28 Temmuz 2017 Cuma

İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri BÖLÜM 1

İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri BÖLÜM 1



TÜRKİYE CUMHURİYETİ SİYASİ TARİHİNDEN ORDUNUN ÖZELLİKLERİ
Prof. Dr. Ümit Özdağ  
Çetin Güney

Giriş

Ordunun siyasetle ilişki düzeyi, ülkeler arasında farklılıklar göstermekle beraber siyasal yaşamın bir gerçeğidir. Ülkelerin siyasal gelenekleri, siyasal kültürleri ve tarihleri, ordunun siyasetle ilişkisinde tayin edici rol oynamaktadır. Siyaset teorisi, ordu siyaset ilişkisine geniş bir yer vermiştir.1 Genel eğilim, hükümetlerin olağan bir süreç içinde kurulamamaları veya kurulduktan sonra meşruiyetlerini demokratik olmayan süreçlerle sürdürmelerinin yarattığı kaosun sonuçlarının trajediye dönüşmesi kaygısı, ordunun siyasete müdahalesini teşvik etmekte, ordunun yasal araçlarla siyasete aktif katılımının yolunu açmaktadır. Soğuk Savaş döneminde iç güvenliğe dönük endişelerin etkisiyle ordunun mesleki becerilerinde görülen niteliksel ve niceliksel gelişmenin, onun savunmada olduğu gibi siyasi konularda da etki alanını genişletmiştir.2 Gelecekte etnik sorunların yoğun yaşandığı ülkelerde, ordunun siyasetle daha içli dışlı olması ve hükümetleri etkilemesi muhtemel görünmektedir.3 Bu çerçeve gelişmekte olan ülkeler için genel olarak benimsenebilir. Fakat demokratik kurumların yerleşip gelenek hale geldiği ülkelerde de ordunu rolü azalmamış işlevselleşerek daha da artmıştır. Ordu siyasetle belli noktalarda kesişmektedir. Ancak bu kesişme noktalarını demokratik gelenekler belirlemektedir.

A. Türkiye'de Ordu Siyaset İlişkisinin Tarihsel Arka Planı

Ordu siyaset ilişkisi üzerine Batı'da üretilen terminoloji, "Roma İmparatorluğu deneyiminden beri ordunun siyasi hayata müdahalesini meşru otoritenin yozlaşması ile eş anlamlı olarak ele almıştır. Yine bu çizgide ileri sürülen bir teze göre ordunun siyasal hayatta önemli bir yeri olması oranında ülkede siyasal istikrarsızlık artar.4 Bu yaklaşımlardan çıkan sonuç şudur: Sıhhatli bir siyasal sistem sistemin kurumlaşmasına ihtiyaç gösterir; söz konusu kurumlaşma ise siyasal partiler bazında oluşmalıdır.5
Batı orijinli bu kavramsal çerçeveden mülhem analizler Osmanlı Türk siyasal modernleşmesinde ordunun rolünü açıklamakta yetersiz kalmaktadırlar. Çünkü Osmanlının kuruluş ve kurumlaşma dönemleri, ordunun siyaseten etkin olduğu dönemlerdir. Ordu siyasal rejimin parçası olmasının ötesinde rejimin kendisidir. Yönetici sınıfın "askeri" olarak anılması bu yüzdendir.6

Osmanlı'nın modernleşmesinde yeniliklerin kaynağı ordudur. III. Selim'e verilen 17 ıslahat layihasının hepsinde vurgulanan üç nokta, asker tanzimi, asker maaşları, topçu kumbaracı ve sair ocakların ıslahı gibi maddeleri ihtiva ediyordu.7 İlk Batılılaşma hareketleri ordudan başlamış olup daha sonra diğer kurumlara yansımıştır. Örneğin eğitim alanında gerçekleşen modernizasyon ilk önce Askeri Tıbbiye'de başlamış daha sonra diğer eğitim kurumlarına yansımıştır. Yenileşme ve ıslahat düşüncesinin temeli askeri yenilgilerdir. Batı'nın askeri gücüne askeri araçlarla karşı koyabilmek için modernizasyon gerekmektedir.8 Osmanlı askeri bürokrasisi toplumsal değişmenin gereklerini çok iyi kavramıştır. 1876 Anayasası'nın oluşumu, 1908 Meşrutiyeti Osmanlı ordusunun devrimci ve dönüştürücü özelliği açısından önemli örnekler arasında sayılabilir.

