Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki 636 Sayılı Kanunun 2. ve 3. Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun"dur.37 Bu kanuna göre şuranın tabii başkanı Başbakandır. Başbakanın bulunmadığı toplantılarda Milli Savunma Bakanı, bakanın bulunmadığı toplantılarda Genelkurmay Başkanı şuraya başkanlık ederler. (md. 2) Şura üyeleri Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, Hava, Kara ve Deniz Kuvvetleri komutanları ve ordu müfettişleri ile Milli Savunma Yüksek Okulu Genel Sekreteri ile komutanlar arasından seçilen altı ve ilk on beş kişiden oluşmaktadır. (md. 3)

Subayların terfilerini düzenleyen 12.07.1943 ve 4460 sayılı kanunun 10. md.38 15.06.1947 tarih ve 578 sayılı "Subaylar Heyetine Mahsus Terfi Kanunun 4460 Sayılı Kanunla Değişen 10. Maddesinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"39 ise yeniden düzenlenmiştir. Bu kanuna, göre subaylar, terfi için rütbelere göre en az Astğm. 6 ay, Tğm. 3 yıl, Üstğm. 3 yıl, Korg./Koram. 3 yıl, Org/Oram. üç yıl beklemek zorundadır. Kanunun tek ilginç yanı 4460 sayılı kanunda 6 yıl olarak belirlenen Yzb'lığın da görev süresini 9 yıla çıkarmasıdır. Böylelikle 10.07.1945 tarih ve 4795 sayılı kanunun40 belirlediği Astğm., Tğm, Üsttğm., Yzb., rütbelerinden oluşan "astsubaylar" grubunda kalma süresi 3 yıl uzayarak toplam 15 sene 6 aylık bir süreye ulaşmıştır. Yukarıda değindiğimiz 4765 sayılı kanunla emeklilik süreleri gelmiş generallerin Bakanlar Kurulu ile görevlerine devam edebilecekleri hükme bağlanırken, genç subayların 4795 sayılı kanunun "üstsubaylar" diye tanımladığı Bnb., Yrd. Alb. rütbelerine yükselmeleri süresi uzatılmıştır. Düzenlemenin genç subaylar tarafından olumlu karşılandığını söylemek zordur. Etkisinin subay heyetini CHP iktidarından daha da uzaklaştırıcı nitelikte olduğu söylenebilir. 20.03.1950 tarih ve 5611 sayılı kanunla Atğm. ve Tğm.'likte bekleme süresi 6 ayı Astğm.'lik süresi olmak üzere 4 yıla çıkmış, Üstğm.'lik 6 yıla çıkarılmış, Yzb. rütbesinde bekleme süresi ise 9 yıldan 6 yıla indirilmiştir. Böylece astsubaylar kategorisinde bekleme süresi 6 ay artarak 16 seneye çıkmıştır. (Hava Kuvvetlerinde 14 yıl, Deniz Kuvvetlerinde 15 yıl üstsubaylarda ise terfi bekleme süreleri ise Bnb.'lar için 4 yıldan 6 yıla, yarbaylar için 3 yıldan 6 yıla çıkarılmıştır. Albay ve generallerin terfi sürelerinde bir değişiklik yapılmamıştır.

Genelkurmay Başkanlığı'nın 1944'de Başbakanlığa bağlanması Yüksek Kumanda Heyeti'nin siyasal etkisinin azaltılmasından sonra, Genelkurmay Başkanlığı 30.05.1949 ve 5396 sayılı "Milli Savunma Bakanlığı'nın Kuruluş ve Görevlerine Dair Kanun"41 Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmıştır (md. 1). Bakanlık, personel, haber alma, harekat, eğitim, seferberlik ve ikmal işlerini Genelkurmay Başkanlığı aracılığı, bunların dışındaki işleri bakanlık Müsteşarlığı aracılığı ile yürütmektedir (md. 2). Genelkurmay Başkanı Milli Savunma Bakanı'nın teklifi ile Bakanlar Kurulu tarafından atanır (md. 3), kuvvet komutanları ile Ordu Komutanları ve Orgeneral ve Oramiraller Genelkurmay Başkanı'nın görüşü alınarak, Milli Savunma Bakanı'nın teklifi, Bakanlar Kurulu'nun kararı ile tayin edilirler (md. 4).

1949 yılına kadar TSK'nin emir komuta zinciri Genelkurmay Başkanlığı ile Ordu komutanlıkları arasında kurulmuştur. 1949 yılında bu yapıda değişikliğe gidilmiş ve kuvvet komutanlıkları oluşturulmuştur.42

Dönem itibarıyla Genelkurmay Başkanlığı'nın devlet kurumu içindeki konumunun değiştirilmesi için ABD'nin baskı yaptığını ileri süren görüşler vardır.43 Bu nedenle Türk tarihinde ordunun ilk kez sivil yönetimin emrine girdiği ileri sürülmektedir.44

Bu, aynı zamanda, Amerikan askeri yardımın koşula bağlandığını göstermektedir. ABD askeri yardımı askeri işlerin kendisinde toplandığı bir makamın kurulmasının da gerekli kılmıştır. Bunu sağlamak için bütün savunma birimlerini Milli Savunma Bakanlığı'na bağlayan ve savaş halinde ülke kaynaklarını eşgüdümle yönetecek olan "Milli Savunma Yüksek Kurulu" 1949'da kurulmuştur.45

1946 yılında Genelkurmay Başkanlığı'nın bir tasarı hazırlayarak topyekün bir savunma için sivil ve askeri yetkililerin beraber çalışacakları bir organın kurulmasını tavsiye ettiği bilinmektedir. Daha sonra Yüksek Askeri Şura konu üzerinde çalışmış ve Milli Savunma Yüksek Kurulu Kanunu tasarısını hazırlamıştır. Milli Savunma komisyonunda ki çalışmalara Başbakan, Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı, Milli Savunma Bakanı, Bakanlık temsilcileri, Genelkurmay Başkan Vekili, Genelkurmay İkinci Başkanı ve askeri uzmanlar katılmışlardır.46

Kanuna göre kurul, topyekün savunma işlerini yürütecektir. Kurulun tabii başkanı Cumhurbaşkanıdır. (md.1). Kurul Başbakanın başkanlığında Başbakanın teklif edeceği ve Bakanlar Kurulu tarafından seçilen bakanlar ile Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı tarafından oluşur. Gerektiğinde askeri şura üyeleri ve her türlü uzmana danışılabilir (md. 29). Kurulun görevleri a) Hükümetin izleyeceği savunma politikasının esaslarını hazırlamak, b) Devlet kurumlarına, özel kurumlara ve yurttaşlara düşen görevleri tespit ederek, yerine getirilmesi için gerekli kanuni ve idari önlemleri almak, c) b fıkrasında yazılı önlemlerin uygulanmasını denetlemek, d) Yurt savunması ile ilgili işlerde Başbakanın lüzum gösterdikleri inceleyerek görüş bildirmek (md.3).

