16 Temmuz 2017 Pazar

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 9


DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 9



2.10.3. 2001 Krizinin Dış Dengeye Etkisi 

Krizin meydana geldiği 2001 yılında dış ticaret dengesizliğinde olumlu değişim söz konusudur. İhracatta yaklaşık 4 milyar dolar artış, ithalatta ise 13 milyar 
dolar azalış olmuştur. Dolayısıyla toplam bazda devalüasyon sonrası 17 milyar dolar civarında bir önceki yıla göre dış ticaret dengesinde pozitif gelişme 
olduğunu söylemek mümkündür. Öte yandan ulusal parada değer kaybının beklenen etkileri vermesinde ihracat ve ithalatın talep esneklikleri önemlidir. 
İthalatın ve ihracatın talep esnekliğinin yüksek olması devalüasyondan beklenen sonucun alınmasına yardımcı olmaktadır. Tersi durumda ise ihracat ve 
ithalat rakamları arzulanan büyüklükte gerçekleşemeyecektir. Bu açıdan Türkiye’de devalüasyon sonrasında ihracat, ithalat ve dış borçlar bağlamında aynı miktarda yabancı para karşılının daha fazla mal ve hizmet satışı ile gerçekleşmesi, devalüasyonun maliyetini göstermesi bakımından önem arz etmektedir. 
Buna göre ulusal paradaki değer kaybının öncesi ve sonrası kıyaslandığında ihracatta 11 milyar dolar, ithalata ise 9,5 milyar dolar değerinde daha fazla mal 
ve bedel ödemesi meydana gelmiştir. Dolayısıyla devalüasyon sonrası dış ticaret açısından 2,5 milyar dolarlık bir kayıp söz konusu olmuştur. 


Tablo: 22 



Öte yandan dış borç ödemeleri bakımından da devalüasyonun olumsuz etkisinden bahsedebiliriz. Ulusal paranın dış değerindeki gerilemenin ardından 24,6 milyar dolarlık dış borç ödemesi bir önceki yıla kıyasla 11,3 milyar dolar daha fazla mal ve hizmet satışı ile karşılanmış olunmaktadır. Buradan hareketle 
ihracat, ithalat ve dış borç servisi bağlamında krizin yaklaşık 13,8 (2,5+11,3) milyar dolar ek maliyet getirdiği söylenebilir. 

Tablo: 23 


Bunun yanında IMF ile yapılan görüşmeler sonrasında varılan mutabakatlar doğrultusunda 2008 yılına kadar destek kredisinin alınmaya devam edildiği 
görülmektedir. Buna göre 2000-2008 yılları aralığında IMF’den yaklaşık 48,7 milyar dolar destek kredisi alınmış, alınan bu kredinin maliyeti 6 milyar 
dolar seviyesinde gerçekleşmiş ve dolar bazında %12,3 gibi oldukça yüksek oran üzerinden faiz ödemesi yapılmıştır. 

2.10.4. 2001 Krizinin Finansal Sektöre Etkisi 

2001 yılının Şubat meydana gelen bu ikiz kriz bankacılık sektöründeki yapısal sorunların çözümüne yönelik kapsamlı bir programın gerekliliğini göstermiştir. 
Güçlü ekonomiye geçiş programı bağlamında finansal sektörün güçlendirilmesi amacıyla kamu ve özel sektöre yönelik bir çok kararlar alınmıştır. 

Bu kararlar kamu bankalarını finansal sistem içinde bir istikrarsızlık unsuru olmaktan çıkarmayı hedeflemiş ve görev zararı alacaklarının tasfiyesi, kısa vadeli yükümlülüklerin azaltılması, kamu bankalarına sermaye desteği sağlanması, mevduat faizlerinin piyasa faizlerine uyumlu hale getirilmesi ve kredi portföyünün etkin yönetimi alanlarında yoğunlaşmıştır. 

Kamu bankalarının, özel bankalar ve banka dışı kesime olan kısa vadeli yükümlülüklerinin azaltılması amacıyla, Hazine’den almış oldukları özel tertip tahviller karşılığında Merkez Bankası’ndan repo veya doğrudan satış yoluyla likidite temin etmeleri sağlanmıştır. Bu suretle, 16 Mart 2001 itibarıyla 8,5 milyar TL civarındaki kısa vadeli yükümlülükler sıfırlanmıştır. Hazine Müsteşarlığı, kağıt değiştirme ve nakit ödeme suretiyle erken itfa yoluyla kamu bankalarının nakit girişlerinin ve likidite pozisyonlarının düzenli bir yapıda gelişmesine ve böylece bu bankaların kısa vadeli borçlanma faiz oranları üzerindeki baskılarının azalmasına katkıda bulunmuştur. 

Bunun yanında sermaye yapılarının güçlendirilmesi amacıyla büyük bölümü menkul kıymet olmak üzere 2001 yılsonu itibarıyla 3,6 milyar TL civarında sermaye desteği sağlanmıştır. 

Bu bağlamda kamu bankalarının görev zararı 19 milyar dolar ve kamu bankalarına yapılan sermaye desteği 2,9 milyar dolar seviyesinde olduğuna göre, 2001 bankacılık krizinin kamu bankaları çözümleme maliyeti toplamda 21,9 milyar dolar düzeyindedir434. 

Türkiye’de finansal liberalleşme sonrasında özel bankaların sayılarında artış kaydedilmiş ve banka sayısı 81’e kadar yükselmiştir. Daha önce de değinildiği üzere kurulan bu bankaların sermaye yapıları arzulanan seviyeden düşük, etkin denetimden uzak ve asli fonksiyonlarından uzak faaliyet yürüten yapıdadırlar. 
Bu nedenle Şubat 2001 krizinin bankacılık sektörü üzerindeki etkisi de derin olmuştur. 

Şubat 2001 krizi ile Türk bankacılık sektöründeki iç denetim ve risk yönetimi zafiyetleri, belirgin bir biçimde görünmüştür. Gerçekleşen riskler, zararın hızla 
artmasına ve zaten yetersiz olan öz kaynakların erimesine neden olmuştur. Sektörün Aralık 2001 itibarıyla zararı 10,5 milyar TL’ye ulaşmış olması 
(toplam aktiflerin %6,1’i) krizin en çarpıcı göstergelerinden birisidir. Ayrıca bu süreçte artan döviz kuru ve yükselen faiz, kaynak maliyetini yükseltmiştir435. 

 Yukarıda da belirtildiği üzere, Türkiye’de bankacılık faaliyetlerinin sektörün gereklerine uygun şekilde yapılmaması sürecinde ortaya çıkan içsel ya da dışsal 
şokların ardından çeşitli dönemlerde bazı bankaların yönetimlerine el konulmuştur. 1994-2003 yılları arasında 20’si temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimi TMSF’ye devredilen, beş adedi ise faaliyet izni kaldırılarak iflasına karar verilen olmak üzere toplam 25 banka bulunmaktadır. 1994 yılından itibaren haklarında iflas kararı verilen ve temettü hariç ortaklık hakları fona devredilen bankalara ilişkin olarak tasfiye, çözümleme ve geri kazanım çalışmaları devam etmektedir. 

 Fona devredilen bankaların devir zararlarının, devir tarihleri itibarıyla ABD doları türünden karşılıklarının toplamı 24.044 milyon dolar seviyesindedir. 
Faaliyet izni kaldırılan veya yönetimi ve denetimi TMSF’ye devredilen toplam 25 bankanın çözümleme sürecinde tarihi değerler ile toplam 31,4 milyar ABD 
doları kaynak ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu kaynağın 4,2 milyar doları fon kaynaklarından, 25,9 milyar doları Hazine Müsteşarlığı’ndan borçlanma ve 
1,3 milyar doları Merkez Bankası’ndan kullanılan avanslar şeklinde temin edilmiştir 436. Özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyeti 53,3 milyar ABD doları seviyesindedir. 

Diğer taraftan, özellikle 2001 krizinin bankacılık sektöründe derin hissedilmesinin nedenlerinden birisi de öz kaynakların arzulanan düzeyden aşağı olmasıdır. 
Bunun sebebi ise ortakların gerektiğinde sermaye desteği sağlayacak malî güce sahip olmamaları veya bu konudaki isteksizlikleridir. 
2000 yılının Aralık ayında 4,2 milyar dolar olan bankacılık sektörünün toplam dönem net zararı 2001 yılında yaşanan bu kriz sonrasında yaklaşık 2,7 milyar 
dolar artmış, 6,9 milyar dolar TL dönem zararı gerçekleşmiş ve ayrıca, özel bankaların sermayesi 6 milyar dolar civarında erimiştir. 
Finansal piyasaların performansını izleme araçlarından diğeri ise hisse senetlerinin günlük işlemlerinin yapıldığı borsadır. Türkiye’de İMKB (İstanbul Menkul Kıymetler Borsası) hisse senetlerinin alış-veriş işlemlerinin yürütüldüğü piyasadır. Tablo 25’te bu piyasada işlem gören hisse senetlerinin toplam borsa kıymeti kapitalizasyon değeri ile gösterilmektedir. Ayrıca borsada işlem gören şirketlere ait bir çok menkul kıymet ve değerli evrakın oransal olarak değişimini ölçmeye yarayan toplu endeks değerleri sunulmuştur.

Tablo: 24 

İMKB’ye İlişkin Göstergeler (Milyon Dolar); (%) 





Grafik-8: İMKB 100 Endeksi 


Tablo’dan da izleneceği üzere yıllık ortalama bazda 2001 yılında İMKB’de tüm endeks değerinde 2001 yılında %30 oranında azalış olmuş ve endeks değeri 
10138 seviyesine düşmüştür. Endeks kriz öncesi değerine ancak 2004 yılında ulaşabilmiştir. Buna ilave olarak krizin yaşandığı ay olan 2001 yılı Şubat ayında 
ortalama borsa endeksi 9291 değerine inmiştir. Öte yandan borsa kapitalizasyon değeri krizin yaşandığı 2001 ve devamındaki 2002 yıllarında düşüş göstermiştir. 
İlgili yıllara ilişkin borsa kapitalizasyon değerleri sırasıyla 476,8 ve 344 milyar dolar düzeyine düşmüştür. 

SONUÇ 

Türkiye’de halkın oylarıyla yönetime gelen siyasi iktidarların askeri devlet geleneğiyle bağdaşmayan icraatlarını takiben çeşitli şekillerde askeri müdahaleler meydana gelmiştir. Askeri müdahalelerin nedenleri ve sonuçları açısından değerlendirildiğinde siyasi, sosyal ve ekonomik unsurların öne çıktığı görülmektedir. 

 Bu bağlamda 28 Şubat darbesi irtica tehdidi ve laikliğin elden gitme tehlikesi bahanesiyle dönemin iktidarını değiştirmeye yönelik olarak asker, medya ve iş dünyasının ittifakıyla yapılmıştır. 
Bu dönemde hukuk devleti kuralları hiçe sayılmış ve demokrasiye sistem dışından müdahale edilerek siyasi iktidar baskı kullanılmak suretiyle değiştirilmiştir. Bu müdahalenin siyasi ve sosyal bazda etkileri yanında ekonomik bakımdan da etkileri söz konusu olmuştur. Bu çalışmada 28 Şubat darbesinin Türkiye üzerinde yapmış olduğu etkinin ekonomik boyutu ele alınmıştır. 