Cumhuriyet'in oluşumunda ordu önemli bir role sahiptir. Cumhuriyet'i kuran kadronun yaklaşık %80'i ordu kökenli olup diğer %20 mülkiyeli ve diğer kesimlerden oluşmaktadır. "Mustafa Kemal Atatürk'ün karizmatik önderliği altında ordu geleneksel işlevinin ötesinde çok daha ötesini yüklenmiş modernleşme yolunda önemli reformları desteklemiştir."9 Başka bir deyişle Mustafa Kemal devrimler için orduya güvenip dayanmıştır.

Ordunun rolü, siyasetle ilişkisi ancak Türk tarihinin özgüllüğü doğru olarak kavranarak anlaşılabilir. Türk ordusunun Türkiye'nin kurumlaşma düzeyi en yüksek kurumu olması ordunun tarihsel rolü ve bu rolü gerçekleştirirken göstermiş olduğu performansla ilgilidir.

B. İnönü Döneminde OrduSiyaset İlişkilerinin TemelNiteliği (1938-1950)

Ordu siyaset ilişkisi açısından siyasal gelişmenin evrelerini iki aşamada ele alabiliriz. Bu iki aşama 1939-1944 ve 1944-1950 yıllarına tekabül edeceği gibi 1939-1946 ve 1946-1950 aşamaları olarak ifade edilebilir. 1939-1944 aşaması gibi bir zaman kesitinin ileri sürülmesini haklı kılan sebep, Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak'ın 12 Ocak 1944'te emekliye sevkini takiben10 7 Haziran 1944 tarih ve 4580 sayılı "Genelkurmay Başkanlığı'nın vazife ve salahiyetleri hakkında kanunun yürürlüğe girmesi ile Genelkurmay Başkanlığı'nın başbakanlığa bağlanması sonucunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin devlet kurumu içindeki bağımsız konumunu yitirmesidir. Fakat diğer yandan 1946'da çok partili düzene geçiş Türk siyasal yaşamında olduğu kadar TSK'nin yaşamında da önemli bir mevki işgal eder. Çok partili düzen ve 1950 seçimleri bağlamında, TSK'nin genel sistem içinde ki gözardı edilemeyen ve kendisini ortaya koyan etkisi de, 1946 yılını bir aşamanın bitişi ve yeni bir aşamanın başlangıcı olarak ele almamız için önemli bir neden oluşturmaktadır. Fakat TSK'nin sistem içinde ki konumu göz önüne alındığında 1939-1944 aşaması daha çok önem kazanmaktadır.

1939-1950 arasında önemli gelişmelerden biri 1939 tarihinde Fransa ve İngiltere arasında yapılan anlaşmalar neticesinde Türkiye Batı eğilimli politika seçeneklerine yönelmiştir. Batı eğilimli politika Batı sistemi içinde süper güç konumuna yükselen ABD ile sürdürülmüş, TSK, "Truman Doktrini" çerçevesinde ABD güvenlik sisteminin içinde yer almaya başlamıştır.

Diğer yandan II. Dünya Savaşı'nda Türkiye savaşa girmemesine rağmen TSK'nin eksikliklerinin çok belirgin olarak ortaya çıkması, genç subayların yüksek kumanda heyetine ve İnönü'nün şahsında somutlaşan devlet yönetimine karşı güvenlerini sarsmış, ordu içinde gizli örgütlerin kurulmasına neden olmuştur. Keza 1946 seçimlerinde CHP'nin yaptığı ileri sürülen seçim hileleri11 subay heyetini özellikle genç subayları 1950 seçimlerinde de aynı hilelerin yapılacağı endişesine sürüklemiş DP'nin iktidara gelmesini engelleyecek muhtemel bir CHP lehine yapılacak hükümet darbesini engellemek amacı ile II. Dünya Savaşı sırasında kurulan gizli örgütlerde yeniden bir dirilme gözlenmiştir.

