15 Mayıs 2017 Pazartesi

Kerkük Kürdistan'a Bağlanırken; Kerkük düşerse Türkiye düşer!


  Kerkük Kürdistan'a Bağlanırken; Kerkük düşerse Türkiye düşer! 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                           
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
26 Mart 2017 Pazar
Cahit Armağan Dilek
cadilek9011@gmail.com

   Kerkük Yeniden Gündemde... 


   Gündem de ama Türkiye'nin gündeminde değil. Kerkük'teki fiili işgalini resmileştirmek anlamında Barzani'nin, bu işgale ve tarihi Türkmen şehrinin Kürdistan'a bağlanmasını önleyebilmek için seslerini duyurmaya çalışan başta Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihi olmak üzere Iraklı Türklerin gündeminde.  Ama Iraklı Türklerin  sesini Türkiye'de duyan yok. 

Öyle ki Kerkük'te Barzani'nin bayrağının resmi dairelerde göndere çekilmesine Türk Dışişleri sadece "yadırgadık" diye tepki gösterebildi. Türkiye'nin 
yadırgadık açıklamasına Kerkük Valisinden Ankara ve İstanbul'da göndere çekilen Kürdistan bayrağının Kerkük'te de göndere çekilmesi sizi niye rahatsız ediyor, bu Türkiye'nin işi değil cevabı geldi ama Türkiye'den buna hiçbir karşılık verilemedi. Halbuki BM bile Kerkük'teki bu gelişmenin çok tehlikeli boyutlara 
ulaşabileceğinden endişe duyduğunu açıkladı. Çünkü Irak anayasasına aykırı olarak, tarihi ve sosyolojik gerçeklere aykırı olarak Kerkük'ün demografik 
yapısı zorla değiştirildi şimdi de bu fiili duruma hukuki kılıf yaratılmaya çalışılıyor. 

   21 Mart'ta Nevruz gerekçesiyle Kürt asıllı KYB üyesi Kerkük Valisinin isteğiyle Kerkük'te kale ve resmi dairelere Kürdistan bayrağı çekildi. Şimdi bunun sürekli 
hale gelmesi için 28 Mart'ta Kerkük İl Meclisinde oylama yapılacak. Kürt üyelerin çoğunlukta olduğu Meclis'te bu önerinin geçmesi bekleniyor. Tabi bu 
bayrak krizin yanında ikinci planda kalan bir konu var ki o da resmi dil ile ilgili. Yine Kerkük Valisinin talimatıyla Arapça'dan sonra Kürtçe ikinci resmi 
dil oldu. Türkmenlerin yani Iraklı Türklerin kendi topraklarında yok sayıldığı bu ortamda belki de en önemli baskı Türkçe üzerine yapılmış oluyor. 

   Nitekim Prof.Dr. İlber Ortaylı 26 Mart'ta Hürriyet gazetesindeki köşe yazısında bu gelişmeyi "Kerkük'te Türkçe evin içine hapsediliyor" diye tanımlamış.  
Bu durum hemen olmasa bile Türkçeyi yani dilini kullanamayan Türklerin Türk kimliğinin yok edilmesi sürecinin başlamış olduğu anlamına da gelir. İlber 
Ortaylı yazısında Irak'ın kuzeyinde 2 milyon civarında Türk nüfusu olduğunu söylerken bugün elden giden Kerkük yanında Kürt Bölgesel Yönetiminin başkenti olan Erbil'in de bir Türk şehri olduğunu vurguluyor.

Bağdat'tan gelen son haber İbadi'nin Kerkük'te Kürdistan Bayrağının çekilmesine devam edilmesi nedeniyle Kerkük'e merkezi bütçeden verilen ödeneğin 
gönderilmeyeceği yönündedir. Görünen o ki Bağdat yönetimi de Kerkük konusunda yani Kerkük'ün Bağdat'ın elinden gasp edilmesini önleme bağlamında Barzani ile savaşmak gibi bir niyeti yok. IŞİD'ten kurtarıyoruz gerekçesiyle Kerkük'ü İşgal eden Barzani ve Peşmergeleri şimdi de Kürdistan bayrağı çekerek bunu Resmileştiriyor. Bağdat yönetimi de muhtemelen ABD'den gelen telkinlerle (kendi aranızda savaşmayın IŞİD'e odaklanın)  Kerkük'ü Barzani'ye bırakmış gibi davranıyor. Böyle bir anlaşmanın Musul operasyonu başlamadan yapılmış olması da büyük ihtimal. 

Ama her şey böyle gerçekleşecek anlamına gelmiyor. Şii olmalarına rağmen milliyetçilik yani Iraklılık duyguları ağır basan Maliki ve Sadr gibi 
siyasetçiler ve tabi ki İran'ın Irak'ın bölünmesi anlamına da gelecek Kerkük'ün el değiştirmesine seyirci kalması beklenmemelidir. Nitekim geçen haftalarda 
Kerkük'te İran'a yakın KYB Peşmergelerinin petrol sahalarını basıp üretimi bir süreliğine engellemeleri bunun bir işaretidir. Bu olayda KYB Peşmergelerinin PKK ile işbirliği yaptığı da bilinmektedir. Aynı işbirliği (İran-KYB-PKK) Sincar bölgesinde de vardır. Ayrıca PKK'nın Barzani yönetimine yani KDP Peşmergelerine meydan okumasının arkasında bu işbirliği vardır. Çünkü İran hiçbir şekilde Türk hükümetinin mutlak desteğini almış Barzani'nin bağımsızlık ilan etmesine sıcak bakmamaktadır. 

İşte böyle bir ortamda Neçirvan Barzani'nin iki gün önceki "bu yıl içinde bağımsızlık referandumu yapacağız" açıklamasını da yukarıda belirtilen 
gelişmeler çerçevesinde okumak gerekir. Bu açıklamanın arkasında muhtemelen Kerkük'ün kendi yönetimlerine bağlanacağına ilişkin bir garanti ya da beklenti 
var gibi gözüküyor. Kerkük petrollerine sahip olacak Barzani bağımsız bir devlet için gerekli ekonomik kaynağa da sahip olmanın hesaplarını yapmış olmalı ki bu 
açıklamayı yapabiliyor. 

İran değişik gerekçelerle Irak'ın bölünmesine, Barzani'nin bağımsızlık ilanına karşı duruyor olabilir. Ama İran'dan önce Türkiye bu bölünmeye, Kerkük'ün el 
değiştirmesine ve Barzani'nin bağımsızlık hayallerine en sert şekilde karşı durması gerekiyordu.  Çünkü Irak'ın bölünmesi İran için olmasa bile Türkiye için 
hayati bir konu. Aslında Türkiye'nin geleneksel politikası bu yöndeydi. Ancak 2008'lerde başlayan açılım politikalarıyla birlikte Türk hükümetinin Barzani 
politikası da neredeyse yüzseksen derece değişti. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler Türk hükümetinin Barzani yönetimini kabullenip stratejik ortak haline 
getirmesinin bir benzerinin Suriye'de PYD bağlamında gerçekleştirmesini teşvik ve telkin ediyorlar. Barzani ile Türk Hükümeti arasındaki ilişkilere bakınca bu 
konuda da çok iyimserler. 

Bu durum o ülkelerin açıklamalarına ve raporlarına da yansımış durumda. Yani görünen köy kılavuz istemiyor ve Irak'taki senaryonun Suriye'de de yaşanması 
olasılığı giderek artıyor. Hal böyle olunca Türk hükümetinin Kerkük'te başlamış kabullenmesi ve geri çekilmesi bu hızla devam ederse Kerkük'ün düşmesi an 
meselesidir. Bunu Suriye kuzeyindeki gelişmeler takip edecek ve Suriye'de bölünecektir. Bundan sonraki hedefin ise Türkiye olması kaçınılmazdır. 

Türk hükümeti bu gelişmeleri dikkate alarak hızla bütün bir Ortadoğu politikasını yeniden belirlemelidir. Bölgede olaylar çok hızlı gelişmektedir. El Bab'ı alalım sonra bakarız, Menbic'i halledelim sonrasına bakarız, Rakka çözülsün gelişmelere göre karar veririz diyecek bir yaklaşım doğru değildir. 

Çünkü Türkiye Menbic'e odaklanırken bölgenin diğer noktalarında askeri-politik operasyonla durmamaktadır. Sahadaki gelişmeler o kadar hızlıdır ki 16 Nisan'dan sonra duruma bakacağız yaklaşımı bölgede kaybetmeyi göze almaktan başka bir şey değildir.

İşte tam da bunun için Türkiye'nin Bekasının güvenliği Kerkük'ten başlar. 
Kerkük Düşerse Irak'ın kuzeyi ve Suriye'nin kuzeyi Düşer. 
Sıraya Türkiye'yi alır. 
Yani Kerkük düşerse Türkiye düşer! 
Bu sadece bir slogan değil bir gerçektir. 
Dolayısıyla Ankara'da, İstanbul'da, Kerkük'te olanlar protokol kuralları gereği 
göndere bayrak çekilmesinden çok çok ötede Türkiye için bir beka sorundur. 
Çünkü bu, Irak'ta başlayacak bölünme ve parçalanmanın Türkiye'yi de vurmasıdır. 


Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com

***

Rakka’ya Menbiç Modeli Operasyon


  Rakka’ya Menbiç Modeli Operasyon; 



Türkiye Dışarıda, ABD-PKK/YPG İşbirliği Zirvede! 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
28 Ekim 2016 Cuma
Cahit Armağan Dilek 
cadilek9011@gmail.com


Hoşgeldiniz; Bugün 15 Mayıs 2017 Pazartesi  


   ABD Savunma Bakanı Rakka operasyonunun birkaç hafta içinde başlayacağını 
açıkladı. İngiliz ve Fransız Savunma Bakanları da benzer açıklamalar yaptı. 
Açıklamaların hepsine birden bakılınca ABD Rakka operasyonunu Menbic formuluyle yapacak gibi yani ABD sözde Arap ağırlıklı SDG ile yani YPG ile yapmak üzere hazırlık yapıyor. Yani Rakka’ya Menbic tipi operasyon geliyor…. ABD’nin bunu seçmesinin ana nedeni bu modelin Menbic’te uygulayıp başarılı olmasındandır. 

Nitekim ABD liderliğindeki IŞİD operasyonlarının komutanı Korg. Townsend de 
Rakka operasyonunu YPG ağırlıklı bir yapı olan SDG ile yapacaklarını söyledi. 
Anılan general Türkiye’nin rolünün ne olabileceğinin ise Türkiye ile 
görüşüldüğünü söyledi. 

25 Ekim’de 13 ülkenin savunma bakanları Paris’te toplanmış ve Musul ile Rakka operasyonlarını görüşmüştü. Söz konusu görüşmenin yapıldığı masada daha önce çağrıldığı belirtilmesine rağmen Türkiye yoktu maalesef. 26 Ekim’de NATO Savunma Bakanları toplantısı öncesinde ABD ve Fransız Savunma Bakanları üçlü toplantıda MSB Fikri Işık’a muhtemelen önceki günkü toplantıda görüşüp karara bağladıkları konuları anlattılar. Görüşmeler sonrasında MSB Işık’ın açıklamalarına bakılırsa tatmin olmuş gibi konuşuyordu. 

Özellikle Musul operasyonunda Türk savaş uçaklarının Musul operasyonu hava görev emrine dahil edilecek derken, ki bu mutlaka fiilen operasyona katılacağı 
anlamına gelmiyor çünkü son kararı Bağdat verecek, Musul operasyonu bağlamında istenenin alındığı havasındaydı. Dolayısıyla Rakka operasyonu ABD liderliğinde YPG ağırlıklı SDG ile yapılacak. Böyle bir ortaklığa en üst seviyede daha önceleri yapılan açıklamaları (PYD/YPG varsa Türkiye olmaz) hatırlarsak 
Türkiye’nin fiilen katılmasını beklememeliyiz ama Türk üslerinin koalisyon 
ülkelerince kullanılması mümkün olacaktır. Ama buna rağmen Rakka operasyonunun bu şekilde gerçeklemesi çok da kolay değil. Çünkü YPG’nin Rakka operasyonuna katılmak için şartları var. Aslında çok istekli değiller ama muhtemelen ABD’den bekledikleri ödülü(!) alabilmek için ABD’ye bir iyilik daha yapacaklar, yapmak zorundalar. YPG’nin şartı kendisi Rakka operasyonuna katılmışken Türkiye’nin PYD/YPG’yi vurmaması, Menbic, Tel Abyad ve CB Edoğan’ın söylediği gibi belki Afrin gibi yerlerde TSK’nın operasyon yapmaması, yani geri bölgelerinin emniyette olmasını istiyorlar. Bu da doğrudan Fırat Kalkanı Harekatının nasıl gelişeceği ve El Bab’ı kimin kontrol edeceğiyle ilgili. Bu konuda yaklaşık bir ay önce yazdığım yazıda ABD’nin Rakka operasyonu için şartının TSK’nın YPG’yi vurmaması olduğunu söylemiştim. Çünkü Amerikalılar böyle bir çatışma ortamının Rakka operasyonunun güvenliğini ve başarısını tehlikeye atacağını düşünüyor. Bu şu demek; Rakka operasyonu yapılıncaya kadar taraflar mevcut pozisyonunu koruyacak ve bulundukları yerleri IŞİD’e karşı güçlendirecek! Mevcut pozisyondan kast edilen de Fırat’ın batısında Cerablus-Azez hattı genişliğinde ve Menbiç-El Bab’ı da alan 45 km derinliğindeki bölgedeki durum. ABD Savunma Bakanının geçen hafta Türkiye ziyareti sonrasında Pentagon’dan yapılan resmi açıklamaya, ABD’nin IŞİD özel temsilcisi Brett McGurk’ün koalisyon ülkelerine gönderdiği 21 Ekim tarihli mektuptaki ifadelere, ABD Dışişleri sözcüsü Kirby’nin son açıklamalarına ve özellikle Fırat Kalkanı harekatı ile El Bab bölgesindeki çatışmalara ilişkin twitlerine bakılırsa ABD’nin ne istediği çok net belli oluyor. O da tam olarak yukarıda belirttiğimiz “mevcut pozisyonların korunması ve sağlamlaştırılması”. 