 Mikro ekonomik değişkenlere yönelik veri elde etme yada elde edilen verilere ilişkin güvenilirlik sorunu yanında bazı değişkenlerin kayıt altında bulunmamasından dolayı daha çok makro ekonomik değişkenler esas alınarak 28 Şubat sürecinin ekonomiye etkileri incelenmeye çalışılmıştır. 

Demokratik usullerin geçerli olduğu ekonomilerde şeffaf kuralların bulunması bir taraftan belirsizliği azaltırken, diğer taraftan yöneticilerin kaynakları gayri meşru araçları kullanarak bir başkasına devretmelerini ve politik aşırılığa gitmelerini engellemektedir. Demokrasi politik gücün barışçı ve öngörülebilir biçimde transferini ifade ederken, otokrasilerde politik güç şiddetle ve intizamsız biçimde transferlere konu olmaktadır. Bu türden yönetimlerde kamu harcamalarına ilişkin büyüklükler siyasal karar alma sürecinde baskı ve çıkar gruplarının rant kollama faaliyetleri yoluyla aktif görevler aldığı ve kamu harcamaları kompozisyonunu büyüme ve kalkınmanın finansmanı yerine hiç de rasyonel olmayan kişisel ya da grupsal çıkarlar doğrultusunda belirlenmektedir. Nitekim 
Türkiye’de 1997 yılından itibaren kamu harcamalarının kullanımında ekonomik kriterlerin göz ardı edilmesi yanında harcamaların finansmanında da ekonomik rasyonaliteden uzaklaşılmasının meydana getirdiği sorunlar borçlanmayı besleyen ve daha maliyetli konuma getiren sebeplere dönüşmüştür. Bu dönemde kamu ve bankalar asli görevlerinden uzaklaşmışlardır. Popülist politikaların finansmanı amacıyla kamu bankalarının kullanılması bu bankaların görev zararları yazmalarına neden olmuştur. 

2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının ülkeye maliyeti 21,9 milyar dolar seviyesindedir. Öte yandan yüzde 100 mevduat garantisi altında özel sektör bankaları zayıf denetim altında toplamış oldukları fonları geri dönüşü olmayan ekonomik birimlere transfer etmeleri, öz kaynakları yetersiz ve küçük ölçekli özel bankaların risklere karşı kırılganlığını artırmıştır. Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin yönetimlerine TMSF tarafından el konulmuştur. TMSF’nin yönetimlerini devraldığı 25 banka için 31,4 milyar dolarlık kaynak ihtiyacı doğmuştur. Sonuç olarak özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyetinin 53,3 milyar ABD doları olduğunu ifade edebiliriz. Türkiye’de yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak artan faiz oranları bir taraftan özel sektör yatırımlarını dolayısıyla da büyüme sürecini olumsuz etkilerken, diğer taraftan da bankacılık kesiminin asli görevinden uzaklaşmasına ve daha çok Hazinenin fon ihtiyacına cevap verecek yapıya bürünmelerine neden olmuştur. Bankacılık sektörü kredilerinin toplam aktiflere oranı 1990’de %47, 1994’te %39 ve 2001’de %24,6 olarak gerçekleşmiştir. Bunun yanında yüksek faiz oranları reel kesimin finansman maliyetlerini artırmış ve yatırımlarda gerileme meydana gelmiştir. 28 
şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır. 

Kamusal denge sorununa bağlı olarak artan faiz oranları, ilgili dönemde buradan beslenen kesimi ziyadesiyle tatmin ederken, halkın refah düzeyi üzerinde olumsuz etki yapmıştır. Devlet iç borçlanma senetlerinin bankaların toplam aktiflerindeki payı 1990 yılında %10 iken, bu oran 1999’da %23 seviyesinde gerçekleşmiştir. Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi milli hasılaya 
oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir. 

Bunun yanında ilgili dönemde hükümetlerin yapısal sorunlara kayıtsız kalması ve popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz oranlarını teşvik etmeleri kısa vadeli sermaye akımlarını teşvik etmiş ve kur-faiz arasındaki makasın açılmasına neden olmuştur. Böylesi durumlarda ekonomi kısa vadeli sermaye akımlarına karşı bağımlılık katsayısı yükselmekte ve meydana gelen cari açığın 
sürdürülemez boyuta ulaştığının hissedilmesinin akabinde sermaye çıkışlarının yaşanması, iktisadi büyümeyi olumsuz etkilemekte ve büyüme performansını istikrarsız kılmaktadır. Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ani sermaye çıkışlarının ardından ekonomide %6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde %9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi milli hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir. 

 Yabancı sermayenin bir ülkede yatırım yapması için siyasi, ekonomik istikrar ve kârlılık oranları önemli faktörler arasında bulunmaktadır. Bu anlamda sık sık darbelerin yapıldığı, konuşulduğu ya da tehlikesinin bulunduğu ekonomilerde yabancı sermaye girişleri sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bunun yanında fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve 
karlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994-2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3 ve Meksika’da %3,2 düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran %0,4 seviyesindedir. Milli gelirin %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar $ daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını söyleyebiliriz. Türkiye’de bir taraftan yatırım ve üretimde bulunması için yurt dışından yabancı sermayenin gelmesini istenirken, diğer taraftan da kendi bünyesinde bulunan yerli sermayenin bir kısmına yeşil sermaye adı verilerek, sahiplerinin yatırımlarını engelleme veya ürettikleri malların bazı kurumlarda 
satışına izin verilmeme gibi bir uygulama 28 Şubat darbesi sonrasında yaşamıştır. 

Öte yandan ulusal parada değer kaybının beklenen etkileri vermesinde ihracat ve ithalatın talep esneklikleri önemlidir. İthalatın ve ihracatın talep esnekliğinin yüksek olması devalüasyondan beklenen sonucun alınmasına yardımcı olmaktadır. Tersi durumda ise ihracat ve ithalat rakamları arzulanan büyüklükte gerçekleşebilmektedir. Bu açıdan Türkiye’de 2001 yılında meydana gelen devalüasyon sonrasında ihracat, ithalat ve dış borçlar bağlamında aynı miktarda yabancı para karşılının daha fazla mal ve hizmet satışı ile gerçekleşmesi nedeniyle kazançtan ziyade maliyet unsuru olmuştur. Ulusal paradaki 
değer kaybının öncesi ve sonrası kıyaslandığında ihracat, ithalat ve dış borç servisi bağlamında kriz yaklaşık 13,8 milyar dolarlık ek maliyet getirmiştir. 

Bunun yanında IMF ile yapılan görüşmeler sonrasında varılan mutabakatlar doğrultusunda 2008 yılına kadar destek kredisinin alınmaya devam edildiği görülmektedir. Buna göre 2000-2008 yılları aralığında IMF’den yaklaşık 48,7 milyar dolar destek kredisi alınmış, alınan bu kredinin maliyeti 6 milyar $ seviyesinde gerçekleşmiş ve ABD doları bazında %12,3 gibi oldukça yüksek faiz oranından borç alınmıştır. 

Türkiye’deki askeri müdahalelerin önemli nedenlerinden birisi askeri kesimin gelir düzeyinin, dolayısıyla da hayat standartlarının gerilemesidir. 1960 askerî darbesi sonrasında kurulan OYAK’ın 28 Şubat sonrasında siyasal etkinliğini kullanarak finans sektöründe, özellikle de bankacılık alanında önemli gelişmeler kaydetmiştir. Aynı zamanda OYAK bu etkin gücü sayesinde Sümerbank’ı TMSF 
den çok uygun bedel karşılığında satın almış ve bu dönemde karlılığını önemli düzeyde artıran nadir kuruluşlardan birisi olmuştur. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen OYAK 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra üçüncü sıraya yerleşmiştir. 

Son olarak 28 Şubat süreci ülkede beşeri sermaye üzerinde de etkili olmuştur. 28 Şubat kararları sonrasında TSK bünyesinden siyasi görüşü ya da dini tercihlerinden dolayı 1600’den fazla subayın görevine son verilmiş, bu kişilerin başka kamu kurumlarında çalışmaları yasaklanmış, hatta çeşitli şekillerde baskı usulleriyle özel sektörde dahi çalışmaları engellenmek istenmiştir. Öte yandan irtica tehdidi bahanesiyle binlerce başörtülü öğrenci mağdur edilmiş, kamu kurumlarında başörtülü çalışanlar ise ya başını açmak ya da çalıştığı kurumdan ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Laiklik bahanesi altında kendisine meslek edinmek ya da mesleğini icra etmek isteyen bu bireylerin başta eğitim ve sağlık olmak üzere birçok alanda istihdam olmalarının engellenmesi, bir taraftan ekonomik gelişme sürecine negatif etki yaparken, diğer taraftan da toplumsal barışı zedelemiştir. 

Bu bağlamda bir ülkede demokratik işlevlerin geçerliliğini yitirdiği darbe süreçleri siyasi sonuçları yanında ekonomik sonuçları bakımından da önemli tahribatlar meydana getirmektedir. Toplumsal reflekslerin tam olarak gelişmediği Türkiye gibi ülkelerde kamu kaynakları rasyonaliteden uzaklaşılarak darbeyi destekleyen çıkar gruplarının istekleri doğrultusunda kullanılmaktadır. Aynı zamanda kendileri gibi düşünmeyen diğer grupların ekonomik aktiviteleri de çeşitli yöntemler kullanılarak engellenmektedir. Bunun yanında kurumların işleyişinde piyasa kurallarının dışına çıkılması, işletmelerin muadil ekonomilere göre küçük, yoğunlaşmanın az, risk yönetimi kültürünün tam olarak yerleşmediği yapıya bürünmelerine neden olabilmektedir. Böylesi bir durumda ulusal ekonominin 
uluslararası platformda rekabetçi kimliğe kavuşması mümkün olmadığı gibi dışarıdan gelecek şoklara karşı kırılganlık katsayısı da artış göstermektedir. 

Öte yandan küreselleşme sürecine bağlı olarak ülkelerin birbirlerine karşı bağımlılıklarının giderek arttığı içinde bulunduğumuz dönemde uluslararası sermaye akımlarının bir ülkede makro ekonomik performans üzerindeki etkinliği daha da belirginleşmektedir. Sermaye yetersizliğinin bulunduğu Türkiye gibi ülkelerde demokrasinin kesintiye uğradığı darbe dönemlerinde uluslararası 
sermayenin ülkeye girişleri de önemli oranda düşmektedir. Özetlemek gerekirse, demokratik işleyişe dışarıdan yapılan her türlü müdahale ulusal ve uluslararası bağlamda iktisadi faaliyetlerin ülke lehine gelişmesine engel olmakta ve bedeli ağır tahribatlar meydana getirmektedir. 