Kanuna göre, kurul ayda en az iki kez toplanacaktır. (md.5) Kurulda siviller çoğunluğu oluşturmaktadır.47 Kanunun diğer dikkati çeken yanı 5398 sayılı "Milli Savunma Bakanlığı'nın Kuruluş ve Görevlerine Dair Kanun" ile aynı gün kabul edilmesidir. 1944'te Genelkurmay Başkanlığı'nın Başbakana bağlanması ile başlayan süreç, bu iki kanun ile kapanmış ve TSK'nin rejim içindeki kurumsal ve bir ölçüde hukuki ağırlığı tamamen ortadan kaldırılmıştır.

Dönemi ordu açısından karakterize edilen süreçlerden biri de, ordu içindeki gizli örgütlenmelerdir. 1944-1950 aşamasına ordu içindeki gizli örgütler, 1941-1944 aşamasındaki örgütlerin devamıdır. Bu örgütlerin 1941-1944 aşamasında İnönü ve Yüksek Kumanda Heyeti'ne karşı girişmeyi amaçladıkları tasfiye operasyonu, 1944-1950 aşamasında bir ölçüde terk edilmiştir. 1944­1950 aşamasında gizli örgütlerin temel amacı, özellikle DP kurulduktan sonra, bu partinin mümkün olan en kısa zamanda iktidara gelmesi olmuştur.

1946 seçimlerinde yapılan hileler, örgütlerin önüne iki seçenek koymuştur. CHP'yi zorla iktidardan uzaklaştırmak veya 1950 seçimlerinde tekrar bir seçim hilesinin yapılması karşısında DP lehine müdahalede bulunmak. Gizli örgütlerin neden 1950'ye kadar müdahale etmedikleri sorusunun cevabı bir çok yerde aranabilir. Gizli örgütlerin bir darbe için yeterince güce sahip olmaması, İnönü'nün yükselen siyasi tansiyonu zamanında yaptığı müdahalelerle düşürmesi ve ihtilal ortamının doğmasına izin vermemesi, DP'nin kuruluşu ile gizli örgütlerde iktidarın demokratik yollardan değişebileceği inancının belirmesi bu dönemde bir darbeyi engellemiş olabilir.

Gizli örgütlerin CHP'ye karşı aldıkları tavrı ve DP'yi desteklemeleri, kanaatimizce TSK'nin demokrasi idealine içten inancından çok, ordunun rejim içinde ki ağırlığının kaybolmasına bir tepki, genç subayların DP'nin iktidara gelmesi halinde kemikleşmiş yüksek kumanda kademelerini değiştirerek alt kademelere yükselme imkanı sağlayacağı ümidi, ordunun daha hızlı modernleştirileceğine olan inancın bir sonucudur.48 Ayrıca artık rejim için eski prestiji kalmayan TSK'nin CHP lehine muhalefet üzerinde kullanılması subay heyetini rahatsız eden bir davranış olarak değerlendirilebilir.

Bir CHP ileri geleni "1945'ten sonra TSK'de CHP'nin Atatürk ilkelerinden ayrıldığı kanaati yerleşmiş bulunuyor ve bu tutum tasvip edilmiyordu."49 şeklindeki yorumunda TSK'nin CHP'ye karşı aldığı tavrı bir ölçüde açıklayabilir. Yukarıda değinildiği gibi ordu içindeki gizli örgüt, takriben 1944 senesinde ikiye ayrılmıştır. Bu iki örgütten birincisi Kur. Alb. Seyfi Kurtbek'in savaş yılları içinde kurduğu ve "Hücum Ordusu" ismini verdiği örgüttür.50 165 diğer örgüt ise Kur. Yrb. Cemal Tural'ın başkanlığını yaptığı örgüttür.
İki ekibin ayrı çalışmaları olduğu gibi, ortak çalışmalarının da olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle 1946 seçimlerinde yapılan hilelere ordu tepki göstermiştir. Türkeş, 1946 seçimlerinden sonra orduda gizli örgütlerin sayısının arttığını ileri sürer.51 Bazı subayların CHP'ye karşı ihtilal hazırlığı içinde olduklarının bilindiğini belirten Doğan, 1946 seçimlerinden sonra İnönü'nün Hadımköy ziyareti sırasında komutanlarla görüştüğünü ve "tehlike çanlarının çaldığını ve memlekette asayişin ve emniyetin bozulmak üzere olduğunu" söyleyerek, ordunun desteğini istediğinin söylendiğini kaydeder.52


1947 senesinde Harp Akademisi'nde öğretim görevlisi olan ve bir kısmı II. Dünya Savaşı sırasında kurulan örgüte mensup olan subaylardan Cemal Yıldırım, Cevdet Sunay, Cavit Çevik, Memduh Tağmaç, Sıtkı Ulay, Kani Gürhan, Şerafettin Konuralp, Kenan Esengin, Cemal Erginsoy, Saip Caner ve Milli Emniyet İstanbul Bölge ikinci başkanı Naci Aykun, Necip San, Refik Yılmaz, ve Kadri Erkmen örgüt başkanlığına Milli Emniyet Teşkilatında yaptıkları toplantıda başkanlığa Sunay'ı seçmişler, Sunay'ın kıta görevine çıkması bu görevi kabul etmemesi üzerine Kur. Alb. Cavit Çevik'i getirmişlerdir.53 Ayrıca örgüt 1947 senesinde İstanbul'da Korg. Fahri Belen ile evinde ve Harp Akademisi'nde temas etmiş ve ihtilal fikrini açmıştır. Belen ile II. Kolordu Komutanı iken (1947) örgüt adına kendisi ile görüşen üç albay örgütleri hakkında bilgi vermişler ve destek istemişlerdir. Belen, örgütün teklifini reddetmiştir.54