C. 1939-1944 Aşaması: Kemalist Devrimin Bekçisi Olarak Ordu

Dönemin genel karakteristiği dünya açısından II. Dünya Savaşı'nın başlaması Türkiye açısından II. Dünya Savaşı'na her an hazır konumda olmanın sıkıntıları ve Kemalist devrimlerin yerleşme sürecidir.
Konumuz açısından önemli bir başlangıç Mareşal Çakmak'a rağmen TSK 1. Ordu'daki "Paşalar Meclisi"nin aldığı karar uyarınca İnönü'nün cumhurbaşkanlığına seçilmesini desteklemiştir. 8 Kasım 1938'de yapılan Bakanlar Kurulu toplantısına İnönü'nün katılması12 eski Başbakan'ın yeni cumhurbaşkanı olması için gereken hazırlıkların tamamlandığı yönünde bir işaret olarak değerlendirilebilir.

TSK yeni cumhurbaşkanına bağlılığını bildirmiş ve İnönü iç siyasal düzenlemelere yönelmiştir. Bayar geçici olarak başbakanlık görevinde bırakılırken13 eski muhaliflerle uzlaşma sağlanmıştır.14

1 Eylül 1939'da II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla beraber Türkiye için yeni bir dönem başlamıştır. Türkiye savaşa hazırlanma süreci ordunun siyasetle ilişkilerinde belirleyici olmuştur.

Savaş hazırlıklarını yürütmekle görevli olan organ 24 Nisan 1933 tarih ve 194443 sayılı İcra Vekilleri Heyeti kararnamesi ile oluşturulan "Yüksek Müdafaa Meclisi"dir. Başbakan'ın başkanlığında, Genelkurmay Başkanının da katıldığı Bakanlar kurulundan oluşan "Yüksek Müdafaa Meclisi"nde seferberlikte bakanlıklara düşen görevler belirleniyordu. Milli Savunma Bakanlığı'nda kurulan bir büroda genel sekreterin yönetiminde seferberlikle ilgili işler önceden hazırlanıp, gerek görülen dairelerden görüş alınmaktadır. Alınan görüşler genel sekreterlikçe "Yüksek Müdafaa Meclisi"ne iletilir ve "Yüksek Müdafaa Meclisi"nin aldığı kararlar genel sekreterin bürosu tarafından uygulanmaktadır.15

"Yüksek Müdafaa Meclisi"nin çalışmaları hakkında detaylı bilgiye sahip olmamamıza rağmen, gerek Çakmak'ın askeri konulara hiçbir makamı karıştırmamaya olan eğilimi gerekse Ali Askeri Şura'nın yetkilerinin "Yüksek Müdafaa Meclisi"nin çalışmalarını verimsiz kıldığı düşünülebilir.

Sorun 1924 Anayasası'nın savaş hazırlığı konusunda hiçbir düzenleme getirmemesinden kaynaklanmaktadır. "Bakanlar Kurulu'nun hükümetin genel politikasından birlikte sorumlu olduklarına dair 46. maddesindeki genel hükümden sonra gelen" bakanların her biri kendi yetkisi içindeki işlerden ve emri altındakilerin eylem ve işlemlerinden tek başına sorumludur ifadesi, 5398 sayılı yasadaki tanımla birleşince ortaya Milli Savunma Bakanının "Cumhuriyet ordusunun hazırlanması"ndan tek başına sorumlu tutulabileceği şeklinde bir durum çıkmaktadır.16 Milli Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı ilişkileri göz önünde tutulursa, son kertede savaş hazırlıklarından Genelkurmay Başkanı Çakmak'ın sorumlu olduğu söylenebilir.