Bütün bunlara göre ABD şunu demek istiyor. Tüm koalisyon üyeleri ve yerel güçler IŞİD’le mücadeleye odaklanmalı, bu bölgede elde edilen kazanımları konsolide etmeli, sağlamlaştırmalıdır, Suriye’deki yeni hedef Rakka’dır, oraya 
odaklanılmalıdır, yeni hedef Rakka’dır, El Bab’ı unutun. ABD, Rakka operasyonuna katılan YPG’yi şehrin kuşatılmasında (ve belki gerekirse kurtarılmasında) kullanılmasını ve aynı Musul’da olduğu gibi şehir kurtarıldıktan sonra Sünni  Arap grupların kontrolüne bırakılmasını vaad ediyor. 26 Ekim’de ABD ve Fransız Savunma Bakanlarıyla üçlü görüşme yapan MSB Işık “Musul ve Rakka kurtarıldıktan sonra yerel unsurların kontrolüne bırakılacak, bunda mutabıkız” dedi. Tabi bunlar şimdilik söz, yazılı bir doküman ortalıkta yok, dolayısıyla belki aylar sürecek operasyon sonunda ne olur kimse bilemez ve de geçiş debenyimler gösteriyor ki muhtemelen Türkiye’ye verilen sözler yerine gelmez. Bakınız, Menbic operasyonu! Verilen sözlerin ne olduğunu gördük… Ama mevcut planlamaya yani ABD’nin vaadlerine gelirsek, El Bab konusunda tarafların mevcut pozisyonu korunacak yani kimse oraya doğru hareketlenmeyecek. Ama birisi, özellikle TSK-ÖSO, aksi davranırsa çok ilginçtir muhtemelen Rusya/Suriye kuvvetleri devreye girecek ve bu hareketlenme önlenecek, bu da test edildi. 24 Ekim’de Suriye helikopterleri El Bab’a yönelen ÖSO’yu vurdu. Çünkü geçen hafta Suriye ordusundan Türk savaş uçaklarının düşürüleceği, Fırat Kalkanı harekatının işgal olarak görüldüğü engellemek için herşeyin yapılacağı açıklandı. Rusya’dan da bölgedeki çatışmalardan kaygı duydukları ve TSK’nın operasyonuyla vurulan PYD/YPG’lilerin siviller olduğunu ifade eden açıklamalar geld. 26 Ekim’de ise yeni bir açıklama vardı. Suriye ordusundan değil ama Suriye ordusunun yanında savaşan gruplar (muhtemelen İranlı milisler, Hizbullah vs) adına yapılan açıklamada “eğer TSK-ÖSO bulundukları yerden daha güneye inerlerse vuracağız” deniyordu. Diğer taraftan Suriye ordusunun Fırat Kalkanı birliklerinin mevcut konumlarından daha güneye inerse müdahale etmek üzere El Bab’ın güney batısında 8-12 km mesafede tertiplendikleri bilgileri de medyaya yansıyor. Peki Rusya/Suriye tarafı neden böyle davranıyor? Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinde başlayan iyileşmenin Türkiye-Suriye ilişkilerine yansımamış olması belki de ilk sebep olarak söylenebilir. Fırat Kalkanı harekatı başladığından buyana Rusya Türkiye’nin Şam yönetimiyle ilişki kurarak bu işi yürütmesini telkin ediyor. Ancak bu konuda kamuoyuna yansıyan somut bir gelişme yok. Aksine, yukarıda bahsettiğimiz Suriye helikopterlerinin ÖSO’yu vurması ve Suriye ordusundan gelen sert ve tehdit içeren mesajlar var. Sınır ötesindeki bir operasyonu, özellikle bugünkü uluslararası askeri-politik konjonkürde sadece “ben tehdit görüyorum, 
yapacağım diyerek” tek taraflı yapmanız ve yapsanız da sürdürebilmeniz mümkün değildir. Bundan hayır yapamayız, yapmayalım bekleyelim demek istemiyoruz. 

Ama uluslararası ortamı hazırlamanız, belli başlı tarafların zımni de olsa desteğini almanız gerekecektir. Ayrıca diğer ülkeler arasındaki gizli özel pazarlıklar olabileceğini de dikkate almanız gerekir. Bu bağlamda Suriye üzerinde her ne kadar karşı taraflarmış gibi gözükseler de ABD ile Rusya arasında genel bir mutabakat olduğunu, Suriye-Irak topraklarının bazı nüfuz etki alanlarına bölünmüş olabileceğini unutmamalıyız. Suriye’nin karşı koyuşunu da bu bağlamda okumakta fayda var. Bu arada Rusya’nın son NATO kararları çerçevesinde Karadeniz bölgesinde kara, deniz hava kuvvetleri bağlamında daimi NATO güçlerinin konuşlanması kararları bağlamında Türkiye’yi güvenilir göremeyeceğinden Türkiye ile Suriye’de şu aşamada hemen bir askeri işbirliğine girmesini beklemek de hayal olacaktır. Bunun sonucu olarak o bölgede TSK-ÖSO ile PYD/YPG ABD tarafından pozisyonlarını korumaya zorlanırken ve Rakka operasyonuna odaklanmışken Suriye ordusu El Bab’a doğru hareketlenip Menbic-Afrin boşluğunu kapatabilir. Yukarıda belirttiğimiz Türkiye-Suriye anlamasının sağlanamadığı bir ortamda bu hamle Suriyeli Kürtleri kendi kontrolünde tutmak isteyecek Şam yönetimi için PYD/YPG’ye sunulacak bir havuç olacak, yani PKK koridorunun tamamlanmasını sağlayacaktır. Peki Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve Dışişleri Bakanının son günlerdeki açıklamalarını (Bab’ı ve Menbic’i alacağız, Afrin’e de müdahale ederiz, Rakka’ya da yöneleceğiz) nereye koyacağız derseniz, onun cevabı da muhtemelen ABD’nin Türk karar vericileri ikna kabiliyetine bağlı. Eğer Türkiye ABD ile bir şekilde anlaştıysa kamuoyuna verecekleri cevap ABD’nin ifade ettikleriyle uyumlu olacaktır ve şöyle diyebileceklerdir: “Elde edilen istihbarat bilgilerine istinaden Rakka merkezli tehdit acil ve önceliklidir. Bu tehdit bağlamında öncelikle Rakka’daki IŞİD’in izole edilmesi konusunda anlaştık. Sahadaki gelişmeler nedeniyle öncelik Rakka’nın kuşatılması ve şuana kadar IŞİD’ten kurtardığımız bölgeyi sağlamlaştırmaktır.”. Bu mealde bir cevap verilebileceğinin emareleri de yine ABD Savunma Bakanının ve Korg. Townsend’in açıklamalarında var. Buna göre ABD Rakka’da yaptığı bir operasyonda Türkiye’de saldırı yapmayı planlayan bir IŞİD’liyi öldürmüş! Ayrıca IŞİD Rakka’da Batı ülkelerinde kısa süre içinde gerçekleştirmek üzere saldırı hazırlığındaymış! Yani ABD’ye göre Rakka’nın kuşatılması harekatı onun için acil ve öncelik kazandı. Müttefiklerini de ikna etmiş gözüküyor. CB Erdoğan’ın ABD Bşk. Obama ile yaptığı nispeten uzun görüşme de bu bağlamda önemli. Bu görüşme Kobani’de YPG’ye Ekim 2015’te havadan silah yardımı indirilmesi ile Peşmerge koridoru açılması öncesindeki görüşme, Temmuz 2015’te İncirlik Mutabakatına yol açan görüşme, Mayıs 2016’da Menbic operasyonunun önünü açan görüşme kadar önemli. 

Çünkü Rakka ve Fırat Kalkanı operasyonunun nasıl gelişeceğinin ana hatlarıyla 
Obama-Erdoğan telefon görüşmesinde karara bağlanmış olabileceğini 
söyleyebiliriz. Yani, IŞİD operasyonlarından sorumlu Amerikalı Korg. Townsend’in Rakka operasyonuna YPG’nin katılmasına karar verildiğini ve bu konuda Türkiye ile görüşmelerin devam ettiğini açıklaması, Savunma Bakanlarının görüşmesi ve açıklamalarından sonra yapılan bu görüşme Rakka Operasyonu/Fırat Kalkanı harekatı bağlamında ne yapılacağına ilişkin son kararın gözden geçirilerek son halinin verilmesi içindi muhtemelen. Zaten Beyaz Saray’dan Obama-Erdoğan telefon görüşmesi hakkında yapılan açıklamaya bakılırsa da bunları görmek mümkündür.

 Bütün bunlar şunu göstermektedir. ABD Suriye bağlamında bir kez daha tercihini yerel güç, sahadaki en iyisi dediği PKK/YPG lehinde kullanmıştır. Türkiye benzer hataları peşpeşe yaptığından en haklı olduğu durumlarda bile sonuç 
alamamaktadır. Ekim 2014’te Ayn el Arab (Kobani)’ta PYD’ye havadan askeri yardım indirilmesi ile peşmerge koridorunun açılmasıyla aslında ABD-PYD/YPG 
işbirliğinin önünün açıldığı öngörülememiştir. Türk üslerinin IŞİD karşıtı 
operasyonlarıyla açılmasıyla buralardan kalkan savaş uçaklarının IŞİD’le 
mücadele yaparken bir tarfatan PYD/YPG’ye hava desteği verilmiş olacağı 
önemsenmemiştir. Menbic operasyonuna bir şekilde PYD/YPG’nin katılmasına zımnen de onay verdikten sonra bunun devamının geleceği öngörülememiştir. Şimdi de Rakka’da yine PYD/YPG’nin karadaki esas güç olmasının önüne geçilememiştir. Bu bağlamda yapılması gereken ana hamle şu olmalıdır. Türkiye Suriye’de IŞİD karşıtı operasyonları Rusya ve Suriye ile birlikte ele almalıdır. Rakka operasyonu ABD liderliğinde değil Rusya destekli Suriye ordusunca yapılmalıdır. 

Aksi durum yani şimdi olduğu gibi ABD liderliğindeki operasyonla IŞİD Suriye’den temizlense bile ABD’nin kendi koalisyonunun kurtardığı bölgeleri Şam yönetimine bırakmasını beklemek hayaldir. Bu konuda Ocak 2016’dan buyana yazdığımız yazılarda ve TV programlarında açıklamalarımız vardır ve buralarda ifade ettiklerimiz kısaca “Suriye’nin bölünmesi” tehdidir. Bu bölünmenin Suriye ile sınırlı kalmayacağı ve Türkiye’ye taşınacağı da ortadadır. Yani ABD liderliğinde IŞİD tehdidin bertaraf edilmesi Türkiye’yi rahatlatmayacak bilakis daha büyük bir tehdit yaratacaktır. Ve Türkiye Şam yönetimiyle işbirliğini geciktirtikçe, karşılıklı güven ortamını yaratamadıkça Suriye de özellikle Fırat Kalkanı bağlamında karşı tedbirlerini alabilecek, bu durum Türkiye’yi bölgede yeni açmazlara sürükleyebilecektir. Not: Bu yazı sahadaki ve masadaki gelişmeler den elde edilen öyle veya böyle bir şekilde ABD’nin planlarının uygulanacağı izlenimi çerçevesinde yazılmıştır. 

Ama eğer ABD ile Türkiye anlaşamadıysa, Türkiye ABD’nin planlarına uymayacaksa, Türkiye’nin söylediklerini hayata geçirip geçiremeyeceği konusu ise ayrı bir yazı konusudur, Türkiye’nin Irak ve Suriye’de uygulamasına yönelik bir alternatif politika önerisi ayrı bir yazıda ele alınacaktır. 

Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com

***

Obama Aldattıysa Trump da aldatıyordur!

  

Obama Aldattıysa Trump da aldatıyordur! 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Obama Aldattıysa Trump da aldatıyordur!
Cahit Armağan Dilek 
cadilek9011@gmail.com
21 Nisan 2017 Cuma

   Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, El-Cezire kanalına verdiği söyleşide; Trump’ın telefon görüşmesinde ABD’nin PKK, YPG ve PYD’ye yönelik politikasını 
değiştireceği yönünde bir söz verip vermediğiyle ilgili soruya Erdoğan “Zatendaha önce bu konuda yani terör örgütlerine karşı bizim ortak dayanışma 
içerisinde bir çalışmamızın olması gerektiğini söylemişlerdi. Şimdi yapacağımız görüşme, artık bunun tamamen yüz-yüze görüşmede detaylandırılması olacaktır ve orada tabii biz birçok belgeleri de kendilerine sunacağız. Daha önceleri de PKK’yla ilgili konuda mutabakatımız var idi. Obama döneminde de bu konuda 
mutabakat vardı fakat Obama maalesef PYD ve YPG konusunda bizleri aldatmıştır ama şu andaki yönetimin aynı durumda olacağına ihtimal vermiyorum” diye yanıt verdi.[1]

TRUMP ERDOĞAN’I "REFERANDUM ZAFERİ" NEDENİYLE KUTLADI

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması Trump’ın 16 Nisan referandumu sonrasında hem Cumhurbaşkanlığı hem de Beyaz Saray sitesinde yazılan ifadeyle “ Referandum Zaferini ” kutlamak üzere telefon etmesinden sonra geldi.  Bu Trump-Erdoğan arasındaki ikinci telefon görüşmesiydi. İlki Şubat 2017 başında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’ın başkan olarak göreve başlamasını kutladığı telefon görüşmesiydi. Özellikle ilk telefon görüşmesinden sonra Türk hükümetinden ve hükümete yakın medyadan ABD aleyhinde açıklama ve haberlerin yapılmadığını görüyoruz.

ABD Dışişleri ve Pentagon sözcüleri 17 Nisan’daki basın toplantılarında referandum ile ilgili yorum yapmak için AGİT'in raporunu bekleyeceğiz derken 
aynı saatlerde Trump'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı arayıp tebrik ettiği Cumhurbaşkanlığı kaynaklarınca Türk medyasına duyuruldu. Cumhurbaşkanlığı 
sitesine 18 Nisan günü konan bilgi notunda Trump'ın kazandığı "referandum zaferi" için Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı kutladığı, ayrıca Suriye, IŞİD ve terörle 
mücadele konularının da görüşüldüğü yazılıyordu. Aynı gün ilerleyen saatlerde Beyaz Saray sitesinde de görüşme duyurusu yapıldı ve açıklamadaki ifadelerin 
Cumhurbaşkanlığı sitesindeki ifadelerle birebir örtüştüğü görüldü.

Referandum üzerindeki şüphelerin gittikçe arttığı bir ortamda kendi sözcüleri bekleyeceğiz, netleştiğinde konuşacağız dediği anlarda Trump'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı araması çok ilginçti. Ve bu husus Amerikan medyasında da Trump'a yönelik eleştiri konusu oldu. Nitekim bu çelişkiler Beyaz Saray sözcüsüne tekrar sorulduğunda "Trump'ın Erdoğan'ı araması sonuçları kabul ettiğine gelmiyor" cevabı geldi. Ama internet sitesindeki “referandum zaferi” kutlaması ifadesi orada duruyor.

PEKİ TRUMP GERÇEKTEN NEDEN ARADI?  

Referandumun geçici sonuçları Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidar partisinin istediği yönde gözüküyordu ama %50’nin az bir farkla geçilmiş olması, bundan da kötüsü YSK’nın yasalara aykırı karar ve uygulamaları nedeniyle 16 Nisan halk oylamasının meşruiyetinin sorgulanması, AGİT ile Avrupa ülkelerinin referanduma şüpheli yaklaşımı dikkate alındığında Trump’ın telefonunun kutlamadan da öte başka bir anlam taşıdığını söyleyebiliriz. Sanırım CB Erdoğan ve iktidarın referandum sonuçlarının yarattığı ortamda bir nevi sıkıştığını gören Trump bunu fırsata çevirmek istedi. Telefonda gerçekten kutladı mı bilemeyiz ama yapılan resmi açıklamalara göre bir kutlama olduğunu kabul etmek durumundayız. Ama telefon görüşmesine dışarıdan bakıldığında Trump’ın telefonunun Erdoğan yönetimine destek algısı yarattığı kesin. 