Bayar'ın yakınlarından avukat Selahattin Güvendiren'in örgütten haberdar etmesi üzerine Bayar, Cemal Yıldırım ile görüşmek istemiştir. Yıldırım Bayar'la görüşmesinde 1950 seçimlerinde hile yapılırsa, müdahale edeceklerini ve müdahale edecek güçte olduklarını belirtmiştir.
Kurtbek örgütü ise, hem İnönü hem de Bayar ve Menderes ile ilişki halindedir. Kurtbek Çankaya'da İnönü ile görüşmüş, İstanbul'da Bayar ve Menderes ile ilişki kurmuş ve örgütlerin çalışmaları ile örgüt üyeleri hakkında bilgi vermiştir.

Hikmet Özdemir, Yüksek Kumanda Heyeti içinde de bölünmelerin olduğu ve DP'nin iktidara geldikten hemen sonra, 6 Haziran 1950'de Yüksek Kumanda Heyeti içinde yaptığı emekliye sevk operasyonunun "CHP ve DP'li general hizipleri arasında birkaç yıldır devam eden" mücadelenin CHP'nin hem de TSK'nin desteğini aradıkları konusunda bilgi vermektedir ve TSK'nin DP'nin yanında yer aldığı görülmektedir. Bu DP'nin orduyu kendi tarafına çekmesi değil, ordunun yukarıda izah edilen nedenlerden dolayı DP'nin yanında yer alması olarak değerlendirilmektedir.55 Bu da 1950 seçimlerinde DP'nin iktidara gelmesi ile bürokrasinin yenildiği veya tasfiye edildiği keza dikkatle değerlendirilmektedir.56 DP'nin iktidara gelmesi, sivil ve asker bürokrasinin yenilgisi değil, bürokrasinin sivil kanadının yenilgisidir. Ortak bir yenilgiden söz edebilmek için DP iktidarından önce asker ve sivil bürokrasisinin rejim içindeki ağırlığının dengede olması gerektiği gibi, siyasal elitin askeri bürokrasiye, sivil bürokrasiye verdiği önemi vermesi gerekirdi. Fakat siyasal elit, 1944'ten itibaren askeri bürokrasinin rejim içindeki ağırlığını kırmıştır.1950'de askeri bürokrasi artık, iktidar ortağı değildir. Bu açıdan yenilgi, CHP'li siyasal elit ve sivil bürokrasinin yenilgisidir. Diğer bir değişle, 1950 seçimleriyle tasfiye edilen iktidar ortaklığı, asker, sivil bürokrasi ve CHP ortaklığı değil, sivil bürokrasi CHP ortaklığıdır.

Anılan yılların önemli özelliği, bürokrasinin (Yüksek Kumanda ve Subay Heyeti) Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında içinde bulunduğu siyasi iktidar ortaklığının dışında bırakılmasıdır. Böylelikle tek parti yönetimi, en önemli güçlerinden birisini kaybetmekle kalmamış, aynı zamanda bu güç, kendisine muhalif bir tavır almıştır.

Mayıs 1950 seçimlerinin arefesinde TSK, iktidar değişikliği istediğini belirgin bir şekilde hissettirmiştir. Aydın kesimin, halkın büyük bir bölümünün ve artık DP içinde örgütlenmiş olan özel sermayenin desteğini yitiren CHP'nin ve sivil bürokrasinin, siyasi iktidarın demokratik bir yolla belirlenmesine boyun eğmekten başka bir şansı kalmamıştır.

1 Bu alanda etkili olmuş çalışmalar arasında, John J. Johnson, The Role of The Military in Underdeveloped Countries, Princeton: University Press, 1962; S. E. Finer, The Man On Horseback: The Role of The Military in Politics, New York Praeger, 1962; S. P. Huntington, Changing Pattern of Military Politics, New York, 1962; S. P. Huntington, The Soldier and the State: The Theory and Politics Of Civil-Military Relations, Cambridge, Mass., Harvard University Press, 1957; Ergun Özbudun, The Role of the Military in Recent Turkish Politics, Cambridge, Mass, Harvard University Center for İnternational Affairs, 1966 sayılabilir.