Ordu siyaset ilişkileri açısından II. Dünya Savaşı'nın önemi Kurtuluş Savaşı askerlerinin devamı olan "Yüksek Kumanda Heyeti" ile genç subaylar arasındaki çelişkidir. Çekilen zorlukları ve ordunun kötü durumunu dile getiren genç subaylara verilen cevaplarda "Biz İstiklal Savaşı"nda diye başlayan ve genç subayları bu zorlukları dile getirmekten dolayı kınayan yüksek kumandanın bu hareketle iki amacı olduğu düşünülebilir. Genç subaylara inanç ve güven vermek17 ve yapılan hatalara karşı tepkiyi bastırmak.

Yüksek Kumanda Heyeti'nin ve sivil yönetimin orduyu savaşa yeterli derecede hazırlayamaması ve savaş içinde karşılaşılan güçlükler genç subayları İnönü yönetimi ve Çakmak'a karşı cephe almaya itmiş ve ordu içinde gizli örgütler kurulmaya başlamıştır.

Savaşın başlangıcında Alman ordularının üst üste kazandığı galibiyetler, savaşa girmediği halde Türk subay heyetinin üzerinde şok etkisi yaratmıştır. TSK, ile özellikle Alman ordusunu kıyaslayan genç subaylar, içinde ki durumun sorumlusu olarak gördükleri İnönü yönetimini ve ordunun yüksek kumanda heyetini devirmek için oldukça geniş bir kadroya sahip olan ve ordunun birçok birliğine yayılan gizli örgütler kurmuşlardır.

1942-43'te Çorlu'da bir grup subay İnönü yönetimini devirmek amacı ile birleşmişler ve General Muzaffer Tuğsavul'a başvurarak ordunun yöneticileri tutuklayarak idareye el koyması harekatına başkanlık yapmasını istemişlerdir. Tuğsavul bu teklifi ülke için "intihar" olacağı gerekçesiyle geri çevirmiştir.18

Ordu içinde 1941 -42'lerde de kurulan ve 1950'ye kadar çalışmalarını sürdüren örgütlerden birisi "Seyfi Kurtbek ekibi"dir. Kurtbek ekibi 1943'te ikiye ayrılmıştır. Kurtbek ekibi ile ilişkisini kesenlerden Kurmay Binbaşı Necip San ve Cemal Tural yeni bir örgüt kurmuşlar, 1943'te Erzurum'da Ahmet Yıldız ve A. Kadir Meram, San ve Tural'ın da bulundukları yemin töreninden sonra bu göreve girmişlerdir.

Gizli örgütlerin ordu içinde yaygınlık derecesi ve çalışma tarzları hakkında Koçaş'ın verdiği bilgiler oldukça açıklayıcıdır. 1944 Nisanı'nda Sarıkamış'da görevli olan Üstğm. Koçaş Alay Komutanı Alb. Nazmi Dora tarafından Erzurum'da ordu ikmal şubesi Müdürü Kur. Bnb. Cemal Tural'a bir mektup iletmekle görevlendirilmiştir. Erzurum'da mektubu Tural'a veren Koçaş, Tural tarafından yönlendirilen, birliklerin, komutanların, silahların, eğitiminin durumu ile ilgili soruları cevaplandırmıştır.19

Birliğine dönen Koçaş, Alay komutanı Alb. Dora'ya Kur. Bnb. Tural ile aralarında geçen görüşmeyi nakletmiştir. Alb. Dora Türkiye'nin savaşa girmediği halde savaşın sıkıntılarını çektiğini, sıkıntının sadece ordunun değil, ülke ve milletinde sıkıntısı olduğunu belirterek, Cumhuriyet'in ilk on beş yılında girişilen büyük kalkınma hareketinin durduğunu ileri sürmüştür. Koçaş'ın kalkınmanın durmasında savaşın rolü olup olmadığı sorusuna, savaşın etkisinin olması ile birlikte yapılması gereken şeylerin yapılmadığı cevabını vermiştir.20 Zorlukların ömrünü doldurmuş kişiler tarafından çözülemeyeceğini ileri süren Alb. Dora, Çakmak'ın yirmi yıldan beri Genelkurmay Başkanı olmasını eleştirerek, Cemal Tural ve Necip San gibi subayların hak ettikleri görevlerde olmadıklarını iddia etmiştir.21