TRUMP BİRŞEYLER İSTEDİ Mİ?

Ancak böyle tartışmalı bir ortamda gelen bu desteğin (ya da destek algısının) karşılıksız olmayacağını ve Türkiye’ye bir bedelinin olabileceğini görmeliyiz. 
Trump’ın bugünlerde Suriye politikasını, IŞİD’le mücadele kapsamında Rakka planını açıklaması beklenmektedir. İşte Trump'ın özellikle PYD/YPG bağlamında 
Türk kamuoyunun benimsemeyeceği bir planı  resmen açıklaması bu bedelden biri olabilir. Bu bir bedeldir çünkü böyle bir kararın Türkiye’nin bekası ve 
güvenliğine çok büyük olumsuz etkileri ve sonuçları olacaktır.  Aslında sahada zaten ABD-YPG işbirliği ve ortaklığı artarak devam etmektedir. Obama yönetiminin Rakka’yı YPG ile kurtarma planı Trump yönetimince de benimsenmiş gözükmektedir.

OBAMA VE TRUMP DÖNEMİNDE NELER OLDU?

Evet, ABD’nin YPG/PYD’ye fiili açık desteği Obama yönetimi tarafından başlatılmıştır. YPG ile ortaklığın temelleri Obama döneminde atılmıştır. IŞİD 
özel temsilcisi McGurk’ün Ayn el Arab (Kobani) ziyaretiyle PYD/YPG’nin siyasi olarak tanınması Obama döneminde olmuştur. Ama aynı McGurk, Trump yönetiminde de görevine devam eden ender kişilerdendir. Obama YPG’nin Menbic’i terk edeceği sözü vermesine rağmen bu sözü tutmamıştır.

Ama Türkiye’nin El Bab sonrası Menbic’e yönelebileceği ihtimaline karşı Menbic’e daha fazla YPG’li yerleşmesini, daha fazla Amerikan askeri ve Amerikan askeri 
teçhizatı konuşlandırması, hatta Türk ordusunun önünde tampon bölge oluşturması Trump zamanında gerçekleşmiştir. YPG’lilerin Amerikan uçak/helikopteriyle havadan indirme operasyonuyla Fırat’ın batısına yeniden geçişi ve Tabka’da operasyon başlatması yine Trump zamanında olmuştur. Suriye kuzeyinde Fırat’ın doğusunda kurulan Amerikan üssü sayısı 7’yi bulmuştur. Bunlardan Kobani güneyinde bulunan bir hava alanı savaş uçaklarının iniş kalkışına müsait olması için alt yapısının geliştirilmesi (İncirlik yerine kullanılma hedefiyle) yine Trump zamanında yapılmaktadır.

Rakka operasyonunda kullanılacağı gerekçesiyle YPG’ye yönelik eğitim dahil askeri yardım yine Trump zamanında katlanarak artmıştır. PYD/YPG bölgesindeki 
Amerikan askerinin sayısı yine Trump zamanında Obama dönemindekinin en az iki katına çıkmıştır.   

SONUÇ OLARAK

Bütün bunlardan sonra Trump’ın ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda yıllardır Irak ve Suriye’de yaptığı yatırımı ve projelerini yok sayması ve Türkiye’nin 
hoşuna gidecek kararlar alması beklemek çok da mümkün değildir. Zaten sahadaki gelişmeler de bunu göstermektedir. Trump'ın Obama'dan temelde farklı bir politika izleyeceğine inanmak gelişmeleri, ABD'nin bölgedeki politikalarını stratejilerini doğru okuyamamak olur.

Buna göre eğer PKK, PYD/YPG konusunda Obama Türk hükümetini aldattıysa Trump da koltuğuna oturduğu ilk günden buyana aldatıyordur… Ama bu gelişmeleri ve olayları sadece aldatma olarak tanımlamak ve suçu karşı tarafta görmek doğru değildir. Çünkü herşey herkesin gözü önünde olmaktadır.  

[1] http://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/erdogandan-obama-itirafi-aldatildik-1805263/

Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com

***

Türkiye Gözümüzün Önünde Bölünüp İşgal Edilirken...


Türkiye Gözümüzün Önünde Bölünüp İşgal Edilirken... 

Cahit Armağan DİLEK ...


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                           
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
09 Eylül 2015 Çarşamba
Cahit Armağan Dilek 
cadilek9011@gmail.com


Hoşgeldiniz; Bugün 15 Mayıs 2017 Pazartesi  


  Süleyman Şah Türbesinin ve buradaki Türk toprağını koruyan askerlerimizin güvenliğinin IŞİD terör örgütü tehdidi altına girdiği gerekçesiyle türbenin 
Türkiye-Suriye sınırına 200m mesafedeki Suriye Eşme'sine 22 Şubat 2015 tarihindeki Şah Fırat Operasyonuyla nakledilmesiyle ilgili olarak yazdığım 
makalede (Şah Fırat Operasyonunun Türkiye Açısından Stratejik Sonuçları ve Etkileri-12 Mart 2015) şöyle demiştik:  

...Gelişmeler göstermektedir ki Türkiye Ortadoğu'da hızla geri çekilmekte ve kendi sınırları içine hapsolmaktadır. Aslında Türkiye'nin bölgeden çekilmesi 
çözüm süreci hatta daha da öncesindeki açılım politikalarının açıklanmasıyla başlamıştı...  

...Irak'ın kuzeyinde Kerkük'ü, tartışmalı bölgeleri ve petrol sahalarını işgal edip Barzani'nin bağımsızlık açıklamalarına sessiz kalarak onay vermiş olduk. 
Böylece Kerkük, Musul ve dolayısıyla Irak'tan çekildik... 

...Suriye'de ise Türkmenler üzerinden olan ilişkilerimiz IŞİD'le birlikte kopmuş, Türkmenler tamamen kendi kaderlerine terk edilmişti. Suriye ile tek 
somut bağımız olan Süleyman Şah topraklarını kendi kararımız ve isteğimizle terk etmekle de Suriye'den tamamen çekildik. Bakmayın Süleyman Şah türbesinin sınırımızın hemen yanındaki Suriye Eşme'sine getirilmesine, Türkiye artık kendi sınırlarının içine çekilmiştir...

...Zaten var olan PKK terör örgütünün yanı sıra IŞİD terör örgütü de tehdidi çekilen Türkiye'nin peşinden Türkiye'nin içine gelmiştir... Türkiye bu hareketle 
görünüşte IŞİD tehdidinden kurtulmuştur ama aslında bu sefer de uluslararası IŞİD koalisyonunun baskısı altına girmiştir...

...Türkiye'nin caydırıcılığını ortadan kaldıran bu pazarlık süreçleri Türkiye'yi sadece Ortadoğu'dan sınırları içine çekmekte kalmadı eş zamanlı olarak 
Türkiye'nin içinde de devleti batıya doğru bir çekilme eğilimine soktu. PKK açılımı ve özellikle 2013 başında başlayan pazarlık süreci (PKK eylemsizliğine 
karşı TSK/polisin pasif konuma gelmesi vs) ülkenin doğu ve güneydoğusunda devlet uygulamaları yapan iradenin fiilen devletten PKK terör örgütüne geçmesinin önünü açtı. Böylece AKP iktidarı ve dolayısıyla T.C. devleti genel anlamda ülkenin batısına sıkışmış oldu.PKK artık hem Türkiye'nin içinde hem Irak'ın kuzeyinde ve son olarak artık Suriye'nin kuzeyinde adeta Türkiye'yi çevrelemiştir...

Bugünkü Türkiye... Doğu/Güneydoğu'da PKK hakimiyeti, IŞİD terörü ve yabancı askeri kuvvet yığınağı 

Bugünkü Türkiye, yaklaşık 6 ay yaptığımız yukarıdaki değerlendirmenin maalesef doğru olduğunun ve gerçekleştiğinin artık resmen herkes tarafından kabul edildiği bir Türkiye'dir. Suriye'nin kuzeyindeki 110 km.lik bir bölüm hariç Kürt koridoru fiilen ve resmen gerçekleşmiş, Türkiye bunu kabullenmiştir. PKK terör örgütü doğu ve güneydoğunun hemen hemen bütün illerinde hakimiyetini özerklik ilanlarıyla pekiştirmiş, talepleri resmen kabul edilmezse ayaklanma 
başlatacaklarını açıklamıştır. Bütün resmin gerçekleşmesinin çözüm sürecinin yarattığı ortamla sağlandığını hem PKK hem devlet itiraf etmektedir. PKK 
elebaşlarından Bayık, 31 Ağustos 2015'te Foreign Policy dergisinde yayımlanan röportajında "2 yıllık çözüm süreci boyunca savaşa hazırlandık, bölgede sivil 
görünümlü silahlı milis yapı kurduk" demiştir.

Çözüm sürecinin PKK terör örgütünün Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda paralel devlet yapısı kurmasına nasıl ortam hazırladığını, PKK'nın Türkiye'yi bölmek üzere ayaklanma hazırlıkları yapmasına fırsat yarattığını, bugünlerde yaşanan terör saldırılarının hazırlıklarına çanak tuttuğunu ve bütün bunların AKP 
iktidarının gözleri önünde ve bilgisi dahilinde olduğunu itiraf eden beyanlarını Prof. Dr. Ümit Özdağ'ın 04 Eylül 2015'te Yeniçağ gazetesindeki köşe yazısında 
net olarak bulabilirsiniz. Devletin en üst makamlarındakilerin açıklamalarına göre Türkiye beka sorunu yaşayan, doğu ve güneydoğusu bir terör örgütünün 
hakimiyetinde olan ve T.C. devletinin kamu düzenini geçerli olmadığı, terör örgütünün her an bir ayaklanma başlatabileceği, memurları o bölgeden kaçan yani devlet bölgeyi terk ediyor görüntüsü yaşayan bir devlet konumundadır.

Bugünkü Türkiye sadece topraklarının bir bölümünde PKK terör örgütünün hakimiyet kurduğu bir ülke değildir. Yazımızın en başında söylediğimiz gibi IŞİD terör örgütü de artık Türkiye'nin bir gerçeğidir ve IŞİD kendi terör tehdidinin beraberinde başta ABD olmak üzere koalisyon ülkelerini de Türkiye'ye 
getirmiştir. Şah Fırat operasyonuyla Ortadoğu'dan tamamen çekilen, caydırıcılığı azalan Türkiye hem kendi toprakları üzerinde hem de Ortadoğu bölgesinde 
oyunun dışına itilmektedir. 

Bunun son halkasını İncirlik Mutabakatı ile IŞİD koalisyonu ülkelerine Türk askeri üslerinin açılması oluşturmuştur. 

Yazılı olmayan imzasız bir mutabakatla Türk toprakları yabancı ülke askeri kuvvetlerine açılmıştır. İncirlik Üssü'nün açılması kararını açıklarken Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu " bütün kararları ABD ile ortak vereceğiz, ABD'den başka hangi ülkelerin askerlerinin geleceğini de yine ortak karar vereceğiz" diyerek T.C. devletinin egemenliğiyle ilgili kararların yabancılara paylaşılacağını sanki iyi bir şey yapıyormuş gibi rahatlıkla açıklıyordu. Ama gelinen nokta gösteriyor ki egemenliği paylaşılması değil adeta devri ve hatta Türkiye'nin işgaline yol açacak bir sürecin önünün açılması söz konusu. 

Nasıl mı? İşte o gelişmeler.

ABD, IŞİD'le mücadele için komşularının ve bölge ülkelerinin Suriye'ye asker göndermesini planlıyor!

IŞİD terörünü, Türkiye'nin IŞİD koalisyonuna katılması ve Suriye'de IŞİD’e karşı operasyonlara başladığı bir dönemde bununla iç içe olan bir gelişme nedense 
Türkiye'de hemen hemen hiç konuşulmadı. Bu gelişme ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'nin 02 Eylül 2015'te CNN'e verdiği röportajdaki açıklamalarıydı. Kerry 
şunları söyledi: "Suriye'de IŞİD'i yenmeye yardım etmek için Ortadoğu güçlerinin Suriye'ye asker göndereceğinden eminim. Doğru zaman geldiğinde Suriye'nin bazı komşularının sorumluluk üstlenmesini bekliyorum. Bunun nasıl olacağına ilişkin detayları bölgedeki diğer ülkelerle görüşüyoruz. Sahada bazı kuvvetlerin bulunmasına ihtiyaç var ve uygun zamanı geldiğinde bunların orada olacağına ikna oldum. Bölgede bunu yapma yeteneği olanlar var.".  Kerry hangi ülkelerin kara gücü göndermeye ikna edildiği konusunda ilave bilgi vermedi ancak "Amerikan Başkanının açıklamaları ve direktifleri çok nettir ki Amerikan askerleri bu denklemin içinde yer almayacaktır" açıklamasını yaptı.  

Konuyu yakından takip edenler için Kerry'nin açıklamasından sonra potansiyel adaylar olarak Türkiye, S.Arabistan ve bazı Körfez Arap ülkeleri öne çıkmakta dır. Kerry'nin bu açıklamasının ABD'nin Rusya ve S.Arabistan ile yürüttüğü ve Esad'ın başka bir ülkeye gönderilmesiyle de sonuçlanabilecek şekilde Suriye'de siyasi çözümü arayan görüşmelere başlanmasının ele aldığı bir döneme denk gelmesi de dikkat çekici. Kerry bu röportajından hemen sonra S.Arabistan Dışişleri Bakanı ile görüşmüştür ki bu da S.Arabistan Kralının 3 günlük bir ziyaret için Vaşington'a gelmesinin hemen öncesinde olması nedeniyle kritiktir.

IŞİD'le mücadelede Irak'ta Irak Ordusu ve Peşmerge ile kara savaşı yapacak kuvvet ihtiyacı karşılanabilecektir. Ancak Suriye'de bu konudaki ihtiyaç devam 
etmektedir. Eğit-donat projesi fiyasko ile sonuçlanmış, resmen kabul edilmese de ABD tarafından rafa kaldırılmıştır. ABD açısından Suriye'deki tek kara gücü 
PKK/PYD'dir. Belli bir aşamadan sonra (Kürt koridorunun oluşması)  PYD'nin daha güneylerde kullanılması mümkün olmayacağından başka kara güçlerine ihtiyaç vardır. Buna ikna olan ABD şimdi Suriye'nin komşularının ve bazı bölge ülkelerinin asker göndermesinin planlarını yapmaktadır. Amerikan askerleri 
Suriye'ye ayak basmayacak, sıcak çatışmaya girmeyecektir, ama ABD diğer ülkelerin askerlerine komuta etmeye hazırlanmaktadır.