2 Aktaran: Ümit Cizre, Elizabeth Pickard, "Arab Military in Politics: From Revolutionary Plot to Authoritarian State", Adeed Dawisha ve I. William Zartman (der.), Beyond Coercion and Durability içinde (londra: Croom Helm, 1988), 121; Karen Remmer, "The Politics of Military Rule in Chile, 1973­1987, " Comparative Politics, (21 January 1989), s. 152-56.
3 Aktaran Ümit Cizre Nicole Ball, "The Military in Politics: Who Benefits and How?" World Development, 9 (1981), s. 575.
4 Aktaran Metin Heper, Davit C. Rapoport, "A. Comparative Theory of Military and Political Types" Samuel P. Hungtington. (Der.) Changing Patterns of Military Politics, New York: The free Press of Glencoe, 1972, s. 73.
5 Aktaran Metin Heper, Samuel P. Huntington, Political Order in Changing Societies, New Haven: Yale University Press, 1968, s. 196-197
6 Aktaran Metin Heper, Ordunun Batı ve Osmanlı Türk siyasal gelişmesinde sahip olduğu değişik roller şu çalışmada etraflı olarak incelenmiştir: Marcie Patton, Turkish Civil-Military Relations-Praetorianism? basılmamış Yüksek Lisans Tezi. Chicago Üniversitesi, Haziran 1977.
7 Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti'nin Dağılma Devri (XVIII. ve XIX. Asırlarda), Ankara, 1985, s. 41.
8 Şerif Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought, Princeton, 1962, s. 134-135.
9 Gencay Şaylan, "Ordu ve Siyaset", Kanun-u Esasi'nin 100. Yılı Armağanı içinde Ankara, A. Ü. SBF Yayınları 1978, s. 398.
10 Harb Akademilerinin 132. Yılı, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul 1980., s. 69.
11 Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi, Altıncı Baskı, İstanbul 1986, s. 56.
12 fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde CHP'nin Mevkii, Cilt 1 Ankara 1965, s. 122.
13 Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş, 1946-1950, Kaynak Yayınları, İstanbul 1982, s. 25.
14 Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944-1973, Bilgi yayınevi, İstanbul, 1990, s. 48.
15 Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker, Afa Yayınları, İstanbul, 1989, s. 93-94.
16 H. Özdemir, Rejim., s. 242.
17 Alpaslan Türkeş, 1944 Milliyetçilik Olayı, İstanbul, 1968 s. 10-11.
18 Muammer Taylak, 27 Mayıs ve Türkeş, Ankara 1976, s. 6.
19 Sadi Koçaş, Atatürk'ten 12 Mart'a Anılar, Cilt: 1 İstanbul, 1977, s. 147-148.
20 Sadi Koçaş, Atatürk'ten., 148-151.
21 Sadi Koçaş, Atatürk'ten., 148-151.
22 Sadi Koçaş, Atatürk'ten., 155-156.
23 Burada sivil siyasal elit ile kastedilmek istenen, siyasal elit mensuplarının sivil kökenli veya asker kökenli. olmalarından öte sivilleşmiş olmalarıdır. Diğer bir ifade ile, bu siyasal elit savaşçı niteliğini yitirmiş, muhafazacı bir tutum almıştır. Normları savaşçı devrimci normlar değil, sivil bürokrat normlardır.
24 Zafer Üskül, Siyaset ve Asker Cumhuriyet Döneminde Sıkıyönetim Uygulamaları, Afa Yayınları, İstanbul, 1989, s. 51.
25 Zafer Üskül, Siyaset ve., s. 51.
26 Harb Akademilerinin., s. 69.
27 Fahri Belen, Ordu ve Politika, İstanbul, 1971, s. 28.
28 Harp Akademilerinin., s. 69.
29 Harp Akademilerinin., s. 69.
30 21. 12. 1936 tarih ve 3079 sayılı "Subay ve askeri memurların tekaüdü için rütbe ve sınıflarına göre tayin olunan yaşları bildiren kanun Kavanin Mecmuası, Cilt: 17 Devre; V, -İçtima 2, s. 110 anılan kanunun 2. maddesi Mareşallerin 68 yaşında emekliye sevk edileceğini belirler.
31 Org. Gürman 1882 doğumludur. Bkz. Harp Akademilerinin., Bölüm 2, s. 43 25. 11. 1945 tarih ve 4765 sayılı "Subay ve askeri memurların tekaüdü için rütbe ve sınıflarına göre tayin olunan yaşları bildiren 3079 kanuna ek kanunun 1. maddesi ile Bakanlar Kurulu'nun seferberlik savaş veya savaş ilanı gibi durumlarda, yaş haddini dolduran komutanların görevinde bırakabileceği hükmü getirilmiştir. (Kavanin Mecmuası, Cilt 27, Devre: VII-Toplantı: 2 s. 754) Bu da göstermektedir ki, Çakmak'ın emekliye sevk edilmesinde siyasi elitin geleceğe yönelik planları vardır. Ayrıca bu kanun ile siyasi elit ve özellikle İnönü Yüksek Kumandayı şekillendirmek için hukuki dayanakta eklemiştir. 3079 sayılı kanunun 2. Maddesine göre 1947'de emekli olması gereken (65 yaşında) Org. Gürman 1949'da Genelkurmay Başkanlığı'na atanmıştır.
32 F. Belen Asker ve., s. 30.
33 Kavanin Mecmuası, Cilt 27, Devre: VIII-Toplantı: 2 s. 753.
34 4998 sayı ve 13. 01. 1947 tarihli "kanunlarda Geçen Başkumandan, Başkomutan ve Başbuğ tabirleri yerine kaim olacak unvan hakkında kanun" Kanunlar Dergisi, Cilt 29 Devre: VIII-Toplantı: Olağanüstü ve 1, s. 49.
35 Cemender Aslanoğlu, İsmail Kayabalı, Türk Kültürü Aylık Dergisi, Sayı: 116, Yıl X, 8 Haziran 1972, "Hava Kuvvetleri Özel Sayısı", 474.
36 Kanunlar Dergisi, Cilt 31 Devre: VIII Toplantı: 2, s. 714.
37 "Ordu İç Hizmet Kanununun 3387 Sayılı Kanunla Değişen 2. Maddesinin Değiştirilmesine Dair Kanun" Kavanin Mecmuası, Cilt 27, Devre: VII-Toplantı: 2 s. 181.
38 Kanunlar Dergisi, Cilt 29 Devre: VIII-Toplantı: Olağanüstü ve 1, s. 713-714.
39 Kavanin Mecmuası, Cilt 27, Devre: VII-Toplantı: 2 s. 841.
40 Resmi Gazete, 03. 06. 1949, Sayı: 6223.
41 Böylelikle, TSK'nin hiyerarşisinde gerçekleşen değişiklik sonucu, Ordu Komutanlıkları, Kara Kuvvetlerine bağlanmış, Hava Deniz Kuvvetlerine bağlanmış, Hava ve Deniz kuvvetlerinde de örgütlenme kuvvet komutanlığı esasına göre düzenlenmiştir.
42 Oral Sander, Türk Amerikan İlişkileri 1947-1964, AÜSBF., Yayınları, Ankara, 1979, s. 39. Farklı bir görüş H. Özdemir Rejim., s. 78.
43 Bahri Savcı, "Türkiye'de Devlet Hayatında askeri Mahiyetin ve Tesirin Seyrine Bir Bakış" AÜSBF. Dergisi, Cilt: XVI, Eylül 1961 No. 3, s. 43.
44 O. Sander, Türk Amerikan., s. 40.
45 H. Özdemir Rejim., s. 95.
46 H. Özdemir Rejim., s. 96.
47 Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, Cilt: II, Kervan yayınları, İstanbul, 1975, s. 567-568.
49 N. Ilıcak, 15 Yıl Sonra., s. 428.
50 Güneş, 2 Aralık 1986.
51 Yeni İstanbul, 17 Şubat 1962 a.g.y. d.
52 Avni Doğan, Kurtuluş ve Kurtuluş Sonrası, Dünya Yayınları, İstanbul 1966, s. 302.
53 Güneş, 2 Aralık 1986.
54 Osman Metin Öztürk, Türkiye'de Silahlı Kuvvetler ve Siyaset, (Yayımlanmamış Doktora Tezi) SBF, 1987., s. 75-78.
56 Gencay Şaylan, Türkiye'de Kapitalizm Bürokrasi ve Siyasi İdeoloji, TODAİE Yayınları, Ankara, 1974, s. 81