Finansal sistemin küresel boyut kazandığı günümüzde ortaya çıkan yeni fırsatlar beraberinde bazı riskleri de taşımaktadır. Araştırmalar sermaye akışkanlığının yükselmesi ile birlikte artan risklerden dolayı meydana gelen krizlerin ülkelerde daha yüksek maliyetlere sebep olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan finansal sektörde risklerin önlenmesi yada risklerin yönetilmesi bağlamında güçlü finansal yapıların önemi daha da belirgin hale gelmektedir. Bu doğrultuda özellikle finansal sektörde banka lisansı verilmesine ilişkin değerlendirmeler her türlü siyasi etkiden uzak olmalı ve yürürlükteki düzen gibi bağımsız kurullarca yerine getirilmeli ve objektif şartlara bağlanmalıdır. Aynı şekilde mevcut ve yeni banka hakim ortaklarının ve yöneticilerinin evrensel standartlarda etik değerlere ve olumlu toplumsal imaja, sektörün gerektirdiği ölçüde sürekli ve sürdürülebilir sermaye birikimine sahip olan, kanun, mevzuat, kural ve prensiplere titizlikle uyan kişilerden oluşmasına özen gösterilmeli ve özel önem verilmelidir. 

Diğer taraftan, gerek T.C. Ziraat Bankası, T. Halk Bankası ve T. Vakıflar Bankası T.A.O. ‘dan gerekse de Fon’a devredilen bankalara ilişkin olarak ilgili kurum ve kuruluşlardan Komisyonumuzca 1991-2001 dönemine ait, bankalarca kullandırılan ve tahsil edilemeyen en büyük 100 kredi ve kullandırıldıkları kişilere ilişkin bilgi ve belgeler talep edilmişse de, söz konusu bilgiler 5411 sayılı 
Kanunun 73. ve 159. maddeleri gereğince banka ve müşteri sırrı olduğu gerekçesiyle gönderilmemiştir. Bu itibarla gerek Meclis İçtüzüğünde gerekse de 5411 sayılı Kanunda değişiklikler yapılarak, söz konusu sır niteliğindeki bilgilerin Meclis Araştırma Komisyonlarınca istenebileceğine yönelik düzenlenmenin yapılması gerekmektedir.. 

 Sonuç olarak, siyasi ve ekonomik yapının doğal dinamiklere bağlı olarak değişimine mani olan dış müdahaleleri ortadan kaldıracak toplumsal refleksin oluşturulmasına yönelik çalışmaların işlerlik kazanması gerekmektedir. Bunun yanında demokrasiye müdahaleyi engelleyecek yasal düzenlemelerin de hayata geçirilmesi, önümüzdeki süreçte kaynakların daha etkin kullanıldığı 
rekabetçi üretim yapan ekonomik yapının oluşumuna önemli düzeyde katkı sağlayacaktır. 



***

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 8



DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 8


2.8.Beşeri Kaynakların Üretkenliğini ve Gelişmesini Engellemesi 

28 Şubat süreci özellikle askeri kesimde siyasi görüşü ya da dini inancından dolayı işten atılan subayların sayısında belirgin artışın yaşandığı dönemdir. Askeri personelin işten atılması bir yana bu kişilerin başka kamu kuruluşlarında çalışmaları yasaklanmış, hatta bazı özel sektörde istihdam edilen bu personelin çalıştırılmaması noktasında işyeri sahiplerine çeşitli şekillerde telkinlerde 
bulunulmuştur. Bu süreçte TSK’dan YAŞ kararları ile çok sayıda asker personelin ilişiği kesilmiştir. Bu askerlerden büyük bir çoğunluğu irticai faaliyetlerde bulundukları iddiasıyla, diğer kısmı ise uyuşturucu ve diğer nedenlerden dolayı TSK bünyesinden çıkarılmışlardır. 

Öte yandan 28 Şubat müdahalesinin bir başka mağdur kesimi başörtülü öğrencilerin eğitim kurumlarından uzaklaştırılmasıdır. Eğitimde fırsat eşitliğini, din ve vicdan özgürlüğünü tanımayan ve kadına karşı ayrımcılığın bir başka boyutunu oluşturan bu yasak otuz bin civarında genç kız veya kadının okuldan ve işinden ayrılması ya da atılmasına sebep olmuştur. Anlamsız bir şekilde laiklik yaftası altında yükseköğretimden mahrum bırakılan bu kızların başta eğitim olmak üzere sağlık sektörü ve diğer hizmetler sektöründe yetişmiş eleman boşluğunu giderebilme potansiyeli heba edilmiştir414. 

2.9. Sermaye Şirketi Olarak OYAK’ın Ekonomik Gücünde Artış 

Türkiye’deki askeri müdahalelerin önemli nedenlerinden birisi askeri kanadın gelir düzeyinin, dolayısıyla da hayat standartlarının azalması olarak söylenebilir. 1960 askerî darbesinin arkasında Demokrat Parti’nin kırsal kesiminin kalkınmasına yönelik politikalarından hoşnutsuz askerî ve sivil bürokrasi, sanayi burjuvazisi, aydın kesimlerden müteşekkil kent merkezli bir koalisyonun olduğu 
bilinmektedir. 

27 Mayıs 1960 askeri darbesinden kısa süre sonra, günün askerî-sivil hükümetince önerilen ve Kurucu Meclis tarafından çıkarılan "Özel Kanun" ile OYAK adı altında bir oluşum meydana getirilmiştir. 
Asıl amaç TSK üyeleri için yardımlaşma hizmetlerinin tesis edilmesi yanında üye birikimlerini artırma amacına yönelik olarak iştirak yatırımları da yapmaktır. Faaliyetleri açısından bakıldığında OYAK aynı anda hem zorunlu bir tasarruf kurumu, hem bir ek sosyal güvenlik ve hizmet kurumu hem de bir holding kuruluşu konumundadır. OYAK her şeyden önce bir zorunlu tasarruf kuruluşudur. 

OYAK, üyeleri için Emekli Sandığı’nın yanı sıra bir ek sosyal güvenlik kurumudur. Bu açıdan OYAK’ın yasayla öngörülen hizmetleri sosyal yardımlar ve sosyal hizmetler olarak ikiye ayrılmaktadır. Sosyal yardımlar, üyelerin ödediği aidatlar karşılığında yapılan emeklilik, ölüm ve maluliyet yardımlarından oluşmaktadır. Bunlar arasında en önemli kalem emeklilik yardımları olup, en az 10 yıllık süresini doldurmuş üyelere sunulmaktadır. OYAK’ın sosyal hizmetler (ya da sosyal amaçlı yatırımlar) adı altında yürüttüğü faaliyetler ise, kuruma belli oranda gelir sağlamakla birlikte, daha çok, üyelere piyasaya göre ucuz ve uzun vadeli borç ve kredi verilmesi esasına dayanmaktadır. 

OYAK gelirlerini dört kaynaktan elde etmektedir. 1. Üyelerden topladığı kesintiler. Silâhlı Kuvvetlerin muvazzaf subayları OYAK'ın doğal üyesidir. Savunma Bakanlığı'nın sivil memurları ve OYAK'ın yüzde 50'den fazla hissesinin olduğu ticari kuruluşlardaki sivil memurlar da gönüllü üye olabilir; her ikisinin de aylık maaşlarının yüzde 10'u aidat olarak kesilir. Ayrıca yedek subayların 
maaşlarının yüzde 5'i kesilir; ama bunların karşılıklı yardımlaşma fonlarından yararlanamazlar. 2. Yatırımlarından sağlanan gelir. Elde edilen gelirler tekrar yatırıma yönlendirilir. OYAK üyeleri hissedar değil aidat ödeyicisidir, bu yüzden onlara kâr payı dağıtılmamaktadır. 3. Bağışlar. 4. Krediler ve kamu borçları415. 

OYAK kendi özel yasasına tâbi olmakla beraber farklı noktalarda hem özel hukukun hem de kamu hukukunun alanına girmektedir. 205 sayılı yasanın birinci maddesine göre OYAK Millî Savunma Bakanlığı'na bağlı ve özel hukuk hükümlerine tâbi olup, malî ve idari bakımdan özerk bir tüzel kişiliktir. Aynı kanunun 37. maddesinde ise Kurumun her çeşit malları ile gelir ve alacakları nın, Devlet malları hak ve rüçhanlığına sahip olduğu ve bunlara karşı suç işleyenlerin, Devlet mallarına suç işleyenler gibi muameleye tâbi tutulacakları belirtilmektedir. Buradan OYAK'ın bir yandan üçüncü kişilerle ilişkileri bağlamında özel hukuk kurallarına tâbi olduğunu ve bunun da özellikle gelir amaçlı faaliyetlerini daha rahat yürütebilmesi için öngörüldüğünü, diğer yandan da kurumun çeşitli kamusal hak, yetki ve imtiyazlarla donatıldığından kamu hukuku tüzel kişisi statüsü kazandığını söyleyebiliriz. Daha açık bir ifade ile OYAK’ın her iki hukuk alanının nimetlerinden yararlanacak bir hukuki yapıya 
kavuştuğunu ifade edebiliriz416. "Özel Yasa" hükümleri çerçevesinde dünyada başka örneği bulunmayacak şekilde kurumlar vergisi, diğer her türlü gelir vergisi, üyelerinden katılım ücreti ve düzenli aidat alan tüm kuruluşların ödediği özel gelir vergisi, bütün satış ve tüketim vergileri, tüm yasal işlemlerden alınan damga vergisi gibi devlet alacaklarından muaf tutulmuştur417. 

Askerlerin geçmiş yıllarda oldukça kötüleşmiş olan maddi koşullarını iyileştirme ve kendilerini o koşullara düşüren sivil iktidarlar karşısında iktisadî özerkliklerini garantileme temeline dayalı olarak kurulan OYAK’a sermaye kesimi de orduyu belli sınırlar dâhilinde kendi egemenlik alanlarının, yani ekonominin içinde görmekten dolayı herhangi bir rahatsızlık duymamış hatta bazı konularda ordunun desteğini almaktan dolayı kısa vadede bu oluşumdan memnun kalmıştır. Çünkü Türkiye ekonomisi olgunlaşmadığı ve pazarları boş olduğu sürece söz konusu sermaye kesimi üretim ve satım konularında herhangi bir sorun yaşamayacaktır. Dönemin büyük sermayesinin kafasında OYAK 
içinde toplanacak büyük fonları kendi yatırımlarında finansman kaynağı olarak kullanma düşüncesi de yer almaktadır. Ancak dönemin güç dengeleri içinde askerlerin ağırlığı daha belirgin ve OYAK sermayenin değil ordunun öngörüleri doğrultusunda kontrol iplerini kendi tutacak şekilde dev bir holdingleşme yolunda ilerlemiştir. 