Yine anlaşılan o ki bölge ülkelerinin Suriye'ye asker göndermesi söz konusu olduğunda bunun liderliğinin S.Arabistan tarafından yapılması büyük ihtimaldir. 
Ne de olsa S.Arabistan Yemen'de böyle bir tecrübe yaşamaktadır. Her ne kadar şimdilerde Yemen'de büyük bir sivil felaket yaşanıyor ve bu trajedi ne Türkiye 
ne de dünyada gündeme gelmiyor olsa da S.Arabistan'ın "üst akıl"lar tarafından bu günler için hazırlandığını söylemek hiç de abartı olmayacaktır. Diğer 
taraftan TBMM'den geçen tezkereye dayanarak Türkiye üslerini IŞİD'e karşı operasyonlara açmış, bu üslere ABD haricinde Körfez'deki Arap ülkelerinin de 
uçak konuşlandıracağı açıklanmıştı. Kerry'nin bu açıklamasından sonra görülmektedir ki bölge ülkeleri Türk üslerini sadece hava operasyonları için 
değil Suriye'ye geçecek kara kuvvetleri personeli için de kullanmalarının öngörülmüş olması büyük ihtimaldir. Türk topraklarının Suriye'deki sözde ılımlı 
muhaliflere eğitim dahil lojistik destek için kullanıldığı zaten bilinmektedir.

Böylece Türkiye uzunca yıllar süreceği ta en başından belli olan IŞİD'le mücadele bağlamında topraklarında yıllarca sürecek bir yabancı asker varlığını 
barındırmak zorunda kalacaktır. Bu durum Türkiye'nin Pakistanlaştırılmasının bir başka veçhesini oluşturmaktadır. Şöyle ki: Bölge ülkelerinin, bölgedeki devlet 
dışı aktörlerin, Batılı güçlerin herhangi bir şekilde ve nedenle Türkiye'nin Suriye veya Irak'a kara gücü göndermesini istemediğini biliyoruz. Çünkü bütün bu 
aktörler "Türkiye girerse bir daha çıkmaz" sendromu yaşamaktadır. Dolayısıyla Türkiye'nin fiilen asker göndermeden ama çatışmanın tam içindeymiş gibi sürecin içinde yer alması, gerek yabancı ülkelerin askeri kuvvetlerini gerekse Suriye'deki sözde ılımlı yerel güçleri desteklemesi ve tabi ki bu savaşın maddi ve manevi tüm maliyetini bölüşmesi istenecektir. Bu bağlamda Türkiye'nin topraklarının ve üslerinin ileri harekat ve lojistik üs gibi kullanılması, gerektiğin de yabancı askerlere ev sahipliği yapması beklenecektir. Bu da aynen Afganistan'da savaşan NATO ve diğer uluslararası güçlere lojistik destek için 
topraklarını ve üslerini açması ama bunun karşılığında Taliban ve El Kaide'nin Pakistan'ı hedef almasından farklı gelişmeyecektir. IŞİD Türk topraklarında 
zaten var olan yandaş/hücreleriyle bunu Türk güvenlik güçlerine karşı yapacak, Türkiye genelinde sivillere karşı da terör saldırıları gerçekleştirecektir.

Bu söylediklerimizi bir komplo teorisi gibi göreceklere öngörülerimizi desteleyecek başka bir açıklamayı dikkatlerine sunarak açıklayıcı olmaya çalışalım.

ABD büyük bir askeri güçle Türkiye'ye yerleşiyor! İşgal mi, IŞİD'le mücadele mi?

Kerry'nin açıklamalarıyla eş zamanlı olarak ABD'nin Ankara Büyükelçisi John Bass'ın röportajı 03 Eylül 2015 tarihinde CNNTürk'te yayımlandı.  Büyükelçi Bass röportajında ağırlıklı olarak IŞİD'le mücadele ve Türkiye'nin PKK operasyonlarına ilişkin soruları cevapladı.  Röportajı yapan gazeteci Hande Fırat'ın "Amerikalılar İncirlik'te ne kadar kalacak?" ve "Ne kadar büyüklükte bir güç gelecek Amerika'dan?" sorularına Büyükelçi Bass'ın verdiği cevap ise Kerry'nin öngördüğü şekilde bölge ülkelerinin Suriye'ye kara kuvveti göndermesi öngörüsünü teyit etmesinin yanında, ABD askeri kuvvetlerinin Türkiye'de yerleşmesinin IŞİD'le mücadeleden çok Türkiye'yi işgale dönüşebileceği kaygısını ortaya çıkarması açısından çok netti. İşte o sorulara verilen cevaplar:"Süre konusunda ise; üstünde uzlaştığımız hedefe ulaşmak için, yani DAEŞ’i zayıflat mak ve nihayetinde yenilgiye uğratmak için ne kadar zaman gerekirse, o kadar burada kalacağımızı düşünüyoruz.  O nedenle, bu konuya belli bir zaman dilimi açısından değil, belirlenen hedefler açısından yaklaşıyor uz...  DAEŞ’e karşı askeri operasyon yürütecek ABD ve diğer potansiyel koalisyon güçlerinin zaman içinde Türkiye’de hatırı sayılır büyüklükte bir varlığa sahip olacağını ve önemli katkılarda bulunacağını tahmin ediyoruz. Kurulacak yapı askeri harekatın nasıl gelişeceğine ve DAEŞ’e karşı en etkili çözümün gerekliliklerinin ne olacağına bağlı olacak...".

Anlaşılan o İncirlik Mutabakatı (bazı gazeteciler köşe yazılarında referans ve isim vermeden imzalı olduğunu yazsa da Dışişleri Bakanlığının bu konudaki tek 
resmi açıklaması 07 Ağustos'taki Dışişleri sözcüsü açıklamasıdır ve ona göre de ortada yazılı imzalı bir mutabakat yoktur) ucu açık bırakılmış, ne süre ne de 
askeri ekipman/silah/uçak/personel sınırlaması içermemektedir. Halbuki AKP hükümetinin TBMM'den aldığı yetki bir yıl sürelidir. AKP hükümeti neye 
güvenerek, neye dayanarak ve bir sonraki TBMM kararının ne olacağını bilmeyerek ABD'ye böyle açık bir çek verebiliyor, anlamak ve kabul etmek mümkün değildir. 

Eğer ABD ileride bu konularda sınırlamalarla sorunlarla karşılaşacağını düşünse (ki geçmişte 1 Mart tezkeresi tecrübesi var, tezkere geçmeden Türkiye'ye gelen 
Amerikan askeri kuvvetlerinin yaşadığı sorunlar var ki bunun çuval olayına yol açtığı tezleri oldukça kabul görmektedir) Büyükelçinin tarifiyle "hatırı sayılır" bir askeri gücü Türkiye'ye yığmaz, dolayısıyla çok sağlam güvenceler almış olmalılar. Hatırı sayılır bir askeri kuvvet tanımlaması da ilginç. 
Büyükelçi muhtemelen kendisinin söylediği istihbarat gerekçesinden ziyade Türk toplumundan fazla tepki çekmemek için askeri kuvvetin rakamsal büyüklüğünü 
açıklamıyor ama Türkiye'ye yerleşecek yabancı askeri kuvvetin oldukça büyük olacağını söylemeliyiz, çünkü hatırı sayılır bir askeri kuvvet görmezden 
gelinecek, etkisi olmayacak bir kuvvet olmayacaktır. 

Bu durum ise ABD'nin gerçek niyeti hakkındaki şüpheleri artırmaktadır. ABD aslında başka bir şeye mi hazırlanmaktadır?Kamuoyunun konuya dikkatini 
çekebilmek için kısaca şunu söyleyebiliriz. Büyükelçinin röportajdaki açıklamalarında Türkiye'de PKK terör örgütüyle tekrar müzakere masasına 
oturulmasına yönelik baskıcı ifadeleri, Suriye'nin kuzeyinde PYD'ye toz kondurmayan değerlendirmeleri var. Hal böyle olunca yine daha önceki 
yazılarımızda söylediğimiz gibi IŞİD eliyle bölgeyi dizayn etmeye çalışan ABD'nin, bu bağlamda IŞİD'le mücadele ediliyor görüntüsü altında nihai hedefi 
bağımsızlık olan ancak ilk etapta Suriye ve Türkiye'de özerk Kürt bölge yönetimlerinin oluşumunu izlemek, denetlemek, kontrol etmek ve gerekirse 
müdahale edebileceğini göstermeye yönelik bir baskı unsuru yaratmak için bölgedeki askeri varlığını artırmayı planmış olması büyük ihtimaldir. Bir taşla 
birden fazla kuş vurmayı yaklaşımını benimsemiş ABD'nin vurmayı istediği kuşlardan birisinin belki de en büyüğünün bu olduğunu düşünmek için 
gerekçelerimiz ve şüphelerimiz yeterince vardır. Çünkü Büyükelçi Bass "üzerinde anlaştığımız hedefleri gerçekleştirinceye kadar Türkiye'deyiz, bırakıp gitmek 
gibi bir niyetimiz yok" mealinde ifadeler kullanıyor. Çünkü Bass hatırı sayılır kuvveti anlatırken harekatın nasıl gelişeceğine ve IŞİD'e karşı en etkili 
çözümün gerekliliklerine atıf yaparak Kerry'nin doğru zaman geldiğinde bölge ülkelerinin Suriye'ye asker göndereceğini de adeta teyit etmektedir.

Peki Türkiye olarak biz ABD'nin hatırı sayılır askeri güçlerle bölgeye dönmesine yol açan IŞİD stratejisine ne kadar hakimiz, yönlendirme yapabiliyor muyuz, 
ABD'nin bu stratejisinin yada bunun üstündeki stratejisinin "end state"nin (nihai durum yani Suriye, Irak, Türkiye coğrafyasında neler öngörüyor, nasıl 
yapılar planlıyor vs) ne olduğunu, bu projenin kapsamını biliyor muyuz? Cevabı kocaman bir "hayır". İşin can sıkıcı yanı ise içeriğiyle ilgili hiçbir şey bilmediğimiz Türkiye'nin bekasıyla doğrudan ilintili bu projenin en önemli safhalarının Türkiye'yi yöneten AKP iktidarının verdiği açık çek ile yapılacak olmasıdır. Ancak görünen şu ki Rus tehdidi nedeniyle (Kırım'ın işgali, Ukrayna'nın de facto bölünmesinden sonra) Doğu Avrupa, Baltık ve Kuzey Avrupa ülkelerinin topraklarını Amerikan askerlerine ve savaş makinelerine açmasıyla söz konusu ülkelere yığınak yapan ABD, IŞİD tehdidi bahanesiyle ve Türkiye'nin davetiyle şimdi de Türkiye'ye yerleşiyor. Kaygı şu ki bu yerleşme sürekli bir hal alacak şekilde gelişmektedir. Eğer bu şekilde devam ederse bu Türkiye'nin kendi eliyle topraklarını Amerikan işgaline açması demektir ki kabul etmek mümkün değildir.

Türkiye'nin bölünüp işgal edilmesinden bahsederken başka yazılarda detaylıca incelenmesi gereken başka konular (Karadeniz'de sürekli ABD varlığı, Ege'de 16 
adanın Yunan işgalinde olması, Doğu Akdeniz'de Kıbrıs'ın elimizden kaymakta olması ile münhasır ekonomik bölge/enerji mücadelesinin kaybedilmekte oluşu) 
olduğunu burada önemli bir not olarak kayıt altına almalıyız ve nihai değerlendirmede yukarıda bahsedilenlerle birlikte ele almalıyız.


Sonuç olarak;

Burada yazdıklarımız Türkiye IŞİD'le mücadele etmesin anlamında değildir ama yazdıklarımız Türkiye'nin karar mekanizmasının içinde olmadığı, end state'ni 
(nihai durum) bilmediği bir projeye dahil edilmekte olduğunu bunun da Türkiye'nin çıkarlarını ve bekasını tehdit ettiğini, hatta Türkiye'nin işgaline 
yol açabilecek şekle dönüştüğünü ortaya koymaktır. Türkiye iki terör örgütü tehdidiyle karşı karşıyadır. Bunlardan PKK çözüm süreciyle birlikte yaptığı 
savaş hazırlıklarını hareket geçirmiş ve Temmuz ayının başından buyana 70'den fazla asker/polisimizi şehit etmiştir. IŞİD ise henüz topraklarımız üzerinde 
aktif bir terör saldırısı başlatmamıştır. Hal böyleyken ve PKK Türkiye açısından öncelikle tehditken Batı dünyası Türkiye'ye"PKK terör örgütüyle müzakere, IŞİD 
terör örgütüyle mücadele" dayatmasında bulunmakta, adeta Türkiye'nin güvenlik politikasını kontrol altına almak istemektedir.

Türkiye mevcut durumda PKK terör örgütüyle mücadele ederken Suriye'de savaşan taraflar arasında yer almadan da IŞİD'le mücadele edebilecek imkan ve kabiliyettedir.Buna da PKK terör örgütüne yönelik operasyonlarını sürdürürken Türkiye'nin içindeki IŞİD yapılanmasını ve mevzilenmesini tespit edip çökertmekle başlayabilirdi. Sınır hattının hemen üzerinde askerimizin IŞİD tarafından şehit edilmesi halinde de şimdi yaptığı gibi koalisyonun (ABD'nin) 
tutumunu beklemez, tezkere gerektirmeyen uluslararası hukukun kendisine tanıdığı meşru müdafaa ve sıcak takip hakkını kullanarak karadan ve havadan girerek sınırın hemen dibindeki IŞİD hedeflerini vurup dağıtabilirdi. Ama Türkiye IŞİD'in yurt içindeki yapısını/hücrelerini çökertecek operasyonları yapmadığı 
gibi 01 Eylül 2015'te sınır hattı üzerinde askerimizin IŞİD tarafından şehit edilmesinden sonra meşru müdafaa ve sıcak takip hakkını da kullan(a)mamıştır. 

Bu durum şunu göstermektedir: Türkiye terör örgütleriyle mücadelede kendi stratejisini (eğer varsa) uygulayamamakta, dış yönlendirmelere ve dayatmalara 
maruz kalmaktadır. Bunun sonucunda da aynı şimdi olduğu gibi topraklarının işgaline dönüşebilecek şekilde ucu açık, sınırlamaları olmayan bir mutabakatla 
ve sahibinin ABD olduğu IŞİD'le mücadele stratejinin öngördüğü bir yapıya ve projeye dahil olmak zorunda hissetmektedir. Bütün bu gelişmeler Türkiye'nin 
ulusal güvenliğini ve bekasını bugüne kadar hiç olmadığı kadar tehdit altına almaktadır. Çünkü Türkiye gözümüzün önünde bölünüp işgal edilmektedir... 


Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com


***

11 Nisan 2017 Salı

70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 3

70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 3



İngiliz notaları, Washington açısından Yunanistan ve Türkiye konularının aciliyetini ve önemini arttırmıştı. Olayların tanığı olan Jones, krizi “eğer Birleşik 
Devletler Yunanistan’ın erken çöküşünü engelleyemezse, durum bir ihtimalden çıkıp kesinliğe dönüşecekti” diye belirtir.79 

Acheson, İngiliz notlarının ulaşmasının ardından, Yakın Doğu Dairesi’ne tüm hafta sonu çalışarak Pazartesi sabahı Bakan Marshall’a sunulmak üzere 
bir yardım programı hazırlanması talimatını verdiğinde, Türkiye de bu çalışmaya dâhil edildi. Genelkurmay adına bilgi notunu hazırlayan dönemin 
Kara Kuvvetleri Komutanı General Dwight D. Eisenhower, Türkiye’ye verilmesi gereken destek konusunda uyarıda bulunmuştu: “Somut yardımı içeren 
olumlu garantiler verilmezse, Türkiye’nin gelecekte, Sovyet baskısı sonucunda doğrudan askerî tedbirlerin alınacağı şeklinde yorumlayacağı tehlikesi bulunmaktadır.” 

Eisenhower’a göre eğer Türkiye yenilirse, “yüksek ihtimaldir ki, tüm Orta Doğu o zaman hızla benzer bir Sovyet hakimiyetine girecektir”.80 

Türkiye’nin Kongre tarafından onaylanacak bir yardım programına dâhil edilmesinin şansı, komünist yayılmacı tehdidinin genelleştirilerek Yunanistan’la 
birlikte ele alınmasıyla arttırılmıştı. Yunanistan’ın demokrasi ve Batı medeniyetinin beşiği olarak görülmesinin aksine ABD siyasi çevrelerinde ve 
kamuoyundaki Türkiye algısı, tarihsel nedenlerden dolayı olumlu intibalar taşımamaktaydı. Harris’in ifadesiyle, “Türkiye’ye yardımın Kongre tarafından 
onaylanması, Yunanistan’la ilgili endişelerle bağdaştırılmasıyla garanti altına alınmıştı”.81 Eisenhower 1947’de gelişmeleri yıllar sonra şöyle hatırlayacaktı: 

Yunanistan ve Türkiye’nin bağımsızlığına ve varlığına yönelik komünist saldırganlık tehdidi Amerika’nın güvenliği için öylesine büyüktü ki, bu ülkelere 
askerî ve ekonomik destek verdik. Bu politika bu milletleri korudu. Bu da Amerikalıların hayatlarına mal olmadan sağlandı.82 

Truman, Yunanistan ve Türkiye’ye yapılacak yardımlarda Kongre’nin de desteğini almak adına 27 Şubat’ta Beyaz Saray’da Kongre liderlerini topladı. Ancak Beyaz Saray’daki toplantıda Marshall’ın sorunun çözümüyle ilgili önerilerini sunduğu konuşması, Kongre liderlerini ikna etmekten daha çok kafa karışıklığına yol açtı.83 Yunanistan krizine ABD müdahalesi noktasındaki kafa sorunlarda uzak kalmış gibiydi. 

Nitekim Yunanistan ve Türkiye’yle ilgili İngiliz notlarından bir hafta önceki Kongre savunmasında söyledikleri konuya hakimiyeti açısından dikkate değer: “MARSHALL: 

Konu Almanya ve Avusturya’ya geldiği zaman, hâlâ eğitim aşamasında olduğum için, bu sabah sizlere karışıklığı, liderlerin toplantıdaki sorularına da yansıdı: 
İngilizlerin ateşe attığı kestaneleri ABD mi ateşten çıkaracaktı? ABD’nin bu işten çıkarı ne olacaktı? 

Tam da bu noktada, Yakın Doğu Dairesi Başkanı Acheson konuya müdahale ederek, ABD kamuoyunda da gittikçe artan “kızıl tehdit” üzerinden Sovyetlerin saldırganlığını canlı bir şekilde anlatmaya başladı: Ruslar saldırıya geçmişti. Türkiye ve Almanya’yı kuşatma adına en inatçı ve cüretkâr çabaları 
gösteriyorlardı. Önlerinde Rusya hakimiyetine açık üç kıta duruyordu. Türkiye’nin kuşatılmasının iki kanadı vardı; İran ve Yunanistan. Türkiye Rusları 
geri püskürtmüştü. İran’a yönelik hareketi ise şimdilik başarısız olmuştu. Komünist baskı şimdi de Yunanistan’a yoğunlaşmıştı, Yunanistan’da büyük oranda başarı kazanmışlardı; ama henüz tam başarıya ulaşamamışlardı. Raporlara göre Yunanistan’ın tümünün düşüşü birkaç haftalık meseleydi. Macaristan, İtalya, Fransa ve Avusturya’da ilerleme kaydetmişlerdi. Acheson’un sunumu bu noktadan sonra oldukça dramatik bir söyleme dönüştü: 

Antik tarihten bu yana emsali görülmemiş bir duruma geldik. Dünya şu anda iki büyük gücün hakimiyeti altında. Atina ve Isparta, Roma ve Kartaca’dan bu yana gücün böylesine kutuplaştığını görmemiştik. Sorun İngiliz kestanelerini ateşten almak değil. Sorun Birleşik Devletler’in güvenliği sorunu. Sorun dünyanın üçte ikisinin ve topraklarının dörtte üçünün komünistler tarafından kontrol edilip edilmeyeceğidir.84 

Acheson’un konuşmasında ortaya koyduğu argüman, daha sonra Eisenhower döneminde ortaya atılacak olan domino teorisinin erken dönem uyarısı 
niteliğindeydi: Sepetteki çürük bir elmanın diğer elmaları çürütmesi gibi, Yunanistan’daki çürüme İran’ı ve tüm Doğu’yu etkileyecekti. Çürüme Küçük 
Asya üzerinden Afrika, Mısır ve zaten güçlü komünist partiler aracılığıyla tehdit altında olan İtalya ve Fransa’ya yayılacaktı. Jones’a göre, toplantıya katılanlar 
yönetimin politikasına karşı çıkmamış, aksine toplantı sonucundan hayli etkilenmişlerdi. Kongre liderlerinin “Yunanistan ve Türkiye’yi kurtarma 
adına her türlü gerekli önlemin alınması için destek verecekleri yönünde kesin izlenim edinilmişti”. Acheson’un stratejisi işe yaramıştı. Toplantı çıkışında Senato Dışilişkiler Komitesi Başkanı Arthur Vandenberg, Truman’a, “Bay Başkan, eğer istediğiniz buysa, bunu elde etmenin tek bir yolu var. Kongre önüne 
şahsen çıkın ve ülkeyi korkutun.”85 

Bu anlamda Truman’ın Kongre’de yapacağı konuşmada kullanacağı dil Kongre ’nin ve kamuoyunun desteğinin alınmasında önemliydi. Yunanistan ve Türkiye’nin karşılaştığı sıkıntılar aslında daha büyük bir coğrafyada etkin olan Sovyet yayılmacılığının yarattığı bir bölgesel krizdi. Henderson ifadesiyle eğer Amerikan halkına dünya ölçeğinde bir komünist komplosuyla karşı karşıya bulunulduğu net bir biçimde anlatılmazsa “Kongre ihtiyaç duyulan düzenle menin yasalaşması için gerekli desteği vermeyecekti”.86 

4. Doktrinin İlanı ve Sonuç ;

12 Mart 1947’de Kongre’nin ortak toplantısında Başkan Truman dış politika ve Yunanistan ile Türkiye’deki durumla ilgili konuşmasını yaptı.87 Truman 
konuşmasında, Yunanistan’ın varlığının terörist faaliyet gösteren komünistler liderliğindeki silahlı kişilerce tehdit edildiğini, ekonomik durumun ve hayat 
şartlarının kötülüğünden bahsetti. Amerika’dan resmî yardım talebinde bulunan Yunanistan’ın eğer kendi kendine yeterli ve kendine saygısı olan bir 
demokrasi olacaksa, Amerika’nın bunu sağlayabilecek tek ülke olduğunu vurguladı. Truman konuşmasında Türkiye’deki demokrasiyle ilgili bir atıfta 
bulunulmadı, Türkiye’nin de modernleşmesini gerçekleştirilmesi için gerekli ulusal bütünlüğünün devamının sağlanması adına finansal yardıma ihtiyacı 
vardı. Bu ulusal bütünlük, Orta Doğu’da düzenin sağlanması için gerekliydi. 

Truman, Amerika’dan bu kadar uzak bu iki ülkedeki gelişmelerin Amerikan yardımına neden ihtiyaç duyduğunu açıklayarak konuşmasına devam etti: Dünya milletlerinin baskıdan bağımsız olmaları uluslararası barış ve dolayısıyla Birleşik Devletler’in güvenliği için hayati öneme sahipti. Bu yüzden Almanya ve Japonya ile savaşılmıştı. Şimdi de benzer bir acil durum vardı. Polonya, Romanya ve Bulgaristan, kendi isteklerinin dışında totaliter rejimlere sahipti. Dünya halkları şimdi “alternatif hayat tarzları arasında bir seçim yapmak zorunda”ydı. ABD, ekonomik ve mali destekle bu seçimde özgür milletlerin yanında yer alacaktı.88 Eğer Yunanistan düşerse, tehdit altındaki Türkiye bunu takip edecekti. Bunun etkisi ise, karmaşa ve düzensizlik içerisindeki tüm Doğu’ya, hatta savaş sonrası sıkıntılarla boğuşan Batılı ülkeler de kendi bağımsızlıklarını koruma yönündeki isteklerini kaybedebileceklerdi. Dolayısıyla, acil yardımın yapılması kaçınılmazdı. Başkan Truman bu çerçevede Yunanistan’a 300, Türkiye’ye 100 milyon dolar yardım teklifinde bulundu. Yardım içerisinde, mahalli personelin eğitimi, altyapı çalışmalarının desteklenmesi ve kaynakların kullanımını gözetecek Amerikalı uzmanların bu ülkelere gönderilmesi de bulunuyordu. ABD tarihinde ilk kez Batı yarım küresi dışındaki ülkelere barış zamanında yardımla müdahalede bulunma özelliğini taşıyan bu isteğe Kongre ve ABD kamuoyunun tepki göstereceği de muhakkaktı. Bu gerçeğin farkında olan Truman, “üzerimizde ciddi bir yük bulunuyor. 

Alternatifinin daha ciddi sonuçlar doğuracağı bir durumu önermem mümkün değil. Dünyanın özgür milletleri özgürlüklerini muhafaza ettirmek konusunda destek için bize bakıyor” dedikten sonra yardımın aslında Amerikan çıkarlarına hizmet edeceğini ilan etti: “Liderliğimizde başarısız olursak dünya barışını ve 
kendi milletimizin refahını da tehlikeye atmış oluruz.”89 

Truman’ın konuşması, dış politikada özgürlüklerin korunması yönündeki inanca atıfta bulunuyordu. İkinci Dünya Savaşı mücadelesinde de Amerikan dış politikasında özgürlüklerin korunması ve ABD’nin buna bağlı güvenliğinin sağlanması vurgusu hatırlanırsa, Truman’ın konuşması etkileyiciydi. Bu 
anlamda konuşmanın özü ideolojikti. Truman, acil müdahale edilmediği takdirde komünizmin demokrasi üzerinde zafer kazanarak çok sayıda umutsuz insanın köleleşeceği uyarısında bulunmuştu. Bu önemli bir uyarıydı: Eğer liberal demokrasi dünya genelinde zemin kaybederse, Amerikan yaşam tarzı da 
yok olacaktı. Konuşmada, Amerika’nın jeopolitik ve ekonomik çıkarlarının nasıl tehlikeye gireceği hususu açık değildi. Kamuoyuna Amerikan değerlerinin 
tehlikede olduğu mesajı verilirken, örneğin Orta Doğu’daki petrol rezervlerinin korunmasının öneminden hiç bahsedilmiyordu.90 

Stratejik nedenlerin yanında, iş dünyası için de Orta Doğu petrolünün korunmasında Yunanistan ve Türkiye önemliydi. Donanma Bakanı James Forrestal’ın ifadesiyle petrolün deniz yoluyla taşınması “gerektiğinden Akdeniz bağımsız bir yol olmalıydı”.91 Siyasi karar alıcılar açısından güvenlik endişelerle 
ekonomik çıkarlar iç içe geçmişti. 

Amerikan kamuoyunda yükselen anti-komünist duygular çerçevesinde, Truman’ın söylemi büyük destek buldu.92 Cumhuriyetçilerin çoğunlukta ol
duğu Kongre’de Truman’ın ortaya koyduğu tehdit algısı Kongre’nin Başkan’ın arkasında yer almasını sağladı. Başkan’ın konuşması, “savaş ilanı için Başkanlık 
önerisi gibiydi” ve Kongre’ye böyle bir durumda ülkenin başkomutanının yanında olmaktan başka seçenek bırakmamıştı.93 Ancak, Truman’ın konuşmasına 
eleştiriler de vardı. Daha önce Truman’a destek alması için Amerikan halkını korkutması yönünde öneri getiren Senatör Vandenberg’e göre konuşma 
“dünyada nerede ortaya çıkarsa çıksın zincirleme tepki olarak adlandırılabilecek bir saldırganlığı ABD’nin savunması” gerektiği iddiasındaydı. Acheson’un 
Vandenberg’e cevabı, küresel düzeyde bir yaklaşım benimsese de her durumda ABD’nin tepkisinin aynı olmayacağı yönündeydi: “Bir durumda yaptığınızı 
diğer bir başka durumda yapamazsınız. Nerede olursa olsun komünist baskı ortaya çıkması durumunda bu ABD’yi ilgilendirecektir. Fakat özellikle Yunanistan 
ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi, direkt bir ABD müdahalesini gerektirmez.”94 

Truman’ın konuşmasında belirttiği yardımı hak eden “özgür milletler”in kim olduğu açık değildi. Yunanistan’daki aşırı sağcı ve yolsuzluğa batmış merkezî hükümet herhalde bu tanımlamaya girmez. Öte yandan Truman konuşmasında Türkiye’yi özellikle demokratik ülke olarak da adlandırmamıştı. 

Bu yöndeki eleştirilere Truman, totalitarizm karşısında mükemmel olmayan demokrasilerden hangisinin tercih edilmesi gerektiği sorusuyla cevap vermişti. 
Soğuk Savaş’ın ilk evrelerinde Amerika’nın kendi koruması altındaki devletlerin iç siyasette izledikleri yöntemlerle çok fazla ilgilenmediği göz önüne alınırsa, gelecek yıllarda Amerikan dış politikasının en büyük zaafının da bu olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Ambrose, Truman’ın komünizm karşıtlığı için silahlanma çağrısının, “özgür milletler ve anti-komünistliğin aynı anlamda kullanılmasından dolayı herhangi bir devrimci harekete karşı kapıların 
kapatmış olduğunu” belirterek, “Yunan hükümetinin veya herhangi bir diktatörlüğün Amerikan yardımını alabilmesi için muhaliflerinin komünist 
olduğunu iddia etmesi yeterli olacaktır” değerlendirmesini yapar.95 

Yunanistan ve Türkiye’ye yardım kanunu Kongre’nin her iki kanadında da büyük çoğunlukla kabul edildi ve Truman 22 Mart 1947’de kanunu imzaladı. 