https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=354616


***

İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri BÖLÜM 1

İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri BÖLÜM 1



TÜRKİYE CUMHURİYETİ SİYASİ TARİHİNDEN ORDUNUN ÖZELLİKLERİ
Prof. Dr. Ümit Özdağ  
Çetin Güney

Giriş

Ordunun siyasetle ilişki düzeyi, ülkeler arasında farklılıklar göstermekle beraber siyasal yaşamın bir gerçeğidir. Ülkelerin siyasal gelenekleri, siyasal kültürleri ve tarihleri, ordunun siyasetle ilişkisinde tayin edici rol oynamaktadır. Siyaset teorisi, ordu siyaset ilişkisine geniş bir yer vermiştir.1 Genel eğilim, hükümetlerin olağan bir süreç içinde kurulamamaları veya kurulduktan sonra meşruiyetlerini demokratik olmayan süreçlerle sürdürmelerinin yarattığı kaosun sonuçlarının trajediye dönüşmesi kaygısı, ordunun siyasete müdahalesini teşvik etmekte, ordunun yasal araçlarla siyasete aktif katılımının yolunu açmaktadır. Soğuk Savaş döneminde iç güvenliğe dönük endişelerin etkisiyle ordunun mesleki becerilerinde görülen niteliksel ve niceliksel gelişmenin, onun savunmada olduğu gibi siyasi konularda da etki alanını genişletmiştir.2 Gelecekte etnik sorunların yoğun yaşandığı ülkelerde, ordunun siyasetle daha içli dışlı olması ve hükümetleri etkilemesi muhtemel görünmektedir.3 Bu çerçeve gelişmekte olan ülkeler için genel olarak benimsenebilir. Fakat demokratik kurumların yerleşip gelenek hale geldiği ülkelerde de ordunu rolü azalmamış işlevselleşerek daha da artmıştır. Ordu siyasetle belli noktalarda kesişmektedir. Ancak bu kesişme noktalarını demokratik gelenekler belirlemektedir.

A. Türkiye'de Ordu Siyaset İlişkisinin Tarihsel Arka Planı

Ordu siyaset ilişkisi üzerine Batı'da üretilen terminoloji, "Roma İmparatorluğu deneyiminden beri ordunun siyasi hayata müdahalesini meşru otoritenin yozlaşması ile eş anlamlı olarak ele almıştır. Yine bu çizgide ileri sürülen bir teze göre ordunun siyasal hayatta önemli bir yeri olması oranında ülkede siyasal istikrarsızlık artar.4 Bu yaklaşımlardan çıkan sonuç şudur: Sıhhatli bir siyasal sistem sistemin kurumlaşmasına ihtiyaç gösterir; söz konusu kurumlaşma ise siyasal partiler bazında oluşmalıdır.5
Batı orijinli bu kavramsal çerçeveden mülhem analizler Osmanlı Türk siyasal modernleşmesinde ordunun rolünü açıklamakta yetersiz kalmaktadırlar. Çünkü Osmanlının kuruluş ve kurumlaşma dönemleri, ordunun siyaseten etkin olduğu dönemlerdir. Ordu siyasal rejimin parçası olmasının ötesinde rejimin kendisidir. Yönetici sınıfın "askeri" olarak anılması bu yüzdendir.6

Osmanlı'nın modernleşmesinde yeniliklerin kaynağı ordudur. III. Selim'e verilen 17 ıslahat layihasının hepsinde vurgulanan üç nokta, asker tanzimi, asker maaşları, topçu kumbaracı ve sair ocakların ıslahı gibi maddeleri ihtiva ediyordu.7 İlk Batılılaşma hareketleri ordudan başlamış olup daha sonra diğer kurumlara yansımıştır. Örneğin eğitim alanında gerçekleşen modernizasyon ilk önce Askeri Tıbbiye'de başlamış daha sonra diğer eğitim kurumlarına yansımıştır. Yenileşme ve ıslahat düşüncesinin temeli askeri yenilgilerdir. Batı'nın askeri gücüne askeri araçlarla karşı koyabilmek için modernizasyon gerekmektedir.8 Osmanlı askeri bürokrasisi toplumsal değişmenin gereklerini çok iyi kavramıştır. 1876 Anayasası'nın oluşumu, 1908 Meşrutiyeti Osmanlı ordusunun devrimci ve dönüştürücü özelliği açısından önemli örnekler arasında sayılabilir.

Cumhuriyet'in oluşumunda ordu önemli bir role sahiptir. Cumhuriyet'i kuran kadronun yaklaşık %80'i ordu kökenli olup diğer %20 mülkiyeli ve diğer kesimlerden oluşmaktadır. "Mustafa Kemal Atatürk'ün karizmatik önderliği altında ordu geleneksel işlevinin ötesinde çok daha ötesini yüklenmiş modernleşme yolunda önemli reformları desteklemiştir."9 Başka bir deyişle Mustafa Kemal devrimler için orduya güvenip dayanmıştır.

Ordunun rolü, siyasetle ilişkisi ancak Türk tarihinin özgüllüğü doğru olarak kavranarak anlaşılabilir. Türk ordusunun Türkiye'nin kurumlaşma düzeyi en yüksek kurumu olması ordunun tarihsel rolü ve bu rolü gerçekleştirirken göstermiş olduğu performansla ilgilidir.