OYAK'ın ilerlemesinin arkasında hukuki-kurumsal yapısından kaynaklanan unsurlar yanında genel olarak Türkiye'de sermaye birikim süreci ve sınıfsal yapının özelliklerinin etkisi de söz konusudur. Türkiye kapitalizminin yapısal bir özelliği az sayıda büyük sermaye grubunun eksik rekabetçi yapıdaki piyasaları kontrol etmesidir. Genel olarak izlenen gelişme stratejileri ve uygulanan 
iktisat politikaları büyük sermaye gruplarının kontrolü altındaki sektörlerin desteklenmesine yöneliktir. Görece azgelişmiş bir kapitalist ekonominin temel yapısal eksiklerinden biri olan sermaye yetersizliği de göz önüne alındığında, kuruluşundan itibaren büyük fonları bünyesinde toplayan OYAK, büyük sermayenin girebileceği sektörlere yatırım yapmış ve devletin sermaye grubu yaratma politikalarından (krediler, teşvikler, muafiyetler vs.) en az diğer büyük sermaye grupları kadar yararlanmıştır. OYAK'ın çeşitli sektörlerdeki piyasa paylarına bakıldığında bu oligopolistik yapının bir parçası olduğu daha net olarak görünmektedir. Otomotiv sanayini ele alacak olursak OYAK 1960-80 arasında binek otomobil piyasasını Koç grubu ile beraber kontrolü altında tutmuştur. Ardından 1980 sonrası duruma baktığımızda da Oyak-Renault'un sektör payının 1992-2001 arasında ortalama yüzde 20, 2001 yılında da yüzde 27,7 olduğu görülmektedir. MAİS'in 2000 yılı sektör payı ise yüzde 23'tür. Lastik üretiminde 1960-80 arasında Goodyear, Uniroyal ve Pirelli piyasanın tüm talebini karşılayan firmalardır. Goodyear 1971'de toplam lastik üretiminin yüzde 28,8'ini üretirken, 1982'deki piyasa payı yüzde 21'dir. Çimento sektörünü ele aldığımızda 1976 itibariyle Türkiye'de üretilen çimentonun yüzde 23'ü OYAK fabrikaları tarafından üretilmektedir. Türkiye'de Oyak hisseli fabrikaların 1985-1998 arasındaki toplam çimento satışı içindeki payı ortalama yüzde 13,4 olup, yıllar içinde sürekli artış göstermiş ve 1998'de yüzde 18,8 seviyesine ulaşmıştır. Bunun yanında tarımsal 
alanda faaliyet gösteren Hektaş'ın sektördeki payı ise yüzde 18-20 arasında değişmektedir418. 

OYAK'ın büyümesinde etkili olan diğer bir unsur ise genel gelişme stratejilerinin gerektirdiği iktisat politikalarının siyasal iktidarların belli sermaye gruplarına iltimas geçmesi olgusudur. Büyük ve güçlü sermaye gruplarının belli siyasal iktidarlara yakın durarak ek ayrıcalıklar kazanmasının ülkemizde karşılaşılan olgulardan birisi olduğunu kabul ettiğimizde, özellikle askeri darbe 
süreçlerinde ordunun sahip olduğu gücün bu yönde bir etkisi olacağını ifade etmek yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Batık şirketlerin kamu iktisadî teşekküllerine devredilmesi veya bu teşekküllerle ortaklığa gidilmesi, kamu ihalelerinin alınması bu duruma örnek olarak gösterilebilir. 


OYAK, 1980'lerin başında krize giren otomotiv sektöründeki iki şirketini (Türkiye Otomotiv Endüstrileri A.Ş. [TOE] ve Motorlu Araçlar Ticaret A.Ş. [MAT]) 1984'te Ziraat Bankası'na devretmiş, inşaat sektöründeki Oyak-Kutlutaş'a bağlı dört şirkete Emlak Kredi Bankası 1985 yılında ortak olmuştur (Sönmez, 1987: 252). Benzer şekilde inşaat sektöründe, Oyak İnşaat'a 1995 yılında yüzde 25 
hisse ile ortak olan SSK, OYAK'a 2 milyon 544 bin dolar ödemiş ve SSK'nın bütün inşaat işlerinin Oyak İnşaat bünyesinde ve yüzde 1 tenzilatla yapılması konusunda mutabakat sağlanmıştır. Ancak daha sonra bu anlaşma dâhilindeki kazançların ötesinde OYAK'ın SSK ihalelerinden ek kazançlar sağladığı dile getirilmiştir. Şöyle ki 1999'da o zamanın fiyatlarıyla 17 trilyon tutan 9 SSK inşaatının yüzde 1 ve 6,5 tenzilatlara Oyak İnşaat’a verilmesinin akabinde Oyak İnşaat'ın bu işleri yüzde 23,24 tenzilat ile taşeronlara devrettiği, böylece aradaki 2 trilyon 443 milyar liranın SSK'dan çekilip Oyak İnşaat'a aktarılmış olduğu ifade edilmiştir. İhaleye başka şirketlerin girebilmesi durumunda maliyetin yüzde 30 oranında azalabileceği söylenmiştir 419. 

Finans sektöründe, özellikle bankacılık alanındaki gelişimine bakıldığında da OYAK'ın siyasal gücünün kendisine avantajlar sağladığına dair önemli göstergeler söz konusudur. 2001 krizinin ardından sermayesi yetersiz hale gelmiş bankalara kaynak aktararak bu bankaları kurtarma operasyonu gündeme geldiğinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda ancak sektör içi aktif 
büyüklükteki payı %1'in üzerindeki bankaların bu kapsama alınacağı kararı çıkar. Esasında kurtarma limiti %1 değil de 1,5 olarak saptansaydı biri Türkiye'nin en büyük medya kuruluşunun, öbürü en büyük sınaî askerî grubunun olan iki banka dışarıda kalacaktır. Bunun yanında tasarıda kriter olarak yalnızca piyasa payının bulunmasının yetersiz kaldığı çeşitli kesimlerce de ifade edilmiştir. Özel sermayeli ticari bankalar grubunda batık kredi oranı Mart 2001 de % 3,9 iken Oyak Bank'ta 12,7 olması, ortalama aktif kârlılığında da Oyak Bank'ın %-5,3 ile 1,2 olan ortalamanın altında kalması, diğer kriterler açısından kötü durumda olan Oyak Bank'ın keyfî bir kriter belirlemesi sonrasında kurtarma çizgisinin üzerinde kaldığını göstermektedir. Bu sıkıntının atlatılmasından sonra Oyak Bank TMSF'den Sümerbank'ı alarak sektörde en büyükler arasına girmiştir. Sümerbank'ın alım sürecinde de ifade edilmesi gereken ilginç durumlar bulunmaktadır. OYAK Yönetim Kurulu başkanı Selçuk Saka Sümerbank'ı "satın alma bedeli olarak bütün tahminlerin aksine sadece 50 milyar TL gibi sembolik bir para ödemiş olduğumuzu bu vesile ile bildirmek isterim" demekte ve "değerini bu açık metinde rakam olarak belirtmeyi uygun görmediğim menkûl ve gayrimenkûlleri olan Sümerbank'ın 4,5 aylık faaliyet sonunda bırakacağı kâr diğer 25 iştirakin toplam kârına eşit, hattâ üzerinde bir rakam" olacaktır diye devam etmektedir. Gerçekten de bakıldığında Oyak Bank'ın 2000 yılı zararı 8,6 trilyon TL olmuş ve Sümerbank'a 27 trilyon sermaye koyacağını açıklamış, Sümerbank-Oyakbank birleşmesinden sonra ise bankanın 2001 yılı kârı 167 trilyon olarak açıklanmıştır. Yani tüm masraflarının kat be kat üzerinde kâr elde edilecek olan Sümerbank kelepir bir fiyata OYAK'a devir edilmiştir 420. 


OYAK'ın karlığında büyük sıçrama gösterdiği dönem dışa açık ekonomik büyüme stratejisinin benimsendiği 1980 sonrası dönemidir. 1961-1980 döneminde 
OYAK'ın ortalama kârlılığı 16 birim iken, 1981-2001'de 100 birime sıçramıştır. 1990-2001 için ise bu sayı 165 değerine ulaşmıştır 421. 


Tablo:18 






Grafik-6: OYAK Karlılık Göstergesi Gelişimi 

Yukarıdaki tabloda OYAK Holding’e ilişkin 2000 yılı sonrası kârlılık durumu gösterilmiştir. Tablodan da görüleceği üzere 2001 yılına kıyaslandığında 2002 yılında 
azalma söz konusudur. 28 Şubat darbesi sonrasında Türkiye'deki firmaların karlılık oranlarına bakıldığında ise en karlı çıkan kuruluşlardan birinin OYAK olduğu 
görülmektedir. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen OYAK, 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra üçüncü sıraya 
yükselmiştir. 
2001 sonuna gelindiğinde ise Sabancı Holding'in net kârının 120 trilyon lira olduğu dönemde OYAK'ın net kârının 594 trilyon TL değerine ulaşması dikkate 
değerdir. 

 2.10. 2001 Krizinin Alt Yapısını Oluşturması 

2000 yılı başından itibaren uygulamaya konulan istikrar programında ekonomik hedefler doğrultusunda uygulanacak döviz kuru politikası tespit edilmiştir. 
Bu bağlamda geleceğe dönük beklentilerin ve enflasyonist baskıların azaltılması hedefi doğrultusunda döviz kuru “çapa” olarak benimsenmiştir422. Ancak, 
kur artışlarının öngörülebilir olmasının ardından bankalar, döviz borçlanarak TL cinsinden ihraç edilen Devlet İç Borçlanma Senetlerini (DİBS) satın almaya 
başlamışlardır. Bu durum bankacılık sektörünün artan oranda döviz pozisyonunda açık vermelerine, dolayısıyla büyük oranda kur riski taşımaya başlamasına 
sebep olmuştur. Başlangıçta programa duyulan güven ve kamu borçlanma senetlerine karşı artan talep faiz oranlarını hızla aşağı çekmiştir. 
Bu doğrultuda iç borçlanma faizlerinde kur çapasına uyum gösteren bir düşüş yaşanırken, enflasyondaki düşüşün aynı ölçüde hızlı olmaması sonucunda 
reel kur değerlenme eğilimine girmiş, ithalat artma eğilimine girmiş ve cari işlemler dengesi olumsuz yönde işaretler vermeye başlamıştır. 

Cari işlemler dengesindeki gelişmeler bilinmesine rağmen, portföylerinde yüklü miktarlarda TL cinsi DİBS bulunan bankalar bilanço zararı oluşmasının 
önüne geçmek amacıyla mevcut faiz seviyelerini korumaya çalışmışlardır. Ancak, özelleştirme gelirlerinde hedeflere ulaşılamaması, yapısal önlemlerin 
alınmasının gecikmesi nedeniyle programın azalan kredibilitesinin sonucu olarak iç borçlanma faizleri yükselmeye başlamıştır423. Aylık ortalamalar itibariyle, 
gecelik basit faiz Ekim 2000’de yaklaşık yüzde 39’dan, Kasım ayında yüzde 95’e ve Aralık ayında yüzde 183’e çıkmıştır. İkinci el bono ve 
tahvil piyasalarında aylık ortalama bileşik faizler Ekim ayında yüzde 38 iken, bu oran Kasım’da yüzde 45’e ve Aralık’ta ise yüzde 78’e yükselmiştir424. 