Konuşmanın ardından yardım konusu yalnızca iki ülkeyle sınırlı kalmadı. Truman’ın konuşması, silahlı azınlıklarla veya dış baskılarla mücadele eden 
özgür milletlere desteğin küresel çapta bir dış politika uygulaması olarak da değerlendirildi. Nitekim konuşmanın özünü oluşturan bu dış politika anlayışı 
Truman Doktrini olarak adlandırıldı. Doktrin, özellikle Kennan’ın telgrafında ortaya konulan komünizme karşı küresel çevreleme politikası önerisinin de ete 
keme bürünmüş haliydi. ABD Dışişleri Bakanlığı uzun zamandır karşı karşıya oldukları komünizmle mücadelede önemli bir değişikliğin yaşandığını 
ve “dünya tarihinde yeni bir sayfa açıldığını” düşünüyordu.96 

Frazier’e göre “Truman Doktrini Soğuk Savaş’ın asıl başlangıcı”dıydı: Doktrin, Batı ve Doğu arasındaki çatışmanın en önemli ayrıştırıcı niteliği olan ideoloji farklılığını da ortaya koyuyordu.97 Öte yandan, Bartlett ise, Sovyetler Birliği’nin Yunanistan ve Türkiye üzerindeki Batı etkisini uzun zamandır kabul ettiğini, 
Truman Doktrinin Soğuk Savaş’ın oluşumunu şekillendiren etkenlerden bir tanesi olduğunu ifade eder.98 Bu açıdan bakıldığında, Amerika’nın küresel politikaları 
içerisinde, özellikle Asya-Pasifik bölgesindeki devam eden yardımların Doğu Akdeniz ve Orta Doğu alanlarına yayıldığı değerlendirilebilir. 

Soğuk Savaş tarihçiliğinin önemli isimlerden Gaddis de, Truman Doktrininin Amerikan dış politikasında gerçek bir dönüm noktası olmadığını, Sovyet yayılmacılığına karşı koymanın 1946’nın ilk dönemlerinden itibaren bir Amerikan politikası oluğunu belirtir. Gaddis’e göre Amerikan politikasında gerçek dönüm noktası 1950’de başlamış olan Kore Savaşı’dır. Bu savaş ile birlikte ABD, küresel komünizm yayılmacılık tehdidine karşı çevreleme politikasıyla dönüşü olmayan gerçek bir direnişe geçmişti.99 Acheson ve Jones ise, Yunanistan ve Türkiye’de hissedilen Sovyet yayılmacılığı tehdidine karşı “hızlı, etkin ve kararlı” bir tutum sergilenerek önemli bir politika değişikliğine gidildiği iddiasındaydı.100 

Öte yandan LaFeber, Truman Doktrininin Amerikan tarihinde bir “kilometre taşı” olmasını dört nedene bağlar: 

(i) Truman Doktrini, hem yurtiçinde hem de yurtdışında Amerikalıların kucaklayacakları bir Soğuk Savaş dış politikasını Amerika’nın komünizm korkusunu kullanarak oluşturdu. 
(ii) Kongre, Başkana uygun gördüğü şekilde Soğuk Savaşı yürütebileceği büyük güçler verdi. 
(iii) Savaş sonrası dönemde ilk defa, Amerikalılar başka bir milletin iç savaşına yoğun bir şekilde dâhil oldular. Bu müdahale komünizm karşıtlığı temelinde haklı hale getirildi. 
(iv) Truman, Avrupa ve Amerikan ekonomilerinin çöküşünü engellemek için muazzam bir yardım programını kullandı. Daha sonra bu tür yardım programları 
küresel düzeyde genişletildi.101 

Truman Doktriniyle ilgili farklı görüşler olsa da, Amerikan dış politikası yapım sürecinde önemli bir noktayı işaret ettiği ve Türk-Amerikan ilişkilerinde 
etkileri günümüze değin devam eden bir süreci başlattığı konusunda şüphe yoktur. Amerikan tarihinde ilk kez barış ortamında Güney ve Kuzey Amerika 
dışında bir bölgeye komünizmle mücadele çerçevesinde direkt Amerikan yardımı şeklindeki müdahale Truman Doktriniyle başlamıştır. Truman sonrası  dönemler de Soğuk Savaş’ın düalist yapı çerçevesinde (Amerikan hayat tarzı/ totaliter hayat tarzı; özgür milletler/baskıya boyun eğmiş milletler; demokrasi/
totalitarizm; özgür Batı/komünist Doğu) tanımlanmasının temeli de, Truman’ın Kongre’deki konuşmasında ilk izlerini bulmaktadır. 

Türkiye’nin NATO üyeliğine uzanan süreç de Truman Doktrininin ilanıyla başlamıştı. Yukarıda ifade edildiği gibi Truman Doktrininin iki temel 
amacı vardı: Türkiye’nin Sovyet saldırganlığına karşı direnmesi ve bu mücadelede savunma bütçesinin Türk ekonomisinde yarattığı ağırlığın azaltılması.102 
Amerikan yönetimi bir Sovyet saldırısı karşısında Türkiye’nin kendisini savunma kapasitesine sahip olmadığının farkındaydı. Bu farkındalığa rağmen, Türkiye’nin Sovyet tehdidini ciddi oranda hissettiği dönemde ABD yardımından beklediği olumlu etkiyi anında elde ettiğini söylemek mümkün değildir. 

Nitekim Haziran 1948 itibariyle Truman yardımında ifade edilen 100 milyon dolarlık yardımın ancak 38 milyon dolarlık bir bölümü Türkiye’ye ulaşmıştı.103  Sovyetlerin Türkiye’ye saldırı ihtimali şüpheli olsa da, Truman Doktrininin Türkiye’ye sağladığı güvenlik şemsiyesinin askerî ve ekonomik yardımdan daha çok siyasi bir anlam ve ağırlık taşıdığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla Truman Doktrini, Türkiye’nin askerî ve ekonomik anlamda güçlenmesine yardımcı olmasından daha çok, Türkiye’nin Atlantik ötesiyle eklemlenmesinde siyaseten bir dış politika aracı olarak önemlidir. Bu anlamıyla Soğuk Savaş’ın ilk yıllarındaki bu ilk eklemlenme sürecinde Sovyetlerin Truman Doktrinine getirdiği eleştiri, Türkiye tarafından çok da önemsenmemiştir.104 

Türkiye’nin Truman Doktrinin ilanından sonra iki kutuplu dünyada 

Mart 2009). Vyshinsky’nin eleştirisinin temeli şu görüşe dayanmaktadır: “Truman Doktrini ve Marshall Planı BM ilklerinin ihlal edildiği ve Örgütün göz ardı edildiği yönünde özelikle önemli örneklerdir. 

Son birkaç aydaki tecrübelerin göstermiş olduğu gibi bu doktrinin ilanının anlamı, ABD hükümetinin uluslararası işbirliğinin ilkelerine karşı (...) yardım amacıyla ekonomik kaynakların (...) doğrudan bir ihlalle diğer bağımsız ülkelerin arzularına karşı bir baskı kurma teşebbüsüdür. (...) 
Bu politika Genel Kurul’un 11 Aralık 1946 tarihli diğer ülkelere yardım desteklerinin ‘hiçbir zaman siyasi silah olarak kullanılamayacağı’ yönündeki kararıyla da çelişmektedir.” 
Batı Bloğu içerisinde yer alması ve bu bloğun görüşlerinin güçlü bir bölgesel savunucusu olması, Türk dış politikasının 1947’den sonraki en belirgin özelliğidir.105 


DİPNOTLAR ;