B. İnönü Döneminde OrduSiyaset İlişkilerinin TemelNiteliği (1938-1950)

Ordu siyaset ilişkisi açısından siyasal gelişmenin evrelerini iki aşamada ele alabiliriz. Bu iki aşama 1939-1944 ve 1944-1950 yıllarına tekabül edeceği gibi 1939-1946 ve 1946-1950 aşamaları olarak ifade edilebilir. 1939-1944 aşaması gibi bir zaman kesitinin ileri sürülmesini haklı kılan sebep, Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak'ın 12 Ocak 1944'te emekliye sevkini takiben10 7 Haziran 1944 tarih ve 4580 sayılı "Genelkurmay Başkanlığı'nın vazife ve salahiyetleri hakkında kanunun yürürlüğe girmesi ile Genelkurmay Başkanlığı'nın başbakanlığa bağlanması sonucunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin devlet kurumu içindeki bağımsız konumunu yitirmesidir. Fakat diğer yandan 1946'da çok partili düzene geçiş Türk siyasal yaşamında olduğu kadar TSK'nin yaşamında da önemli bir mevki işgal eder. Çok partili düzen ve 1950 seçimleri bağlamında, TSK'nin genel sistem içinde ki gözardı edilemeyen ve kendisini ortaya koyan etkisi de, 1946 yılını bir aşamanın bitişi ve yeni bir aşamanın başlangıcı olarak ele almamız için önemli bir neden oluşturmaktadır. Fakat TSK'nin sistem içinde ki konumu göz önüne alındığında 1939-1944 aşaması daha çok önem kazanmaktadır.

1939-1950 arasında önemli gelişmelerden biri 1939 tarihinde Fransa ve İngiltere arasında yapılan anlaşmalar neticesinde Türkiye Batı eğilimli politika seçeneklerine yönelmiştir. Batı eğilimli politika Batı sistemi içinde süper güç konumuna yükselen ABD ile sürdürülmüş, TSK, "Truman Doktrini" çerçevesinde ABD güvenlik sisteminin içinde yer almaya başlamıştır.

Diğer yandan II. Dünya Savaşı'nda Türkiye savaşa girmemesine rağmen TSK'nin eksikliklerinin çok belirgin olarak ortaya çıkması, genç subayların yüksek kumanda heyetine ve İnönü'nün şahsında somutlaşan devlet yönetimine karşı güvenlerini sarsmış, ordu içinde gizli örgütlerin kurulmasına neden olmuştur. Keza 1946 seçimlerinde CHP'nin yaptığı ileri sürülen seçim hileleri11 subay heyetini özellikle genç subayları 1950 seçimlerinde de aynı hilelerin yapılacağı endişesine sürüklemiş DP'nin iktidara gelmesini engelleyecek muhtemel bir CHP lehine yapılacak hükümet darbesini engellemek amacı ile II. Dünya Savaşı sırasında kurulan gizli örgütlerde yeniden bir dirilme gözlenmiştir.

C. 1939-1944 Aşaması: Kemalist Devrimin Bekçisi Olarak Ordu

Dönemin genel karakteristiği dünya açısından II. Dünya Savaşı'nın başlaması Türkiye açısından II. Dünya Savaşı'na her an hazır konumda olmanın sıkıntıları ve Kemalist devrimlerin yerleşme sürecidir.
Konumuz açısından önemli bir başlangıç Mareşal Çakmak'a rağmen TSK 1. Ordu'daki "Paşalar Meclisi"nin aldığı karar uyarınca İnönü'nün cumhurbaşkanlığına seçilmesini desteklemiştir. 8 Kasım 1938'de yapılan Bakanlar Kurulu toplantısına İnönü'nün katılması12 eski Başbakan'ın yeni cumhurbaşkanı olması için gereken hazırlıkların tamamlandığı yönünde bir işaret olarak değerlendirilebilir.

TSK yeni cumhurbaşkanına bağlılığını bildirmiş ve İnönü iç siyasal düzenlemelere yönelmiştir. Bayar geçici olarak başbakanlık görevinde bırakılırken13 eski muhaliflerle uzlaşma sağlanmıştır.14

1 Eylül 1939'da II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla beraber Türkiye için yeni bir dönem başlamıştır. Türkiye savaşa hazırlanma süreci ordunun siyasetle ilişkilerinde belirleyici olmuştur.

Savaş hazırlıklarını yürütmekle görevli olan organ 24 Nisan 1933 tarih ve 194443 sayılı İcra Vekilleri Heyeti kararnamesi ile oluşturulan "Yüksek Müdafaa Meclisi"dir. Başbakan'ın başkanlığında, Genelkurmay Başkanının da katıldığı Bakanlar kurulundan oluşan "Yüksek Müdafaa Meclisi"nde seferberlikte bakanlıklara düşen görevler belirleniyordu. Milli Savunma Bakanlığı'nda kurulan bir büroda genel sekreterin yönetiminde seferberlikle ilgili işler önceden hazırlanıp, gerek görülen dairelerden görüş alınmaktadır. Alınan görüşler genel sekreterlikçe "Yüksek Müdafaa Meclisi"ne iletilir ve "Yüksek Müdafaa Meclisi"nin aldığı kararlar genel sekreterin bürosu tarafından uygulanmaktadır.15

"Yüksek Müdafaa Meclisi"nin çalışmaları hakkında detaylı bilgiye sahip olmamamıza rağmen, gerek Çakmak'ın askeri konulara hiçbir makamı karıştırmamaya olan eğilimi gerekse Ali Askeri Şura'nın yetkilerinin "Yüksek Müdafaa Meclisi"nin çalışmalarını verimsiz kıldığı düşünülebilir.

Sorun 1924 Anayasası'nın savaş hazırlığı konusunda hiçbir düzenleme getirmemesinden kaynaklanmaktadır. "Bakanlar Kurulu'nun hükümetin genel politikasından birlikte sorumlu olduklarına dair 46. maddesindeki genel hükümden sonra gelen" bakanların her biri kendi yetkisi içindeki işlerden ve emri altındakilerin eylem ve işlemlerinden tek başına sorumludur ifadesi, 5398 sayılı yasadaki tanımla birleşince ortaya Milli Savunma Bakanının "Cumhuriyet ordusunun hazırlanması"ndan tek başına sorumlu tutulabileceği şeklinde bir durum çıkmaktadır.16 Milli Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı ilişkileri göz önünde tutulursa, son kertede savaş hazırlıklarından Genelkurmay Başkanı Çakmak'ın sorumlu olduğu söylenebilir.