Bu kısa dönemde bankaların portföylerindeki Hazine kağıtlarının piyasa değeri düşerken, şirket sektöründe kısa vadeli kredi faiz yükleri artmıştır. 

Bu durumdan bilançolarında yüklü miktarlarda DİBS taşıyan bankaların bilanço yapıları olumsuz yönde etkilenmiş ve DİBS teminatları yetersiz kaldığı 
için likidite sıkışıklıkları da yaşanmaya başlamıştır425. Likidite sıkıntısının yaşandığı süreçte Merkez Bankası net iç varlık tavanı hedefi nedeniyle faizlerin 
yükselmesine karşı herhangi uygulamaya başvurması sonrasında faizler giderek artmıştır. Faiz oranlarının aşırı yükselmesi kamu kâğıtlarından çıkışlarda ve 
dövize olan taleplerde artış meydana getirmiştir. Bu süreçte Merkez Bankası’nın bankalara vermiş olduğu kredilerin de döviz talebine dönüşmesi Merkez 
Bankası’nın döviz rezervlerini azaltmıştır 426. 

2000 yılı sonuna doğru IMF’den sağlanan ek destekle döviz rezervleri artırılmış ve mali piyasalar kısmen sakinlemiş olmasına rağmen piyasa aktörlerinin 
beklediği yapısal değişimlerin gerçekleştirilmediği ve siyasi belirsizliğin giderek yükseldiği ortamda piyasanın tedirginliği tam olarak giderilememiştir. 
Nihayetinde Milli Güvenlik Kurulu Toplantısında Cumhurbaşkanı ile başbakan arasında yaşanan tartışma sonrası başbakan tarafından yapılan açıklamaların 
akabinde ikinci spekülatif hareket başlamıştır. 

21 Şubat’ta bankalar arası para piyasasında gecelik faiz %6200’e kadar çıkmış ve ortalama %4018,6’ya ulaşmıştır. 16 Şubatta 27,94 milyar dolar olan Merkez 
Bankası döviz rezervi 23 Şubat’ta 22,58 milyar dolara inmiş ve rezerv kaybı 5,36 milyar dolar olmuştur. Kasım ayında yaşanan krizinde dövize saldırı yabancılarla 
sınırlı kalırken, Şubat krizinde yerlilerin de, özellikle bankaların dövize hücum yaptıkları görülmüştür 427. 

Kriz ile birlikte öngörülebilir kur rejimi seçeneği geçerliliğini yitirmiştir. Sermaye hareketlerinin kontrol edilmediği koşulda, hem döviz kurunu hem de faizleri bir 
araç olarak kullanmak mümkün değildir. Serbest dalgalı kur rejimine ani ve zorunlu geçişin ardından ulusal paranın dış değerinde yüksek oranlı düşme meydana 
gelmiştir. Devalüasyon sonrasında daha önce faiz şoklarıyla bilançoları hasar görmüş banka ve şirket sektörünü, özellikle açık döviz pozisyonları ile bu krize 
yakalanan ekonomik birimleri beklenmedik ölçülerde kötüleştirmiş, öz kaynaklar erimiş ve varlık değerleri azalmıştır 428. 

Türkiye’de 2001 yılında meydana gelen finansal krizin temel belirleyici unsurlarından olan kamusal dengesizliklere bağlı olarak reel ve finansal kesimin asli 
görevinden uzaklaşması yanında finansal sektörün sorunlarının derinleşmesindeki temel aktörün 28 Şubat darbesi olduğunu söyleyebiliriz. 28 Şubat darbesinin 
ardından bu süreci destekleyenlerin arzuları doğrultusunda bazı kamu bankaları özelleştirme adı altında 28 Şubatı onaylayan kişilere yada bunların destekledikleri 
kuruluşlara devredilmiştir. %100 mevduat garantisinin varlığında yüksek faiz ile mevduat toplayan bankalar çeşitli şekillerde bağlı bulundukları holdinglerin 
şirketlerini geri dönmeyecek kredilerle fonlamışlar ve bankaların içinin boşalmasına neden olmuşlardır. Öte yandan kamu harcamalarında rasyonel 
kriterlerin uygulanmaması nedeniyle giderek artan kamu dengesizlikleri 2001 krizini tetikleyen ana unsurlardandır. Bunun yanında 1999 yılı sonunda 
başlayan ve istikrarlı bir ekonomik yapıyı hedefleyen istikrar programının yürütücüsü konumundaki iktidarı temsil eden ve kendi aralarında dahi tam uyumlu 
çalışmayan kısa vadeli üçlü koalisyon hükümetinin kurulması da yine 28 Şubat sürecinin ürünü olduğunu söylemek yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. 

2.10.1. Krizin Bazı Makro Ekonomik Değişkenlere Etkisi 

2000 yılının ilk aylarında programa karşı güven oluşması sonrasında 9,6 milyar dolar yabancı sermaye girişi olmuştur. 2001 yılında Şubat ayında meydana gelen 
kriz ise 14,6 milyar dolar sermaye çıkışıyla sonuçlanmıştır. Sermaye çıkışlarının ilk etkisi döviz kurları üzerine olmuş ve 2000 yılı sonunda 0,675 TL olan dolar 
kuru 2001 yılı sonuna kadar %114 oranında yükselerek 1,446 seviyesine ulaşmıştır. Döviz kurunda meydana gelen yükselişler başlangıçta faiz oranları üzerinde 
etkisini hissettirmiştir. Döviz ve faizdeki artış enflasyon beklentisini artırmış dolayısıyla da beklentilerde kötüleşme meydana gelmiştir. 
Buna paralel olarak iç piyasada tüketim ve üretim düzeylerinde aşırı düşüşler meydana gelmiştir. 

Tablo: 19 

2000-2007 Bazı Makro Ekonomik Göstergeler 



Kaynak: Hazine Müsteşarlığı, TCMB ve Kalkınma Bakanlığının elektronik veri sunum sayfasından alınmıştır. 

Ekonomide talep daralması doğal olarak yatırım ve milli gelir seviyeleri üzerinde olumsuz etki meydana getirmiştir. 2000 yılında %6,3 oranında büyüyen 
ekonomi 2001 yılında %9,5 oranında küçülmüştür. Gayri safi milli hâsılada meydana gelen bu küçülme ekonomide yaklaşık 57 milyar dolarlık düşüş meydana 
getirmiştir. Milli hasıla seviyesinde dolar bazında bu küçülme kişi başına gelir seviyesine de sirayet etmiş ve 2000 yılında 2963 dolar düzeyinde iken 2001 
yılında bu değer 2134 dolar düzeyine inmiştir. Ekonomide meydana gelen bu küçülme istihdam seviyesini de olumsuz etkilemiştir. 2000 yılına göre baktığımızda 
2000 yılında %7 olan işsizlik oranı 2001 yılında %8,9 seviyesine ulaşmıştır. 

 Öte yandan döviz kurunda meydana gelen ani yükseliş ve piyasada belirsizliğin hakim olması hazinenin borçlanma maliyeti üzerine etkili olmuştur. 
Bu bağlamda 2000 yılında %38 şeklinde ve 410 gün vadeli gerçekleşen iç borçlanma değerlerinde olumsuz değişim meydana gelmiştir. 2001 yılı mart 
ayında devlet iç borçlanma senetleri ortalama faiz oranları %193 seviyesine tırmanmış ve vadesi de 98 güne düşmüştür. 2001 yılı sonuna gelindiğinde 
ortalama borçlanma faiz oranları %96,2 ve vadesi 148 seviyesinde gerçekleşmiştir. Devlet iç borçlanma senetlerinin vade sürelerindeki azalma ve faiz 
oranlarındaki yükselme kuşkusuz ki kamunun borçlanma maliyetini artırmıştır 429. 

 Bunun yanında devlet borçlanma kağıtları faiz oranlarındaki artışa ilişkin olarak reel faiz oranlarının yükselmesi özel sektörün finansman maliyetlerini de 
etkilemiş ve yatırımlarda önemli oranda düşüş olmuştur. Yatırımlardaki bu daralma Türkiye’de üretim ve verimlilik düzeylerinde kayda değer seviyede 
olumsuzluk meydana getirmiştir430. Hazine ihalelerinde 2000 yılı için reel faiz oranı negatif (-0,7) iken, 2001 yılında %16,4’e çıkmış, 2002 ve 2003 yıllarında 
ise sırasıyla %26,3 ve %22,5 düzeylerinde gerçekleşmiştir. Reel faizlerdeki artış özel sektörün finansman maliyetine yansımış ve yatırımlar önemli oranda 
düşmüştür. 2000 yılında özel sektör sabit sermaye yatırımlarında %10,5 oranında artış olmuş ve 32 milyar ABD dolarına ulaşmıştır. 

Bunun yanında kriz yılı olan 2001 yılında %43,1 oranında azalarak 18,2 milyar ABD dolarına düşmüştür. Yatırımlardaki bu azalma reel faiz oranlarının %20’den 
yüksek seyrettiği 2002 ve 2003 yıllarında da devam etmiştir. 2000 yılındaki yatırım düzeyi 2004 yılında ancak aşılabilmiştir. Yatırımların 2000 yılındaki 
miktarının 2001, 2002 ve 2003 sürdürülebildiğini kabul ettiğimizde özel sektörün toplamda 30 milyar ABD doları değerinde daha fazla yatırım 
yapabileceği kolaylıkla hesaplanabilecektir. 


Tablo: 20 




 Grafik-7: Enflasyon, Kur ve Faiz Oranındaki Değişmeler 

 Türkiye’de üretim ve yurt içi talep miktarının ithalata bağımlılık katsayısı yüksek düzeydedir. Bu nedenle döviz kurlarındaki hızlı artışın etkileri 2001 yılı 
içerisinde kendisini göstermiş ve 2000 yılında %39 olan tüketici mallarındaki fiyat artışı 2001 yılında %68,5 oranına çıkmıştır. 

Makro ekonomik istikrarsızlığın varlığında ve sermaye hareketlerinin serbest olduğu koşullarda ulusal paranın fonksiyonlarını yerine getirememesinden dolayı 
ekonomik ajanlar istikrarlı ve konvertibl olan başka ülke paralarına yönelmektedirler. Dolarizasyonun göstergelerinden birisi olan döviz tevdiat hesaplarının 
M2Y’ye oranı 2001 krizi sonrasında %55 seviyelerine çıkmıştır. Dolarizasyon, başta mevduat olmak üzere kaynak yapısını olumsuz etkilemiştir. Yurt içi 
makroekonomik istikrarsızlık, bankacılık sektörünün özellikle mevduata dayalı kaynak yapısını dolarizasyondan doğrudan etkilemiştir. 
Bu durum, hem yabancı para cinsi tasarruf sahiplerinin hem de yabancı para kredi müşterilerinin, bankacılık sistemi dışına, kaymalarına neden olmuştur 431. 