1 Foreign Relation of the United States 8 (1945): 45. Bundan sonra FRUS olarak belirtilecektir. 
2 FRUS 5 (1947): 566. 
3 Joseph M. Jones, The Fifteen Weeks (New York: The Viking Press, 1964), 3-4. 
4 Yunanistan ile ilgili not için bkz. FRUS 5 (1947): 32-35; Türkiye ile ilgili not için bkz. FRUS 5 (1947): 35-37. 
5 FRUS 5 (1947): 32. 
6 Dean Acheson, Present at the Creation: My Years at the State Department (New York: W.W. Norton, 1969), 217; FRUS 5 (1947): 32. 
7 Georg Schwarzenberger, Power-Politics: A Study of International Society (2. ed. New York: F. A. Praeger, 1951), 414. 
8 Edward Weisband, 2. Dünya Savaşı ve Türkiye (İstanbul: Örgün Yayınevi, 2002), 107-109. 
9 Nur Bilge Criss, “Önsöz”, Türkiye’nin Batı İle ittifaka Yönelişi, Melih Esenbel (İstanbul: İsis Yayıncılık, 
2000), 13. 
10 FRUS 3 (1941): 871. Bu bilgiler, Numan Menemencioğlu’nun ABD Ankara Büyükelçisiyle yaptığı görüşmenin içeriğinin söz konusu büyükelçi tarafından 
Washington’a yazılan telgrafta yer almaktadır. 
11 FRUS 4 (1943): 1063-1064. Örneğin, Almanların 1941’de Barbarossa Harekâtı ile Sovyetlere saldırdığını öğrendiği zaman İnönü’nün zaman uzun uzun gülmesi, 
hatta zeybek oynadığı rivayeti bu anlamda hoş bir anekdottur. Saraçoğlu ayrıca, “Bu şans, yani Rusya’nın tamamen yok edilebilmesi fırsatı doğmuştur” diyecektir. Cemal Madanoğlu, Anılar (1911–1953) (İstanbul: Evrim Yayınevi, 1982), 302; Feridun Cemal Erkin, Türk-Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi 
(Ankara: Başnur Matbaası,1968), 192. 
12 Adana görüşmelerine katılan İngiliz Büyükelçisi Ankara’ya döndüğü akşam ABD’li meslektaşını görüşmenin sonuçları hakkında bilgilendirmişti. 
13 Mehmet Gönlübol vd., Olaylarla Türk Dış Politikası (Ankara: Siyasal Kitabevi, 2000), 248. 
14 Howard Jones, New Kind of War: America’s Global Strategy and the Truman Doctrine in Greece (Cary, NC,: Oxford University Press, 1997), 7. 
15 FRUS 4 (1943): 634, 650, 659. Konferans’ta Türkiye’nin müttefikler safında savaşa girmesi karşılığında Suriye ve Bulgaristan’dan toprak dahi verilmesi 
gündeme gelmişti. 
16 “Başkan Türkiye ile kartların oynanması konusunda esas sorumluluğu Başbakan’a bıraktı.” Bu konudaki anlaşmazlık Dışişleri Bakanı’nın İngiltere’nin 
Washington Büyükelçisi’ne nota yazmasına kadar vardı. FRUS 4 (1943): 1067. 
17 FRUS 5 (1947): 514. 
18 Savaş boyunca ABD, İran, Suudi Arabistan ve Mısır’da İngiliz kuvvetleriyle birlikte asker ve teknik danışmanlar bulundurmuş, deniz ve hava kuvvetleri için 
bakım onarım merkezleri tesis etmişti. ABD bu bölgede İngilizlere ve Sovyetlere uygulanan ödünç verme ve kiralama anlaşmaları gereği lojistik destek 
sağlamıştı. FRUS 5 (1947): 513. 
19 FRUS 8 (1945): 1219. 
20 FRUS 8 (1945): 1219-1920. 
21 1925 tarihli anlaşmanın 7 Kasım 1935 yılında tashih edilen şekline göre anlaşma 10 yıllık süre için tekrardan uzatılmış, taraflardan birisinin altı ay öncesinden uzatmanın olmayacağı yönündeki beyanı olmadığı takdirde iki yıllık süre için tekrardan devam edeceği belirtilmişti. 
22 FRUS 8 (1945): 1221. 
23 Mehmet Saray, Sovyet Tehdidi karşısında Türkiye’nin NATO’ya Girişi, III. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Hatıraları ve Belgeler (Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2000), 72. 
24 Mustafa Aydın, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, ed. Baskın Oran (14. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınlar, 2009), 474. 
25 Gaddis’in Stalin’in kişiliği ile ilgili tespiti ilginçtir: “Stalin her şeyin ötesinde bir Büyük Rusya milliyetçisiydi...Tutkuları, Moskova prenslerinin çevrelerindeki toprakları alma ve hükmetme kararlığını takip etti. Stalin, bu amacını, gerçek kökenlerini ve karakterini gizlemeye gerek görmeden proleter enternasyonalizm 
ideolojisi içerisinde sakladı: Onunla ilgili en kapsayıcı biyografiyi yazan Robert C. Tucker’in yeni ortaya koyduğu gibi Stalin’in rol modelleri Lenin, hatta Marx değil; Büyük Petro ve nihayetinde Korkunç İvan’dı...” John Lewis Gaddis, “The Tragedy of Cold War History: Reflections on Revisionism”, Foreign Affairs 73/1 (Ocak-Şubat 1994): 144-145. 
26 FRUS, 2 (1945): 690-691. 1949’da The Russian View’deki makalesinde Kucherov, Rusya’nın emperyalist emelleri ile ilgili şu tespiti yapmıştır: 
“Rusya’nın kaderinin çağdaş oluşturucuları Çarist rejimin birçok siyasi geleneğini almıştır. Bu gelenekler arasında Rusya’nın kısıtlama olmaksızın boğazları 
kullanmayı garanti altına alması ve aynı zamanda da Karadeniz ülkesi olmayan milletlerin donanmalarının bu garantiden yoksun bırakılması vardır. 
Bu emelin Rusya’nın siyasi, stratejik ve ekonomik çıkarları ile uyumlu olduğuna şüphe yoktur. (...) Her ne kadar Rus çıkarları açısından İstanbul ve boğazlardaki 
Rus emelleri iyi temele dayanıyor olsa da mevcut durumda bunlar Batılı güçlerce şüphe ve kötü niyetle karşılanmaktadır. Bu şüphe ve kötü niyetle karşılanmada, 
SSCB’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uyguladığı genel yayılmacı ve emperyalist politikaları sorumludur.” Samuel Kucherov, “The Problem of 
Constantinople and the Straits”, The Russian Review 8/3 (Temmuz 1949): 220. Stalin ile ilgili ilginç bir anekdotu Zubok şöyle aktarır: “ Partinin teorik dergisi, 
Friedrich Engels’in Çarist Rusya’nın dış politikasını yayılmacı ve tehlikeli olarak tanımladığı bir makalesini basmak istediğinde Stalin, Marksizm’in ortak 
kurucusunun görüşlerinin değil, Çarist politikaların yanında yer aldı.” Vladislav M. Zubok, A Failed Empire: The Soviet Union in the Cold War from Stalin to 
Gorbachev (Chapel Hill: The University of North Carolina Press, 2007), 18 ve n. 88. 
27 SSCB’nin Türkiye’den toprak talebinde bulunduğuna dair resmi bir bildirim ve/veya belge bulunmadığı için tartışmalı bir konu olarak görülebilir. Örneğin,
 ABD Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu ve Afrika İşleri Genel Müdürü Loy W. Henderson, SSCB’nin resmî bir toprak talebi olmadığını kabul etmektedir. 
Melvyn P. Leffler, “Strategy, Diplomacy, and the Cold War: The United States, Turkey, and NATO, 1945-1952”, The Journal of American History 71/4 (1985): 809 ve not 5. Ancak Sovyet taleplerinin Türk dış politikasını meşgul ettiği günlerde, Türk Dışişleri Bakan Vekilinin yeryüzünde hatırı sayılır ölçüde toprağı olan bir ülkenin ilave toprağa ihtiyacı olup olmadığını sorusuna SSCB’nin Ankara Büyükelçisinin verdiği cevap dikkat çekicidir: Sovyetler Birliği’nin ilave toprağa ihtiyacı yok; ancak Ermenistan çok küçük ve toprağa ihtiyacı var.” FRUS 1 (1945): 1025. 
28 Piers Dixon, Double Diploma: The Life of Sir Pierson Dixon (Londra: Hutchinson, 1968), 193-194’ten nakleden Zulkanain Abdul Rahman, Amer Saifude Ghazali, Rosmadi Fauzi ve Norazlan Hadi Yaacob, “Britain, the United Nations and the Iranian Crisis of 1946”, Middle-East Journal of Scientific Research 18/11 (2013): 1549. 
29 Toplantı tutanağını hazırlayan Sir Pierson Dixon’ın notlarından aktaran John Saville, The Politics of Continuity: British Foreign Policy and the Labour 
Government 1945-1946 (Londra ve New York: Verso, 1993), 63. 
30 Acheson, Present at the Creation, 196. 
31 FRUS 5 (1947): 537-538; Arthur Schlesinger, “Origins of the Cold War”, Foreign Affairs 46 (Ekim 1967): 30-31. 
32 John Lewis Gaddis, The Cold War: The Deals The Spies The Truth (Londra: Penguen Books, 2005), 28. 
33 Bruce Robellet Kuniholm, The Origins of the Cold War in the Near East: Great Power Conflict and Diplomacy in Iran, Turkey, and Greece (Princeton, N.J.: 
Princeton University Press 1980), 335-347. 
34 Notalar konusunda Türkiye’nin teziyle ilgili o günlerin havası içerisinde detaylı bir anlatım için bkz. Cemil Bilsel, “The Turkish Straits in the Light of Recent Turkish-Soviet Russian Correspondence”, The American Journal of International Law 41/4 (Ekim 1947): 727-747. 
Bilsel, Rus/Sovyet politikalarını emperyalist olarak tanımlar ve boğazlarla ilgili Rus tutumunun günün şartlarına uygun olarak üç şekilde geliştiğini ifade eder : 
(i) Zorlu zamanlarda Ruslar Boğazların savaş gemilerine açılmasını önerir (açık kapı politikası); 
(ii) Rusya zayıf hissettiği zamanlarda Boğazların tüm savaş gemilerine kapatılmasını talep eder (savunmacı politika); 
(iii) Rusya kendini güçlü hissettiği zaman Boğazların yalnızca Rus savaş gemilerine açık tutulmasını ve Boğazların sahipliğini amaçladığı saldırgan bir politika izler 
(emperyalist politika). 
Bu durum Rusya’nın açık bir saldırganlığı, emperyalist politikasıydı. Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi, ABD’li mevkidaşı nezdinde Türkiye üzerindeki 
baskıyı devam ettirmiş, ilişkilerde Sovyetlerin yükselen gücünün gözönüne alınmasını istemişti. FRUS 7 (1946): 813-817. 
35 Ayşegül Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu 1945-1958 (İstanbul: Boyut Kitapları, 1997), 42. 
36 Sever, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, 42. 
37 FRUS 7 (1946): 840. 
38 LWH Oral History (Truman Library), 234-235. 
39 Robert J. Donovan, Conflict and Crisis: The Presidency of Henry S. Truman, 1945-1948 (New York: Norton, 1977), 251; Acheson, Present at the Creation, 263-264; Jones, The Fifteen Weeks, 63-65. 
40 Stephen G. Xydis, “Truman Doctrine in Perspective”, Balkan Studies 8 (1967): 248, not 40 ve s. 249. 
41 FRUS 7 (1946): 847. 
42 “CC CPSU Plenum, Evening 28 June 1957”, Istoricheskii arkhiv 3-6 (1993) ve 1-2(1994), çev. Benjamin Aldrich-Moodie, 
http://www.wilsoncenter.org/index.cfm?topic_id=1409&fuseaction=va2.document&
identifier=5034F03A-96B6-175C-997CF0E22D8D3F3E&sort=Collection&item=Soviet%20 
Foreign%20Policy    (Son erişim tarihi: 18 Mayıs 2012.) 
Kruşçev’in bahsettiği Voroşilov, Kurtuluş Savaşı döneminde Mustafa Kemal ile görüşmelerde bulunmuş, akabinde Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamalarına katılan 
Sovyet heyetinin başkanlığını yürütmüş olan General Kliment Vevremoviç Voroşilov’dur. Taksim anıtında Mustafa Kemal’in arkasında diğer Sovyet 
Generali Frunze ile birlikte durmaktadır. Voroşilov ile ilgili olarak bkz. Erdal Aydoğan, “Kliment Yefromoviç Voroşilov’un Türkiye’yi Ziyareti ve Türkiye-Sovyet Rusya İlişkilerine Katkısı”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi 39 (Mayıs 2007): 337-357. 
43 FRUS, 1946, Vol.6, s.696-709. 
44 Robert H. Ferrell (ed.), Off the Record: The Private Papers of Harry S. Truman (New York: Harper & Row, 1980), 79-80. 
45 George F. Kennan, Memoirs, 1925-1950 (New York: Bantam, 1969), 596. Uzun Telgraf’tan bir yıl sonra Kennan, “Mr .X” takma adıyla 
“Sovyet Kuşatmasının Kaynakları” başlıklı bir makale yayınlayarak, Uzun Telgraf’taki görüşlerini açık yayında ifade etti. Mr. X, “The Sources of Soviet Conduct”, Foreign Affairs (Temmuz 1947): 566-582. 
46 Sovyet zırhlı birlik harekâtını gösterir harita için George McGhee, The US-Turkish-NATO Middle East Connection: How the Truman Doctrine and Turkey’s NATO Entry Contained Soviets (Londra: Macmillan, 1990), 15. 
47 FRUS 7 (1946): 564-565, 566-567; Jones, The Fifteen Weeks, 55; Walter LaFeber, America, Russia and the Cold War 1945-1990 (6th ed., New York: 
Edition McGraw-Hill, 1991), 28; FRUS 7 (1946): 399- 401; FRUS 5 (1947): 915. FRUS editörleri Truman’ın Sovyetlere bir mesaj gönderdiği konusunda 
kesinlikle bir kayıt olmadığını belirtiyorlar; FRUS 7 (1946): 348-349. 
48 Gezide USS Missouri zırhlısı, USS Cleveland kruvazörü ve USS Power destroyeri görev almıştır. Missouri’nin ziyaretindeki resmi neden 11 Kasım 1944’de vefat eden Türk Büyükelçisi Mehmet Münir Ertegün’ün naaşının getirilmesidir. 
49 John L. Gaddis, Strategies of Containment: A Critical Appraisal of American National Security Policy During the Cold War (Oxford: Oxford University Press, 2005, 
gözden geçirilmiş ve genişletilmiş baskı), 21 not 59. 
50 Clark M. Clifford’tan Truman’a “American Relations with Soviet Union”, 24 Eylül 1946, Arthur Krock, Memoirs: Sixty Years on the Firing Line 
(New York: Funk & Wagnalls, 1968), 419-422’den naklen Gaddis, Strategies of Containment, 21. 
51 Vladimir O. Pechatnov, “The Big Three After World War II: New Documents on Soviet Thinking about Post War Relations with The United States and Great Britain”, 
Working Paper No. 13 (1995), Cold War International History Project, Woodrow Wilson International Centre for Scholors, 1-2. Ivan M. Maisky, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’un program hazırlamadan sorumlu asistanı olarak görev yapmıştır. 
52 Pechatnov, “The Big Three After World War II”, 3. 
53 Pechatnov, “The Big Three After World War II”, 4. 
54 Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası, 388. 
55 John Lewis Gaddis, The United States and the Origins of the Cold War, 1941–1947 (Columbia: Columbia University Press, 1972), özellikle 9. Bl. Fraser J. 
Harbutt, The Iron Curtain: Churchill, America, and the Origins of the Cold War (New York: Oxford University Press, 1986); Sean Greenwood, Britain and 
the Cold War, 1945-91 (Londra: Palgrave Macmillan, 2000), özellikle 19. 
56 Joseph Stalin, Speeches Delivered at Meetings of Voters of The Stalin Electoral District, Moscow (Moskova: Foreign Languages Publishing House, 1954), 19-44. 
57 Martin McCauley, The Origins of the Cold War: 1941-1949 (Londra: Pearson Longman, 1995). 72; Daniel Yergin, Shattered Peace: The Origins of the Cold War (New York: Penguin Books, 1990), 168-171. 
58 FRUS 7 (1946): 524. 
59 McCauley, The Origins of the Cold War, 78-79. 
60 Kuniholm, The Origins of the Cold War, 369, not 185. 
61 Clark Clifford, “Report: American Relations With The Soviet Union”, 24 Eylül 1946. http://www.trumanlibrary.
org/whistlestop/study_collections/coldwar/documents/sectioned.php?documentid=4-1&pagenumber=
1&groupid=1 (Son erişim tarihi: 9 Temmuz 2014). 
62 Interview with Clark Clifford http://nsarchive.gwu.edu/coldwar/interviews/episode-2/clifford1.html 
(Son erişim tarihi: 9 Temmuz 2014). 
63 Randall Woods ve Howard Jones, Dawning of the Cold War: The United States Quest for Order (Athens, 
Georgia: University Of Georgia Press, 1991) s. 136-137; Kuniholm, The Origins of the Cold War, 369371. 
64 David S. McLellan, Dean Acheson: The State Department Years (New York: Dodd, Mead and Company, 1976), 105-106. 
65 Michael Asteris, “British Overseas Military Commitments 1945-47: Making Painful Choices”, 
Contemporary British History 27/3 (2013): 353. 
66 McLellan, Dean Acheson, 94-95. 
67 Thomas G. Paterson, Soviet-American Confrontation: Postwar Reconstruction and the Origins of the Cold War (Baltimore: 
The Johns Hopkins University Press, 1975), 185. 
68 Paterson, Soviet-American Confrontation, 188; FRUS 7 (1947): 31. 
69 Judith Jeffery, Ambiguous Commitments and Uncertain Policies: The Truman Doctrine in Greece, 19471952 (Lanham, Maryland: Lexington Books, 2000), 17-35; 
FRUS 7 (1946): 235-237. 
70 FRUS, vol.7, 1946, s.235-237. 
71 FRUS 7 (1946): 242-243. 
72 Milovan Djilas, Conversations with Stalin (New York: Harcourt, Brace,1962), 182. 
73 Djilas, Conversations with Stalin, 182. 
74 Department of State, Press release, 9 Ocak1947. 
75 Kuniholm, The Origins of the Cold War, 405. 
76 FRUS 5 (1947): 23-25. 
77 FRUS 5 (1947): 28-29. 
78 Jones, The Fifteen Weeks, 131; Kuniholm, The Origins of the Cold War, 408. 
79 Jones, The Fifteen Weeks, 131. 
80 H. W. Brands, The Devil We Knew: Americans and the Cold War (Oxford: Oxford University Press, 1993), 18. 
81 George S. Harris, Troubled Alliance: Turkish-American Problems in Historical Perspective, 1945-71 (Washington D.C.: American Enterprise Institute for Public 
Policy Research, 1972), 26. 
82 Public Papers of the Presidents of the United States: Dwight D. Eisenhower 1957 (Washington D.C.: United States Government Printing Office, 1999), 387. 
83 Dışişleri Bakanlığı’ndan önceki bir yılı Çin’de geçiren General Marshall, özellikle Avrupa’daki çok tatmin edici bir rapor verebilecek durumda değilim. 
Hepsinin üzerinden geçtim ancak tamamen başlangıç düzeyindeyim. Olumlu bir kanaatin oluşması için henüz zaman gelmedi.” Marshall, “Testimony 
of February 14, 1947: Executive Sessions of the Senate Foreign Relations Committee”, (Historical Series) 
Volume Eightieth: Congress, First and Second Sessions 1947-1948 (Washington:U.S. Government Printing Office, 1976), 1-2. 
84 Toplantı metni için bkz. “Meeting Notes, ca. February 1947, J.M. Jones Papers, Drafts of Truman Doctrine 
”http://www.trumanlibrary.org/whistlestop/study_collections/doctrine/large/documents/index.php?documentdate=1947-02-00&documentid=8-4&pagenumber=1    
(Son erişim tarihi: 9 Temmuz 2014); Jones, The Fifteen Weeks, 131; Kuniholm, The Origins of the Cold War, 408. 
85 Kuniholm, The Origins of the Cold War, 412 not. 88. 
86 Jones, The Fifteen Weeks, 151. 
87 Address of the President to Congress, Recommending Assistance to Greece and Turkey, 12 Mart 1947. Harry S. Truman Administration, Elsey Papers, 
http://www.trumanlibrary.org/whistlestop/study_collections/doctrine/large/documents/index.php?documentdate=1947-03-12&documentid=59&pagenumber=1 (Son erişim tarihi: 9 Temmuz 2014). 
88 Ancak, Yunanistan ve Türkiye’ye yapılacak yardımın çok önemli bir kısmı askerî yardım olacaktır. İki ülkeye verilecek 400 milyon dolarlık yardımın 
128.125.000 doları ekonomik yardımdır. Paterson, Soviet-American Confrontation, 202. 
89 Truman’ın Kongre konuşması için bkz. http://www.trumanlibrary.org/whistlestop/study_collections/ 
doctrine/large/documents/index.php?documentdate=1947-03-12&documentid=5-9&pagenumber=1 
(Son erişim tarihi: 9 Temmuz 2014). 
90 Truman’ın konuşma metninin hazırlanması sırasında Beyaz Saray’daki danışmanların, “Orta Doğu’daki 
büyük doğal kaynakların tek bir devletin egemenliği altına girmemesi” ile ilgili önerdikleri cümle nihai 
metinde yer almamıştır. Jones, The Fifteen Weeks, 156. Nihai metinden çıkartılan bir başka bölüm ise 
şu şekildedir: “Eğer dünyanın geri kalan milletlerindeki hür teşebbüsün yok olmasına müsaade edersek, 
kendi ekonomimiz ve demokrasimiz de hayati derecede tehdit edilecektir.” Paterson, Soviet-American 
Confrontation, 198, not 96. 
91 Nakleden Barton J. Bernstein (ed.), Politics and Policies of the Truman Administration (Chicago: 
Quadrangle Books, 1970), 56. 1953 yılı itibari ile Amerikalı şirketler Orta Doğu petrolünün %70’ni 
üretmektedir, Paterson, Soviet-American Confrontation, 206, not 125. 
92 Kasım 1946’da yapılan Kongre seçimlerinde Cumhuriyetçilerin seçim propagandalarında özellikle komünizm tehdidi ve yayılmacılığı tehlikesini kullandıkları göz 
önüne alınırsa Truman’ın bu vurguları daha iyi anlaşılabilir. Yergin, Shattered Peace, 284-285. Truman konuşmasında Sovyetler Birliği’ni hiç anmamış komünizmden 
ise bir kez bahsetmişti. 
93 LaFeber, America, Russia and the Cold War, 56. 
94 Jones, The Fifteen Weeks, 190,194. 
95 Stephen Ambrose, Rise to Globalism: American Foreign Policy Since 1938 (7th ed., New York: Penguin Books,1993), 82. 
96 Jones, The Fifteen Weeks, 146-147; Yergin, Shattered Peace, 282. 
97 Robert Frazier, Anglo-American Relations with Greece: The Coming Of The Cold War 1942-47 (New 
York: St. Martin’s Press, 1991), 159. 
98 C. J. Bartlett, The Global Conflict 1880-1970: International Rivalry Great Powers (Londra: Longman, 
1986), 264. 
99 John Lewis Gaddis, “Was the Truman Doctrine a Real Turning Point?”, Foreign Affairs 52/2 (Ocak 1974): 386-402. “Önerim, [doktrinin] Avrupa’daki güçler 
dengesindeki değişimlerle başa çıkma yönünde daha önce uygulamaya konulan politikalarla bir uyum içerisinde olduğudur. Truman yönetiminin 19471950 
arasındaki genel çerçevede kullanılan diline rağmen, dünyanın geri kalanıyla ilgili bu politikayı uygulayabilecek ne bir niyeti ne de imkânı vardı. 
Komünizmi her yerde kuşatmaya karşı gerçek niyet, Yunanistan ve Türkiye’deki krizlerle değil, Kore Savaşı’nın etrafında gelişen olaylar neticesinde gelişti.”, 386. 
100 Frazier, Anglo-American Relations with Greece, 161-164; Kuniholm, The Origins of the Cold War, 420-422. 
101 LaFeber, America, Russia and the Cold War, 3. Bölüm. 
102 Gönlübol vd., Olaylarla Türk Dış Politikası, 234. 
103 U.S. Department of State, Reports to Congress on Assistance Greece and Turkey, (Washington D.C.: Government Printing Office 1947-1949). 
104 Gönlübol vd., Olaylarla Türk Dış Politikası, 231-233. Truman Doktrinin Sovyetler Birliği’ne yönelik siyasi bir araç olarak kullanıldığı yönündeki erken dönem bir 
Sovyet eleştirisi için bkz. Andrei Vyshinsky, “A Soviet Criticism of the Truman Doctrine and Marshall Plan, September 18, 1947”, 
http://slantchev.ucsd.edu/courses/ps142j/documents/vyshinsky-criticism-of-truman-doctrine.html   (Son erişim tarihi: 16 
105 Oral Sander, Türk-Amerikan ilişkileri: 1947-1964 (Ankara: SBF Yayınları), 37. 