Ordu siyaset ilişkileri açısından II. Dünya Savaşı'nın önemi Kurtuluş Savaşı askerlerinin devamı olan "Yüksek Kumanda Heyeti" ile genç subaylar arasındaki çelişkidir. Çekilen zorlukları ve ordunun kötü durumunu dile getiren genç subaylara verilen cevaplarda "Biz İstiklal Savaşı"nda diye başlayan ve genç subayları bu zorlukları dile getirmekten dolayı kınayan yüksek kumandanın bu hareketle iki amacı olduğu düşünülebilir. Genç subaylara inanç ve güven vermek17 ve yapılan hatalara karşı tepkiyi bastırmak.

Yüksek Kumanda Heyeti'nin ve sivil yönetimin orduyu savaşa yeterli derecede hazırlayamaması ve savaş içinde karşılaşılan güçlükler genç subayları İnönü yönetimi ve Çakmak'a karşı cephe almaya itmiş ve ordu içinde gizli örgütler kurulmaya başlamıştır.

Savaşın başlangıcında Alman ordularının üst üste kazandığı galibiyetler, savaşa girmediği halde Türk subay heyetinin üzerinde şok etkisi yaratmıştır. TSK, ile özellikle Alman ordusunu kıyaslayan genç subaylar, içinde ki durumun sorumlusu olarak gördükleri İnönü yönetimini ve ordunun yüksek kumanda heyetini devirmek için oldukça geniş bir kadroya sahip olan ve ordunun birçok birliğine yayılan gizli örgütler kurmuşlardır.

1942-43'te Çorlu'da bir grup subay İnönü yönetimini devirmek amacı ile birleşmişler ve General Muzaffer Tuğsavul'a başvurarak ordunun yöneticileri tutuklayarak idareye el koyması harekatına başkanlık yapmasını istemişlerdir. Tuğsavul bu teklifi ülke için "intihar" olacağı gerekçesiyle geri çevirmiştir.18

Ordu içinde 1941 -42'lerde de kurulan ve 1950'ye kadar çalışmalarını sürdüren örgütlerden birisi "Seyfi Kurtbek ekibi"dir. Kurtbek ekibi 1943'te ikiye ayrılmıştır. Kurtbek ekibi ile ilişkisini kesenlerden Kurmay Binbaşı Necip San ve Cemal Tural yeni bir örgüt kurmuşlar, 1943'te Erzurum'da Ahmet Yıldız ve A. Kadir Meram, San ve Tural'ın da bulundukları yemin töreninden sonra bu göreve girmişlerdir.

Gizli örgütlerin ordu içinde yaygınlık derecesi ve çalışma tarzları hakkında Koçaş'ın verdiği bilgiler oldukça açıklayıcıdır. 1944 Nisanı'nda Sarıkamış'da görevli olan Üstğm. Koçaş Alay Komutanı Alb. Nazmi Dora tarafından Erzurum'da ordu ikmal şubesi Müdürü Kur. Bnb. Cemal Tural'a bir mektup iletmekle görevlendirilmiştir. Erzurum'da mektubu Tural'a veren Koçaş, Tural tarafından yönlendirilen, birliklerin, komutanların, silahların, eğitiminin durumu ile ilgili soruları cevaplandırmıştır.19

Birliğine dönen Koçaş, Alay komutanı Alb. Dora'ya Kur. Bnb. Tural ile aralarında geçen görüşmeyi nakletmiştir. Alb. Dora Türkiye'nin savaşa girmediği halde savaşın sıkıntılarını çektiğini, sıkıntının sadece ordunun değil, ülke ve milletinde sıkıntısı olduğunu belirterek, Cumhuriyet'in ilk on beş yılında girişilen büyük kalkınma hareketinin durduğunu ileri sürmüştür. Koçaş'ın kalkınmanın durmasında savaşın rolü olup olmadığı sorusuna, savaşın etkisinin olması ile birlikte yapılması gereken şeylerin yapılmadığı cevabını vermiştir.20 Zorlukların ömrünü doldurmuş kişiler tarafından çözülemeyeceğini ileri süren Alb. Dora, Çakmak'ın yirmi yıldan beri Genelkurmay Başkanı olmasını eleştirerek, Cemal Tural ve Necip San gibi subayların hak ettikleri görevlerde olmadıklarını iddia etmiştir.21

Koçaş, bir örgüt ile konuştuğunun farkına vararak, üç subayın ismini vermiş ve bu subayların da Alb. Dora'nın üyesi olduğu örgütten olup olmadığını sormuştur. Alb. Dora'nın olumlu cevap vermesi ve Koçaş'ı da örgüte davet etmesi üzerine Koçaş bu teklifi reddetmiştir.22

Koçaş'ın verdiği bilgilere göre, Alb. Dora örgütün Sarıkamış lideridir. Örgüt diğer alaylara da yayılmıştır. Örgüte alına subaylar kural olarak Erzurum'da ki örgüt tarafından Alb. Dora'ya yollanmaktadırlar23

Mevcut bilgiler savaş içinde İnönü ve Çakmak'a karşı aktif çalışma içinde olan yaygın gizli örgütlerin varlığını kanıtlamaktadır.

1939'da başlayan Milli Şef döneminin karakteristik özelliklerinden birisi de bu dönemin siyasal elitini "devrimci savaşçılardan" çok bürokrat aydınların veya bürokratlaşmış devrimcilerin oluşturmasıdır. Atatürk'ün çevresinde kümelenmiş ve etkinliklerini Atatürk'ten alan 1923-1938 döneminin resmi gayriresmi eliti büyük ölçüde etkisizleştirilmiştir. Sivil bürokrasinin yönetici ve temsilcisi İnönü'nün her ne kadar ordu içinde ki gücüne dayanarak da cumhurbaşkanı olması, Çakmak'ın cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında belirginleşen güç zaafı, zamanla Yüksek Kumanda Heyeti ile sivil siyasal elit24 ve bürokrasi arasında ağırlığı sivil siyasal elit ve bürokrasiden yana basan bir dengenin oluşmasına neden olmuştur. Yeni dengenin bu tür bir eğilim kazanmasında ordu tabanının Yüksek Kumanda Heyetini desteklememekten de öte anılan heyete karşı bir tutum içerisine girmesinin rol oynadığı söylenebilir.