 2.10.2. 2001 Krizinin Kamu Mali Dengesine Etkisi 

2000 yılı başında uygulamaya konulmuş olan Ekonomik Programın önemli amaçlarından biri kamu kesimi borçlanma gereğinin azaltılması ve kamu 
finansmanının dengeli bir şekilde yürütülmesi olmuştur. Bu çerçevede, uygulanan sıkı maliye politikaları, elde edilen özelleştirme gelirleri ve dış 
piyasalardan uygun koşullarda sağlanan kaynaklar ile iç borçlanma ihtiyacının azaltılması ve kamu borç stokunun GSMH’ye oranının uluslararası kabul 
görmüş seviyelere indirilmesi hedeflenmiştir. 
Fakat 2001 yılı Şubat ayı sonlarına doğru patlayan kriz sonrasında meydana gelen yüksek faiz ortamı var olan kamu dengesizliği problemini körüklemiş, 
kamu kesimi kısa vadede mali sistem içerisinde iç borç stokunu çevirme sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. 

Tablo: 21 



Yukarıdaki tabloda 2000-2007 yılı kamu kesimi iç borçlanmasına ilişkin değerler ve bu değerler ile diğer ekonomik değişkenlere oranı sunulmuştur. 
Tablodan da görüleceği üzere Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizler sonrasında kamu kesimi borçlarında önemli oranda artışlar söz konusudur. Çünkü bu 
dönemde yukarıda da belirtildiği üzere finansal kesimde faaliyet yürüten 20 bankanın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna devri yapılmıştır. Devredilen 
bankaların mali yükümlülüklerinin Hazineye devri ile borç miktarı yükselmiştir. 2001 yılında iç borçlarda üç katından daha fazla artış yaşanmıştır. 
Toplam kamu kesimi borçlanma gereğinin gayri safi yurt içi hâsılaya oranı yaklaşık %50 oranında yükselmiş ve % 8,9’dan %12,1’e çıkmıştır. 

2000 yılı sonrasında kamu iç borçlanmasının önemli oranda tahvil ile gerçekleştirildiği dikkate değerdir. 2000-2004 yılları aralığında iç borçlanmaların 
yaklaşık yüzde 15’i bono, yüzde 85’i tahvil şeklindedir. 2005 yılından itibaren bonoların oranında önemli düşüş olmuş ve 2005-2007 dönemi için 
kamu iç borçlanmalarında bonoların payı ortalama % 4,5 seviyesine inmiştir. 2007 yılı için bonoların payı %2,4 düzeyine inmiş, tahvillerin payı ise 97,6 
seviyesine çıkmıştır. 2001 krizi sonrasında gelişen süreç itibariyle bonoların payında azalış, tahvillerin paylarında artış gözlenmesi uygulanan istikrar programı 
ve oluşan siyasi istikrar sonrasında iç borçlanmada vade baskısının giderek azaldığını ifade etmektedir. 

Borç yükündeki düşüşün sürdürülebilmesi mali disiplinin yanı sıra, etkin bir borçlanma politikasının izlenmesini gerektirmektedir. Borçlanma maliyetleri düşerken 
vadelerin uzamasını öngören söz konusu çerçevede, uzun vadeli değişken faizli senetlerle borçlanılmasının önemli etken olduğu söylenebilir432. 

2001 yılı sonrası istikrar programıyla birlikte uygulamaya konulan yapısal reformlar ve sağlanan mali disiplin faiz oranlarını bir nebze kontrol edilebilir düzeye 
indirmiştir. Buna ilave olarak faiz dışı fazla hedefinin tutturulması milli gelir, bütçe harcamaları ve vergi gelirleri içerisindeki faiz yükünün azalmasına katkı 
yapmıştır. Özellikle 2005 yılından sonraki iki yıllık süreçte faiz ödemelerindeki gerçekleşmelerin gelişmiş ekonomilere benzer görünüm arz etmesi, 
Türkiye’nin uzun zamandan beri özlediği tabloyu yakalaması bağlamında önemlidir. 

Türkiye’de mali baskınlığın azalması ve finansal sistemin hacim kazanması hiç kuşkusuz faiz oranlarının yönünü aşağı doğru çekecektir. Faiz oranlarının 
düşmesi bir taraftan enflasyonist beklentileri kırarken, diğer taraftan da kaynakların özel kesimin yatırımlarını daha uygun koşullarda gerçekleştirmesine 
yardımcı olmakta ve ekonomik büyümeye katkı sağlamaktadır. Bu bağlamda 2001 sonrasında kamu kesiminin borç yükü yıllar itibarıyla azalış 
göstermiş olmasına rağmen, uzun süre borç yükünün faiz oranları üzerindeki etkisi devam etmiştir. 2001-2007 döneminde iç borç servisinin %27,3’ü faiz 
ödemelerine tahsis edilmiştir. 

 Daha önce de ifade edildiği gibi faiz oranları ekonomik parametreler yanında belirsizlik, güvensizlik ya da gerginlik ortamı gibi faktörlerin etkisinde kalmaktadır. 
Bu bağlamda Şubat 2001 krizi sonrasında nominal faiz oranındaki yükselişe paralel olarak reel faiz oranlarında da artış meydana gelmiştir. Öyle ki 2001 krizi 
sırasında gecelik nominal faizler %7000 gibi değerlere ulaşmış ve Türkiye’nin kırılması güç bir rekora ulaşmasına neden olmuştur. Bizim gibi gelişmekte olan 
ülkelerde risk priminden dolayı % 4-5 değerine kadar olan reel faiz oranı kabul edilebilir seviyelerdir. Bunun üzerindeki reel faiz oranının ise ekonomik 
performans üzerinde olumsuz etki yapacağını söyleyebiliriz433. 

 Reel faiz oranlarının ortalama %5 oranında olduğunu varsaydığımızda 2001-2007 yılları arasında yüksek reel faiz ödemesinin Türkiye’ye maliyeti 90 milyar 
dolar değerindedir. Öte yandan iç borçların faiz ödemelerinin milli gelire oranının kabul edilebilir boyuta geldiği 2006 yılında iç borç faiz ödemelerinin milli 
gelire oranı aynı zamanda 1997 yılının değeri olan %6,7 oranına eşittir. İç borçların faizlerinin gayri safi milli hasılaya oranının sabit kaldığını 
varsaydığımızda 2001-2007 döneminde yüksek faiz ödemelerinin ekonomiye maliyeti 78,0 milyar dolardır. Her iki hesaplamadan ulaşılan sonuçlar bize çeşitli 
nedenlerden dolayı artan kamu açıklarının finansman sorunu ile yakından ilişkili olan faiz oranlarının yükselmesinin 75 milyar doların üzerinde devlete ek 
maliyet getirdiğini göstermektedir. 



***

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 7


 DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 7



Görüldüğü üzere 28 Şubat ve sonrasında yaşanan süreç ekonomiyi ve bankacılık sektörünü derinden etkilemiş ve ülkenin milyarlarca dolar zarara uğramasına neden olmuştur. 28 Şubat süreci her ne kadar siyasete müdahale şeklinde algılansa da Türkiye'nin siyasi istikrarında yaşanmış olan bu tahribat, siyasi düzenin bozulmasına ve suni bir iktidar yapısı oluşturulmasına neden olmuştur. Bu durum bankacılık sisteminde çok büyük bir krize neden olmuş ve devlet bütçesinin çok büyük zararlara uğratılmasına zemin hazırlamıştır. Sayın Hasan Celal GÜZEL’in 13.06.2012 tarihinde 12 Eylül Alt Komisyonu’na da ifade ettiği gibi “…ara rejim dönemleri, Türkiye’nin hep ekonomik bakımdan felaket dönemleri olmuştur…”. 

Bu süreçte banka hakim ortaklarının ve yönetim kurullarının etkileri de yadsınamaz bir gerçektir. Nitekim Sayın Ahmet ERTÜRK’ün Komisyonumuza bilgi verdiği 17.10.2012 tarihli ifadesinde de belirtildiği üzere 1994-2003 yılları arasında Fon’a devredilen bankaların çoğu battığı zamanki sahipleri tarafından 1990’lı yıllarda edinilmiş bankalardır. Bu bankalar, hakim ortakları ve 
edinildikleri tarihler şu şekildedir (www.raftemizligi.com) : 

-Konut Endüstri ve Tic. Bankası (Kentbank), 10.10.1991 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile kurulan Konut Endüstri ve Ticaret Bankası, 1994 yılında Kentbank A.Ş. unvanını almış olup, bankanın hakim ortağı Süzer Grubu ve dolayısıyla Mustafa Süzer’dir. 

-Toprakbank, 10.10.1991 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile kurulan banka, 1992 yılında faaliyetine başlamış olup, hakim ortağı Toprak Grubu ve dolayısıyla Halis Toprak’tır. 

-Bank Ekspres, İbrahim Betil öncülüğünde Doğuş Grubu, Ereğli Demir Çelik Mensupları Vakfı ile 100’ü aşkın küçük ortak tarafından 100 Bin TL sermaye ile kurulmuş, 10.10.1991’de alınan izne istinaden 1992 yılında faaliyetlerine başlamıştır. 1994-1997 yılları arasında Doğuş Grubu hakim ortak olmuş, Banka hisseleri 1997 yılında Korkmaz Yiğit Grubuna geçmiştir. 

-Egebank, İzmir’li esnaf ve ahalinin sermaye ihtiyacını karşılamak amacıyla 1928 yılında kurulan “Esnaf ve Ahali Bankası” 1959 yılında Egebank adını almış, bu banka 1990 yılında ise Bayraktar Grubu tarafından satın alınmıştır. Egebank 1994 krizinden hemen sonra ise 20 Haziran 1994 tarihinde yakın izlemeye alınmış ve 1998 yılında Demirel Grubuna satılmıştır. 

-İnterbank, 1990 yılında İnterbank A.Ş. adını alan banka, 1994 krizinde çok büyük bir kambiyo zararına uğrayarak 20 Haziran 1994 tarihinde yakın izlemeye alınmış, yakın izleme kapsamında iken ise 11 Mart 1996 tarihinde Çukurova Grubu tarafından Nergis Grubuna satılmıştır. 

-Etibank, Atatürk’ün direktifiyle madencilik, enerji ve bankacılık alanlarında faaliyet göstermek üzere bir İktisadi Devlet Teşekkülü olarak 14 Haziran 1935 tarihinde kurulan banka, 5 Mayıs 1994 tarihinde özelleştirme kapsamına alınmış, 2 Mart 1998 tarihinde ise İpek Holding Ortak Girişimine satılmıştır. 

-EGS Bank, İzmir ve Denizli başta olmak üzere Ege Bölgesinde faaliyet gösteren ihracatçı konfeksiyon üreticileri tarafından 1995 yılında kurulmuş çok ortaklı bir bankadır. 

-Yurtbank, 1992 yılında “Euro Credit Türk-Fransız Bankası A.Ş.” unvanı ile kurulmuş olup, kurucu ortakları Çarmıklı Grubu ve Compaigne Finaciere de Comondo’dur. Temmuz 1994 tarihinde Bankanın yönetimi Ali Avni Balkaner’e geçmiş ve Ekim 1994 tarihinde unvanı “Yurt Ticaret ve Kredi Bankası A.Ş.” olarak değiştirilmiştir. 