KAYNAKÇA;

Abdul Rahman, Zulkanain, Amer Saifude Ghazali, Rosmadi Fauzi ve Norazlan Hadi Yaacob, “Britain, the United Nations and the Iranian Crisis 
of 1946”, Middle-East Journal of Scientific Research 18/11 (2013):1544-1556. 
Acheson, Dean, Present at the Creation: My Years at the State Department, New York: W.W. Norton, 1969. 
Alperovitz, Gar, Atomic Diplomacy: Hiroshima and Potsdam: The Use of the Atomic Bomb and the American Confrontation with Soviet Power, 2. ed. Chicago: 
Pluto Press, 1994. 
Ambrose, Stephen, Rise to Globalism: American Foreign Policy Since 1938, 7. ed. New York: Penguin Books, 1993. 
Asteris, Michael, “Biritish Overseas Military Commitments 1945-47: Making Painful Choices”, Contemporary British History, 27/3 (2013): 348-371. 
Aydın, Mustafa, “İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, ed. Baskın Oran, 
399-476, İstanbul: İletişim Yayınlar, 2009. 
Aydoğan, Erdal, “Kliment Yefromoviç Voroşilov’un Türkiye’yi Ziyareti ve Türkiye-Sovyet Rusya İlişkilerine Katkısı”, Ankara Üniversitesi Türk 
İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi 39 (Mayıs 2007): 337357 
Bartlett, C. J., The Global Conflict 1880-1970: International Rivalry Great Powers, Londra: Longman, 1986. 
Bernstein, Barton (ed), Politics and Policies of the Truman Administration, Chicago: Quadrangle Books, 1970. 
Bilsel, Cemil, “The Turkish Straits in the Light of Recent Turkish-Soviet Russian Correspondence”, The American Journal of International Law 41/4 (Ekim 1947): 727-747. 
Brands, H. W., The Devil We Knew: Americans and the Cold War. Oxford: Oxford University Press, 1993. Criss, Nur Bilge, “Önsöz”, Türkiye’nin Batı İle ittifaka Yönelişi¸ 
Melih Esenbel, İstanbul: İsis Yayıncılık, 2000. 
Dixon, Piers, Double Diploma: The Life of Sir Pierson Dixon, Londra: Hutchinson, 1968. 
Djilas, Milovan, Conversations with Stalin, New York: Harcourt, Brace, 1962. 
Donovan, Robert J., Conflict and Crisis: The Presidency of Henry S. Truman, 1945-1948, New York: Norton, 1977. 
Erkin, Feridun Cemal, Türk-Sovyet İlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Ankara: Başnur Matbaası, 1968. 
Ferrell, Robert H. (ed.), Off the Record: The Private Papers of Harry S. Truman, New York: Harper & Row, 1980. 
Frazier, Robert, Anglo-American Relations with Greece: The Coming Of The Cold War 1942-47, New York: St. Martin’s Press, 1991. 
Foreign Relation of the United States (FRUS) 3 (1941), 4 (1943), 1 (1945), 2(1945), 8 (1945), 6 (1946), 7 (1946), 5 (1947), 3 (1948), 4 (1948). 
Gaddis, John Lewis, “Was the Truman Doctrine a Real Turning Point?”, Foreign 
Affairs 52/2 (Ocak 1974): 386-402. 
–––––––––, “The Tragedy of Cold War History: Reflections on Revisionism”, Foreign Affairs 73/1 (Ocak-Şubat 1994), 142-154. 
–––––––––, The Cold War: The Deals The Spies The Truth, Londra: Penguen Books, 2005. 
–––––––––, Strategies of Containment: A Critical Appraisal of American National Security Policy During The Cold War, Oxford: Oxford University Press, 2005. 
––––––––, The United States and the Origins of the Cold War, 1941–1947, Columbia: Columbia University Press, 1972. 
Gönlübol, Mehmet vd., Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2000. 
Greenwood, Sean, Britain and the Cold War, 1945-91, Londra: Palgrave Mac-millan, 2000. 
Hale, William, Türk Dış Politikası 1774-2000, çev. Petek Demir, İstanbul: Mozaik, 2003. 
Halle, Louis J., Soğuk Harp, çev. Fahri Çeliker, Ankara: Genelkurmay Basımevi, 1976. 
Harbutt, Fraser J., The Iron Curtain: Churchill, America, and the Origins of the 
Cold War, New York: Oxford University Press, 1986. 
Harris, George S., Troubled Alliance: Turkish-American Problems in Historical Perspective, 1945-71, Washington D.C.: American Enterprise Institute for Public Policy Research, 1972. 
Higgins, Hugh, The Cold War, Londra: Heineman Books, 1974. 
Jeffery, Judith, Ambiguous Commitments and Uncertain Policies: The Truman Doctrine in Greece, 1947-1952, Lanham, Maryland: Lexington Books, 2000. 
Jones, Joseph M., The Fifteen Weeks, New York: The Viking Press, 1964. 
Jones, Howard, New Kind of War: America’s Global Strategy and the Truman 
Doctrine in Greece, Cary, NC,: Oxford University Press, 1997. 
Kennan, George F. Memoirs, 1925-1950, New York: Bantam, 1969. 
Kucherov, Samuel, “The Problem of Constantinople and the Straits”, The Russian Review 8/3 (Temmuz 1949): 205-220. 
Kuniholm, Bruce Robellet, The Origins of the Cold War in the Near East: Great Power Conflict and Diplomacy in Iran, Turkey, and Greece, Princeton, N.J.: Princeton University Press 1980. 
LaFeber, Walter, America, Russia and the Cold War 1945-1990, 6. ed. New York: Edition McGraw-Hill, 1991. 
Leffler, Melvyn P., “Strategy, Diplomacy, and the Cold War: The United States, Turkey, and NATO, 1945-1952”, The Journal of American History 71/4 (1985): 807-825. 
Madanoğlu, Cemal, Anılar (1911–1953), İstanbul: Evrim Yayınevi, 1982. 
Marshall, George C., “Testimony of February 14, 1947 Executive Sessions of the Senate Foreign Relations Committee”, Historical Series, Volume 
Eightieth: Congress, First and Second Sessions 1947-1948, Washington: U.S. Government Printing Office, 1976. 
Mastny, Vojtech, Russia’s Road to the Cold War: Diplomacy, Warfare, and the Politics of Communism, 1941-1945, Columbia: Columbia University Press, 1979. 
McCauley, Martin, The Origins of the Cold War: 1941-1949, Londra: Pearson Longman, 1995. 
McGhee, George, The US-Turkish-NATO Middle East Connection: How the Truman Doctrine and Turkey’s NATO Entry Contained Soviets, Londra: Macmillan, 1990. 
McLellan, David, Present at the Creation: My Years at the State Department, New York: W.W. Norton, 1969., Dean Acheson: The State Department Years, 
New York: Dodd, 
Mead and Company, 1976. 
Mr. X, “The Sources of Soviet Conduct”, Foreign Affairs (Temmuz 1947): 566-582. 
Paterson, Thomas G., Soviet-American Confrontation: Postwar Reconstruction and the Origins of the Cold War, Baltimore: The Johns Hopkins University Press, 1975. 
Pechatnov, Vladimir O. “The Big Three After World War II: New Documents on Soviet Thinking about Post War Relations with The United States 
and Great Britain”, Working Paper No. 13 (1995), Cold War International History Project, Woodrow Wilson International Centre for Scholors. 
Public Papers of the Presidents of the United States: Dwight D. Eisenhower 1957, Washington D.C.: United States Government Printing Office, 1999. 
Resis, Albert, “The Churchill-Stalin Secret ‘Percentages’ Agreement on the Balkans, Moscow, October 1944”, The American Historical Review 83/2 (Nisan 1978): 368-387. 
Saray, Mehmet, Sovyet Tehdidi Karşısında Türkiye’nin NATO’ya Girişi, III. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Hatıraları ve Belgeler, Ankara: Atatürk 
Araştırma Merkezi Yayınları, 2000. 
Saville, John, The Politics of Continuity: British Foreign Policy and the Labour Government 1945-1946, Londra ve New York: Verso, 1993. 
Schlesinger, Arthur, “Origins of the Cold War”, Foreign Affairs 46 (Ekim 1967): 22-52. 
Schwarzenberger, Georg, Power-Politics: A Study of International Society, 2. ed. New York: F. A. Praeger, 1951. 
Sever, Ayşegül, Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Ortadoğu 19451958, İstanbul: Boyut Kitapları, 1997. 
Stalin, Joseph, Speeches Delivered at Meetings of Voters of The Stalin Electoral District, Moscow, Moskova: Foreign Languages Publishing House, 1954. 
U.S. Department of State, Reports to Congress on Assistance Greece and Turkey, Washington D.C.: Government Printing Office 1947-1949. 
Weisband, Edward, 2. Dünya Savaşı ve Türkiye, İstanbul: Örgün Yayınevi, 2002. 
Woods, Randall ve Howard Jones, Dawning of the Cold War: The United States Quest for Order, Athens, Georgia: University Of Georgia Press, 1991. 
Xydis, Stephen G., “Truman Doctrine in Perspective”, Balkan Studies 8 (1967): 239-262. 
Yergin, Daniel, Shattered Peace: The Origins of the Cold War, New York: Penguin Books, 1990. 
Zubok, Vladislav M., A Failed Empire: the Soviet Union in the Cold War from Stalin to Gorbachev, Chapel Hill: The University of North Carolina Press, 2007. 
Zubok, Vladislav ve Constantine Pleshakov, Inside the Kremlin’s Cold War: From Stalin to Krushchev, Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 1996. 

İnternet Kaynakları 

Address of the President to Congress, Recommending Assistance to Greece and Turkey, 12 Mart 1947. Harry S. Truman Administration, Elsey Papers, 
http://www.trumanlibrary.org/whistlestop/study_collections/doctrine/large/documents/index.php?documentdate=1947-03-12&documentid=5-9&pagenumber=1, 
(Son erişim tarihi: 9 Temmuz 2014) 

“CC CPSU Plenum, Evening 28 June 1957” notları, 06/28/1957, Istoricheskii arkhiv 3-6 (1993) ve 1-2 (1994). Çev. Benjamin Aldrich-Moodie, 
http://www.wilsoncenter.org/index.cfm?topic_id=1409&fuseaction=va2.document&identifier=5034F03A-96B6-175C-997CF0E22D8D3F3E&
sort=Collection&item=Soviet%20Foreign%20Policy,   (Son erişim tarihi: 18 Mayıs 2012) 

Clark Clifford, Report, “American Relations With The Soviet Union” by 
[“Clifford-Elsey Report”], 24 Eylül 1946. Conway Files, Truman Papers 
http://www.trumanlibrary.org/whistlestop/study_collections/coldwar/documents/sectioned.php?documentid=4-1&pagenumber=1&groupid=1 
(Son erişim tarihi: 9 Temmuz 2014). 

Interview with Clark Clifford 
http://nsarchive.gwu.edu/coldwar/interviews/episode-2/clifford1.html 
(Son erişim tarihi: 9 Temmuz 2014) 

Truman Libary, “Meeting Notes, ca. February 1947, Subject File, J. M. Jones Papers”, 
http://www.trumanlibrary.org/whistlestop/study_collections/doctrine/large/documents/index.php?documentdate=1947-02-00&documentid=8-4&pagenumber=1, 
(Son erişim tarihi: 9 Temmuz 2014) 

Truman’ın Kongre konuşması 
http://www.trumanlibrary.org/whistlestop/ study_collections/doctrine/large/documents/index.php?documentdate=1947-03-12&documentid=5-9&pagenumber=1, 
(Son erişim tarihi: 9 Temmuz 2014). 

Vyshinsky, Andrei, “A Soviet Criticism of the Truman Doctrine and Marshall Plan, September 18, 1947”, 
http://slantchev.ucsd.edu/courses/ps142j/documents/vyshinsky-criticism-of-truman-doctrine.html 
(Son erişim tarihi: 16 Mart 2009). 


***