25 Mayıs 1940 tarih ve 3832 sayılı Örfi İdare Kanunu sivil siyasal elitin TSK veya daha doğru bir ifade ile Yüksek Kumanda Heyeti'ne vurduğu en ağır darbelerden birisi olarak nitelenebilir. Anılan kanunda örfi idare komutanlıklarının genel güvenlik ve asayişe ilişkin olan ve polise tanınan yetkileri kullanabilmesi için Bakanlar Kurulu'nun bir kararnameyle komutanlığa aktarılacak yetkileri belirlemesi
gerekiyordu.25

Bakanlar kurulunun 2/14780 sayılı ve 4 Aralık 1940 tarihli kararnamesiyle örfi idare komutanlıkları alacakları kararları doğrudan uygulamadan alıkonuluyordu. Örfi idare tarafından alınan kararlar mahalli zabıta tarafından uygulanabiliyordu.26

Böylece savaş tehdidinin büyük olmasına rağmen, ordunun hareket sahası daraltılmış ve sivil bürokrasi, TSK'nin savaştan faydalanarak bağımsız eylemde bulunmasını, bağımsızlaşmasını büyük ölçüde engellemiştir.
Çakmak'ın 12 Ocak 1944'te emekliye sevk edilmesinden sonra27 çıkarılan 4580 sayılı "Genelkurmay Başkanlığı'nın Vazife salahiyetleri hakkında kanun" ile Genelkurmay Başkanlığı başbakana bağlanmış ve başbakana karşı sorumlu tutulmuştur. (md. 1) Genelkurmay Başkanı Başbakan tarafından teklif ile Bakanlar Kurulu tarafından atanacaktır. (md.2) Genelkurmay Başkanı'nın bakanlıklarla yapacağı doğrudan görüşmelerin önceden başbakan tarafından belirlenmek ve gerektiğinde değiştirilmesi hükmü getirilmiştir. (md.3) 4580 sayılı kanunun 5. maddesi ile 429 sayılı "Şeriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaletlerinin ilgasına dair kanun"un 9, 10, 11 ve 12. maddeleri ve 636 sayılı "Şurâyı Askeri Kanununun 3. maddesinin anılan kanuna aykırı hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. Böylelikle, Genelkurmay Başkanlığı'nın müstakil konumu ortadan kaldırılmış, Genelkurmay Başkanı'nın cumhurbaşkanı tarafından teklif ve başbakan tarafından atanması hükmü iptal edilmiş, bakanlıklarla doğrudan ilişki kurma yetkisi kaldırılmış, askeri bütçenin TBMM'ye Milli Savunma Bakanlığı tarafından getirilmesi uygulamasından vazgeçilmiştir. Ayrıca, "Şurayı Askeri Kanun"un 3. maddesinin aykırı hükümlerinin iptali ile, Ali Askeri Şura'nın oluşmasında Genelkurmay Başkanlığı'nın etkisi ortadan kaldırılmıştır.

1939-1944 aşaması konumuz açısından üç başlık altında özetlenebilir. 1) Sivil Siyasi elitin TSK üzerinde egemenlik sağlaması, 2) Yüksek Kumanda Heyeti ile subay kadroları arasında çelişki, 3) TSK'ye gizli örgüt geleneğinin yerleşmesi.

D. Kemalist Devrimin İktidar OrtaklığındanÇıkarılan Ordu (1944-1950)

1944-1950 yılları arasında dünya haritası yeniden şekillenmiş, nüfuz ve etki bölgeleri el değiştirmiş, yeni paylaşıma gidilmiştir. Anılan yıllar Türkiye'de iç ve dış siyasette değişikliklerin yoğun ve hızlı yaşandığı yıllardır. 
Değişikliklere koşut olarak, TSK'nin rejim içinde ki konumunda ve bünyesinde de bir dizi değişiklik gerçekleşmiştir.

TSK'nin yapısındaki ve rejim içinde ki konumunda gerçekleşen değişiklikleri şu başlıklar altında toplamak mümkün gözükmektedir;

a) Milli Savunma anlayışında milli-bağımsızlıkçı tutumdan uzaklaşılarak, A.B.D'nin ve Batı'nın savunma sisteminde yer almak için ön hazırlıkların yapılması,

b) Alman askeri doktrininin tedrici terki ve Amerikan askeri doktrininin benimsenmesi,

c) CHP-DP arasında ki siyasi çatışmada subay ve heyetinin ağırlıklı olarak CHP karşıtı bir tutum alması ve bu bağlamda ordu içindeki gizli örgütlerin tekrar çalışmaya başlaması; Yüksek Kumanda Heyeti'nde CHP ve DP'li hiziplerin belirmesi,

d) 30.05.1949 tarih ve 5398 sayılı "Milli Savunma Bakanlığı'nın Kuruluş ve Görevlerine Dair Kanun"un kabulü ile TSK'nin rejim içinde ki siyasal ağırlığının bir kurum olarak kesin bir şekilde ortadan kalktığının onaylanması.

Anılan aşamada, kanaatimizce önemli olan değişiklik anları ve TSK'nin geçirdiği yapısal değişim genel olarak aynı eğilimi muhafaza ederek devam etmiştir. Bunların içinde tek istisna, TSK'nin sivil siyasal elit tarafından kendisine devlet kurumu içinde verilen rolü benimsememesi ve bu konumu 1960-1961'de değiştirmesidir.

Yukarıdaki özetin asker siyaset ilişkisi yönünü açarsak CHP kurulduğu günden itibaren II. Dünya Savaşı sonuna değin, parti, aşamalı olarak, asker-sivil devrimci bürokrasinin ordu destekli sivil devrimci bürokrasinin ve nihayet devrimci niteliğini yitirmiş donuklaşmış, ordu desteğini yitirmiş, bürokrasinin parti içindeki diğer gruplara egemen olduğu bir süreci yaşamıştır.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***