-Bank Kapital, bir Fransız bankası olan Banque Indosuez’in şubesi olarak 15 Temmuz 1985 tarihinde kurulmuş olan banka, 1995 tarihinde Ceylan Grubu tarafından satın alınmış ve unvanı “Bank Kapital A.Ş.” olarak değiştirilmiştir. 

-Ulusal Bank, merkezi Riyad’da bulunan Saudi American Bank tarafından yüzde 60 Arap, yüzde 40 Citibank ortaklığı ile “Saudi American Bank” unvanıyla yabancı sermayeli bir banka olarak 1985 yılında kurulan banka, 1997 tarihinde Halit Cıngıllıoğlu’nun hakim ortağı olduğu Malta’da kurulu Ephesus adlı şirkete devredilmiş ve unvanı “Ulusal Bank A.Ş.” olarak değiştirilmiştir. 

-Sitebank, merkezi New York olan Manufacturers Hanover Trust Company Bank’ın Türkiye’deki şubesi olarak 24Aralık 1984 tarihinde kurulan banka, 1997 yılında Sürmeli Grup tarafından satın alınmış ve unvanı Sitebank olarak değiştirilmiştir. 

-Sümerbank, 11 Temmuz 1933 tarihinde tekstil alanında faaliyet göstermek üzere bir iktisadi devlet teşekkülü olarak kurulmuş olan bankanın, 30 Ekim 1987 tarihinde özelleştirilmesine karar verilmiş, 16 Temmuz 1993 tarihine kadar Kamu Ortaklığı İdaresi bünyesinde Sümerbank Holding A.Ş. unvanı ile faaliyetlerini sürdürmüştür. Yüksek Planlama Kurulunun 16 Temmuz 1993 ve 11 
Ağustos 1993 tarihli kararlarıyla Sümerbank Holding A.Ş.’nin bankacılık bölümü holdingten ayrılarak Sümerbank A.Ş. adı altında yeniden yapılandırılmış ve bankanın hisseleri 17 Ekim 1995 tarihinde Garipoğlu Grubuna satılmıştır. 

-Bayındırbank, 27 Maert 1958’de Çaybank A.Ş. adı ile Rize’de kurulan banka, 1992 yılında özelleştirme kapsamında satılmış ve unvanı Derbank A.Ş. olarak değiştirilmiş ve İstanbul’a taşınmıştır. 14 Kasım 1997’de Bayındır Grubu şirketlerinden Bayındır Holding, Banka hisselerinin yüzde 98, 68’ini satın almış ve 5 Ocak 1998 tarihinde bankanın unvanı Bayındırbank A.Ş. olarak tescil 
edilmiştir. 

-Marmara Bank, 19 Ekim 1987 tarihinde “Netbank A.Ş.” adı ile kurulmuş, 1990 yılı sonlarında girdiği likidite krizi sonrasında Atilla Uras’a satılmış ve unvanı Marmara Bank A.Ş. olarak değiştirilmiştir. 

-İmpexbank, 25 Ocak 1984 tarihinde “Türkiye İthalat ve İhracat Bankası A.Ş.” adıyla kurulan banka, bir dizi unvan değişikliğinden sonra 7 Nisan 1989 tarihinde “İmpexbank Türkiye İthalat ve İhracat Bankası A.Ş.” adını almıştır. Bankanın kurucu ortaklarından olan ve yüzde 98 hissesini elinde bulunduran Asilkan İrfan Nadir, sahibi olduğu Polly PLC şirketinin karşılaştığı mali zorluklar nedeniyle 1990 yılı sonu 1991 yılı başında tüm hisselerini eşit bir şekilde Eliyeşil ve Karamehmet ailelerine satmıştır. İki aile arasında bankanın yönetimine ilişkin süregelen anlaşmazlık 10 Mayıs 1991 tarihinde çözümlenebilmiş ve Karamehmet ailesi yüzde 50,46 oranındaki hisselerini Eliyeşil ailesine devretmiştir. 

Öte yandan, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı tarafından hazırlanıp Sayın CB’na sunulan 17 Mart 1998 tarihli “İRTİCA NE DURUMDA?” başlıklı belgede (sh. 30 vd.) ve bu belge içinde yer alan iddialar ve bunlara ilişkin önerilerin sunulduğu 1 Nisan 1998 tarihli belgede (sh. 6-10), “İrtica’ın Sermaye Alanındaki Faaliyetleri” başlığı altında irtica’yı desteklediği iddia edilen sermayenin ekonomide söz sahibi olmasına engel olunmasına yönelik önerilere yer verilmiştir. Söz konusu iddiaya göre “İslami sermayenin” bilinen kaynakları, 

-holdingler (7 büyük holding) 

-şirketler (4000 civarında) 

- özel finans kurumları (11 büyük kurum) 

-vakıflar (şubeleri ile birlikte dört binin üzerinde) 

-dernekler dir. 

Bu başlık altında “İslami sermaye”nin yurtdışı eğitim yatırımlarının, sermaye piyasası mevzuatına aykırılıkların, haksız rekabet ile ilgili hususların incelenerek bunların engellenmesi için her türlü tedbirin alınması önerilmiştir. Ayrıca, yine bu öneriler arasında “…teşvik ve yabancı sermaye mevzuatına aykırı tavır içinde olmayan ancak İslamı siyasallaştırma faaliyetlerine destek veren kuruluşları tespit ederek Hazine Müsteşarlığı’na duyurma sorumluluğu devletin diğer birimlerine aittir. Ancak söz konusu firmalara belli bir kadrolaşmanın gereği olarak haksız çıkarlar sağlayan kamu görevlileri tespit edilirse bunların da üzerine gidilmesi ve memuriyetle ilişkilerini kesmeye dahi varabilecek soruşturmalara tabi tutulmaları doğaldır…” denilmektedir. 

Yine 29.07.1997 tarihli “Siyasal İslami Kesimin Kadrolaşma Faaliyetleri” adlı belgede “İslami Sermaye” başlığı altında Faisal Finans, Albaraka Türk ve Kuveyttürk siyasal islama destek sağlayan yurtdışı kökenli finans teşkilatları olarak sayılmıştır. Bu finansal kuruluşlarla birlikte bazı cemaatlerin yurt dışında önemli bir finansal örgütlenmeye sahip oldukları ifade edilmiştir. Yine bu belgede irticai olduğu iddia edilen derneklerin (Müsiad ve Fethullah Gülen yanlısı İş Hayatı Dayanışma Derneği gibi), ticari şirketlerin, holdinglerin (Kombassan, Yimpaş, İhlas), finans kuruluşları (İhlas Finans, Asya Finans, Anadolu Finans), vakıflar ve Refah Partili belediyelerin “İslami Sermaye”nin yurtiçindeki ekonomik gücü olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca “Siyasal İslami Kesimin Kadrolaşma Faaliyetleri ve İslami Sermaye İle İlgili Genel Değerlendirme, Sonuç ve Teklifler” başlıklı belgede de İslami sermayenin tasfiye edilmesine yönelik tekliflerde bulunulmuştur. 

Söz konusu dönem ve sonrasında ortaya çıkan batık banka olayları dikkate alındığında Genelkurmay İstihbarat Başkanlığınca bu bankalara ve bankalara el konulmasına neden olan hakim ortaklara ve yönetim kurulu üyelerine ilişkin her hangi bir istihbarat paylaşımında bulunulmamış olması manidardır. 

Kaldı ki, Komisyonumuzca Fon'a devredilen bankalar ve kamu bankalarında (T. Halk Bankası, T.C. Ziraat Bankası, T. Vakıflar Bankası) üst düzey yöneticilik (danışmanlık da dahil) yapmış olan asker kökenli kişilerin görev dönemlerine, sorumluluk alanlarına ve varsa haklarında yapılmış suç duyurularına ve akıbetlerine ilişkin ilgili kurum ve bankalardan bilgi talep edilmiş olup, 
söz konusu bankalarda görev yapmış olan asker kökenli personel ve görev dönemlerine ilişkin bilgiler ise şu şekildedir: 

1. (Emekli Orgeneral) Hüsnü ÇELENKLER (Halkbank Danışma Kurulu Üyesi) (1990-1991) 
2. Metin AKPINAR (Ziraat Bankası Genel Müdür Yardımcısı) (1996-1999) 
3. (Emekli Orgeneral) A. Doğan BAYAZIT (Kentbank) (1996-1999) 
4. (Emekli Oramiral) Ö. Feyzi AYSUN (Bayıbndırbank) (1991-1993) 
5. (Emekli Orgeneral) Sabri YİRMİBEŞOĞLU (Bayındırbank) (1996) 
6. (Emekli Koramiral) Çetin ERSARI (İnterbank) (1996-1999) 
7. (Emekli Orgeneral) Teoman KOMAN (İnterbank) (1997-1999) 
8. (Emekli Koramiral) Işık BİREN (Egebank) (1989-1991) 
9. (Emekli Oramiral) H. Vural BAYAZIT (Etibank) (1999-2000) 
10. (Emekli Orgeneral) M. Muhittin FİSUNOĞLU (Sümerbank) (1998-1999) 
11. (Emekli Oramiral) Zahit ATAKAN (Impexbank) (1989-1991) 
12. (Emekli Koramiral) Ekmel TOTRAKAN (Etibank) (1997-Özelleştirme öncesi) 
13. (Emekli Korgeneral) Alaettin GÜVEN (Etibank) (1998-Özelleştirme öncesi) 
14. G. Aydın AKSAN (Etibank) (1994) 


BDDK ve TMSF tarafından gönderilen cevabi yazılarda bu kişilerden H. Vural BAYAZIT ve Muhittin FİSUNOĞLU hakkında BDDK tarafından, Teoman KOMAN ve Çetin ERSARI hakkında ise Hazine Müsteşarlığı tarafından görev yaptıkları dönemlere ilişkin suç duyurularının tespit edildiği belirtilerek, söz konusu suç duyurularına ilişkin süreçler hakkında bilgi verilmiştir. Buna göre; 

H. Vural BAYAZIT hakkında Bankalar Yeminli Murakıpları tarafından hazırlanan raporlar çerçevesinde yapılmış olan 16.11.2000 tarih ve 1679 sayılı ve 09.02.2001 tarih ve 970 sayılı suç duyuruları üzerine İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesinin E:2007/50 sayılı dosyası üzerinden yürütülen yargılama neticesinde 14.07.2008 tarihli ve E:2007/50, K:2007/69 sayılı karar ile davanın zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılmasına karar verilmiş, anılan karar Yargıtay 11. Ceza Dairesi tarafından da 14.07.2008 tarihli ve K:2008/16570 sayılı karar ile onanmıştır. Yine H. Vural BAYAZIT hakkında İstanbul DGM Cumhuriyet Başsavcılığına yapılan 09.02.2001 tarih ve 969 sayılı suç duyurusuna ilişkin olarak ise, Savcılığın 13.07.2001 tarih ve 2001/376 sayılı kararı ile takipsizlik kararı verilmiş, söz konusu karara Kurum tarafından yapılan itiraz da Ankara 1 No’lu DGM tarafından reddedilmiştir. 

M. Muhittin FİSUNOĞLU hakkında Bankalar Yeminli Murakıpları tarafından yapılan tespitler sonucu hazırlanan rapor üzerine İstanbul DGM Başsavcılığına yapılan 31.01.2001 tarih ve 248 sayılı suç duyurusu hakkında da Savcılık tarafından takipsizlik kararı verilmiş, Kurum tarafından yapılan itiraz da Ankara 2 No’lu DGM tarafından reddedilmiştir. 

Teoman KOMAN VE Çetin ERSARI hakkında ise yine Bankalar Yeminli Murakıpları tarafından hazırlanan raporlar üzerine Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı tarafından yapılan 07.01.1999 tarih ve 957 sayılı suç duyurusun hakkında takipsizlik kararı verilmiş ve yapılan itiraz reddedilmiş, 23.02.1999 tarih ve 458 sayılı suç duyurusu hakkında ise İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesinde yürütülen yargılama sonucunda 08.06.2006 tarih ve E:2001/201, K:2006/81 sayılı kararlar ile beraat kararı verilmiş, söz konusu kararın temyiz incelemesi neticesinde ise Yargıtay 11. Ceza Dairesince 15/10/2007 tarih ve E:2006/6925, K:2007/6627 sayılı kararı ile Ortadan Kaldırma (Bozma) kararı verilmiştir. 

Yine TMSF’den alınan cevabi yazıya göre, bunlardan Çetin ERSARI ve Teoman KOMAN hakkında açılan mali sorumluluk davaları yargılama aşamasındadır. Muhittin FİSUNOĞLU hakkında açılan şahsi iflas davası iflas koşullarının oluşmadığı gerekçesiyle reddedilmiş, karar Fon tarafından temyiz edilmiştir. Yine Muhittin FİSUNOĞLU hakkında açılan mali sorumluluk davasında ise 
Garipoğlu Grubu ile protokol yapıldığından Mahkemece davanın durdurulmasına karar verilmiştir. A. Doğan BAYAZIT hakkında açılan mali sorumluluk davalarından ise Süzer Grubu ile yapılan protokol gereğince feragat edilmiştir. 

Yine 28 Şubat süreci sonrasında yüksek faiz ile mevduat toplayan bankalar, doğrudan ve dolaylı şekillerde ait oldukları holdinglerin paravan şirketlerine geri dönüşü olmayacak krediler açmışlardır. Bu kredilerin geri dönmemesi sonucunda bankalar Fon’a devredilmek durumunda kalmış, hakim ortak ve yöneticileri hakkında da Bankalar Kanununa muhalefetten (başta zimmet suçlaması olmak üzere) çok sayıda dava açılmıştır. Komisyonumuza bilgi veren dönemin İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi (bankacılık mevzuatına muhalefete ilişkin özel yetkili mahkeme) Başkanı Sayın Mustafa AKIN’ın ifade ettiği üzere, “…157 klasörlük İmar davası, 145 klasörlük Etibank davası, 142 klasörlük Yurtbank davası, 80 klasörlük Sümerbank davası, 55 klasörlük Toprakbank’ası davası, 60 klasörlük Bankkapital davası karara bağlanmıştır…” “…Dünyanın en büyük banka zimmet olayı İmar Bankası’nı iki seneden önce karara bağlamayı başarmıştır. Ve bu 
karar Yargıtay 7’nci Ceza Dairesi’nden geçerek kesinleşmiştir. Banka otoritelerince İmar Bankası’ndaki zimmet suçuna konuk paranın miktarı, suçun işleniş biçimi ve niteliği itibarıyla dünya bankacılık tarihinin en büyük banka yolsuzluğu olayı olarak değerlendirilmiştir. Yine 60 milyara yakın bu davada adli para cezasına hükmedilmiştir. Bu da dünyanın en büyük adli para cezası olarak 
geçmiştir…”Ancak yine Sayın Mustafa AKIN’ın belirttiği gibi “..Yargıtay'ın bozma gerekçeleri yol gösterici ve çözüm odaklı olmamıştır. Yargıtay'ın defeatle bozmaları yargılamaları uzatmıştır. Yaklaşık on yılı aşan yargılama süreleriyle adil yargılama ilkesi zorlanmıştır. Batık bankalara elkonulması sonrasında geçen zaman sanıklar lehine işlemiştir. Bu durum on suçun zamanaşımına 
uğramasına sebebiyet vermiştir Bankacılık Kanunu’ndan kaynaklanan on suçun. Zimmet suçunun dışındaki tüm suçlar zamanaşımına uğramıştır. Yargıtay'ca adiyen zimmet suçunun kapsamı yeni yorumlarla genişletilmiştir. Suç oluşturan eylemlerin büyük bir kısmı basit zimmete dâhil edilmiştir. Bu dosyalardaki basit zimmet suçunun zamanaşımı süresi de dolmak üzeredir. Yargıtay aşamasında 
kimi hâkim hissedarlarının dosyası kaybolmuştur. Yahya Murat Demirel’in dosyasında olduğu gibi. Yargıtay aşamasında kimi batık banka hissedarının dosyası zamanaşımına uğramıştır. Cavit Çağlar, Halis Toprak, Erol Aksoy gibi…” 


2.7.Anadolu Sermayesinin Gelişmesinin Engellenmesi 

 Bilindiği üzere, ülkemizde 1980 yılına kadar ithal ikameci bir kalkınma stratejisi uygulanmıştır. Bu dönemde iç pazara yönelik çalışan firmalar, arkalarına devlet desteğini de alarak gümrük koruması arkasında büyümelerini sürdürmüşlerdir. Söz konusu dönemde yüksek oranda teşvik ödenmiş olmasına rağmen, büyük sanayi şirketlerini dünya rekabetine yöneltici stratejiler uygulanmamıştır. Kuşkusuz burada büyük sanayi şirketlerinin de büyük hatalarını gözden uzak tutmamak gerekir 407. 

 Yeni kurulan endüstriler başlangıçta korunabilirse de bu durum Türkiye’de; sınırsız bir koruma halini alarak 1980’li yıllara kadar devam etmiştir. Bu süre içerisinde içeride tekel ve oligopollerin oluşması sonucunda; verimsiz ve israfla çalışan, maliyetleri yüksek ve ancak iç piyasaya satış yapabilen firmalar oluşmuştur. Ülkemizde aşağı yukarı her alanda faaliyet gösteren ve az sayıda 
olan holdingler, ekonomide büyük bir etkinlik kazanmışlardır408. Tekelleşmenin en iyi göstergesi, 1969 yılında kullanılan 251 maddeden 93’ünde en büyük üç, iki veya bir firmanın toplam üretimin %100’ünü, 87 maddede en büyük üretimin %75 ile %99’unu, 56 maddede ise, ilk büyük üç firmanın %50 ile %74’ünü ürettiği ve geriye kalan 15 maddede ise, %50’sinden azını üretmekte olmalarıdır 409. 

1980’de Türkiye’deki ekonomik yapıda serbest piyasa modeli uygulanmış olmakla birlikte, serbest piyasa ve tam rekabet koşulları tam oluşmadığından dolayı, rekabet mekanizması çalışamamış tır. Türkiye’de fiyatlar serbest rekabet yaftası altında, tekel ve kartellerin insafına terk edilmiştir. Bu durumda rekabet piyasasının kalbi olan fiyat mekanizmasının tam ve mükemmel çalıştığını kabullenmek mümkün görünmemektedir. 

Daha önceki süreçte tekel gücünü elinde bulunduran İstanbul sermayesinin üretmiş olduğu veya yurt dışından ithal etmiş olduğu ürünlerin bayiliğini gerçekleştiren Anadolu’daki şirketler, 1980’li yıllardan itibaren yavaş yavaş gelişmeye başlamışlardır. Doğu Bloku’nun da parçalanmasının ardından söz konusu firmalar Anadolu’da bayilik sürecinden üretim sürecine geçerek kendi ürünlerini satma yönünde girişimlerde bulunmuşlardır. 28 Şubat darbesinin önemli nedenlerinden birisi Anadolu sermayesinin bayilikten üretime geçmeye çalışması olmuştur. Anadolu sermayesinin üretime başlaması İstanbul'un statükocu sermayesini rahatsız etmiştir 410. Piyasanın kontrolünü kaybetme endişesi duyan İstanbul merkezli sermaye, tekelci konumunu devam ettirmek için asker-sivil bürokrasiyi harekete geçirmiştir. Çoğunluğu Anadolu kentlerinde üretime başlayan pek çok şirket "irticacı" suçlamasıyla ya zor durumda kalmış 411 ya da iflas etmiştir. Bu süreçte söz konusu firmaların genişleme yatırımlarına teşvik verilmediği gibi aldıkları teşvikler de iptal edilmiş, ürünleri kara listeye alınmıştır 412. 

Türkiye’de bir taraftan yatırım ve üretimde bulunması için yurt dışından yabancı sermayenin gelmesini sağlamak amacıyla teşvik ve muafiyetler verilmiş, diğer taraftan da kendi bünyesinde bulunan yerli sermayenin bir kısmına yeşil sermaye adı verilerek, sahiplerinin yatırımlarını engelleme veya ürettikleri malların bazı kurumlarda satışına izin verilmeme gibi dünyada görülmemiş bir ironi yaşanmıştır. 

Öte yandan bu dönemde ABD ve diğer birçok Avrupa ülkesinde Arap sermayesini çekmek amacıyla bankalar faizsiz kazanç sistemini faaliyete geçiren uygulamalara geçmişler. 

Bunun yanında New York borsasında dini bakımdan kabul görmeyen ve alkol, domuz eti üretimi ya da ticareti gibi alanlarda faaliyet gösteren firmaların hisselerinin dahil edilmediği Islamic Index oluşturulmuştur 413. 

Türkiye’de adına yeşil sermaye adının verildiği sermaye kesimine karşı yürütülen yok etme ya da yatırımlarını engellemeye yönelik girişimler eski bakanlardan Güneş TANER’in komisyona verdiği bilgilerde de açıkça yer almaktadır. Güneş TANER ifadesinde, Ülker grubunun teşvik almak için hazineye başvurusunun onaylanmaması için Genelkurmaydan bir albayın istekte bulunduğunu Teşvik 
Uygulama Daire Başkanından öğrendiğini ifade etmektedir. Bunun üzerine kendisinin Çevik Bir’i aradığında Ülker’in irticacı olduğunu, aynı zamanda maçlarında Türk Bayrağı’nı göremediklerini söylemesi üzerine kendisinin gelecek maçta bayrak olursa sorun ortadan kalkar mı? Sorusuna, Çevik Bir’in evet cevabını verdiğini söylemektedir. Bir’in bu sözü üzerine Ülker’in bir sonraki maçında stadyumu bayraklarla donatmasının akabinde tekrar Çevik Bir’i aradığını ve Çevik Bir tarafından çekincenin bittiğinin söylenmesine karşılık, Bir’in bu kez de Atatürk posteri olmadığına işaret etmesi üzerine Dünyanın neresinde böyle bir şey var diye sorduğunu ve kendisinin amacının üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu söylediğini, daha sonra da teşvik belgesini imzaladığını vurgulamaktadır. 



8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***