Koçaş, bir örgüt ile konuştuğunun farkına vararak, üç subayın ismini vermiş ve bu subayların da Alb. Dora'nın üyesi olduğu örgütten olup olmadığını sormuştur. Alb. Dora'nın olumlu cevap vermesi ve Koçaş'ı da örgüte davet etmesi üzerine Koçaş bu teklifi reddetmiştir.22

Koçaş'ın verdiği bilgilere göre, Alb. Dora örgütün Sarıkamış lideridir. Örgüt diğer alaylara da yayılmıştır. Örgüte alına subaylar kural olarak Erzurum'da ki örgüt tarafından Alb. Dora'ya yollanmaktadırlar23

Mevcut bilgiler savaş içinde İnönü ve Çakmak'a karşı aktif çalışma içinde olan yaygın gizli örgütlerin varlığını kanıtlamaktadır.

1939'da başlayan Milli Şef döneminin karakteristik özelliklerinden birisi de bu dönemin siyasal elitini "devrimci savaşçılardan" çok bürokrat aydınların veya bürokratlaşmış devrimcilerin oluşturmasıdır. Atatürk'ün çevresinde kümelenmiş ve etkinliklerini Atatürk'ten alan 1923-1938 döneminin resmi gayriresmi eliti büyük ölçüde etkisizleştirilmiştir. Sivil bürokrasinin yönetici ve temsilcisi İnönü'nün her ne kadar ordu içinde ki gücüne dayanarak da cumhurbaşkanı olması, Çakmak'ın cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında belirginleşen güç zaafı, zamanla Yüksek Kumanda Heyeti ile sivil siyasal elit24 ve bürokrasi arasında ağırlığı sivil siyasal elit ve bürokrasiden yana basan bir dengenin oluşmasına neden olmuştur. Yeni dengenin bu tür bir eğilim kazanmasında ordu tabanının Yüksek Kumanda Heyetini desteklememekten de öte anılan heyete karşı bir tutum içerisine girmesinin rol oynadığı söylenebilir.

25 Mayıs 1940 tarih ve 3832 sayılı Örfi İdare Kanunu sivil siyasal elitin TSK veya daha doğru bir ifade ile Yüksek Kumanda Heyeti'ne vurduğu en ağır darbelerden birisi olarak nitelenebilir. Anılan kanunda örfi idare komutanlıklarının genel güvenlik ve asayişe ilişkin olan ve polise tanınan yetkileri kullanabilmesi için Bakanlar Kurulu'nun bir kararnameyle komutanlığa aktarılacak yetkileri belirlemesi
gerekiyordu.25

Bakanlar kurulunun 2/14780 sayılı ve 4 Aralık 1940 tarihli kararnamesiyle örfi idare komutanlıkları alacakları kararları doğrudan uygulamadan alıkonuluyordu. Örfi idare tarafından alınan kararlar mahalli zabıta tarafından uygulanabiliyordu.26

Böylece savaş tehdidinin büyük olmasına rağmen, ordunun hareket sahası daraltılmış ve sivil bürokrasi, TSK'nin savaştan faydalanarak bağımsız eylemde bulunmasını, bağımsızlaşmasını büyük ölçüde engellemiştir.
Çakmak'ın 12 Ocak 1944'te emekliye sevk edilmesinden sonra27 çıkarılan 4580 sayılı "Genelkurmay Başkanlığı'nın Vazife salahiyetleri hakkında kanun" ile Genelkurmay Başkanlığı başbakana bağlanmış ve başbakana karşı sorumlu tutulmuştur. (md. 1) Genelkurmay Başkanı Başbakan tarafından teklif ile Bakanlar Kurulu tarafından atanacaktır. (md.2) Genelkurmay Başkanı'nın bakanlıklarla yapacağı doğrudan görüşmelerin önceden başbakan tarafından belirlenmek ve gerektiğinde değiştirilmesi hükmü getirilmiştir. (md.3) 4580 sayılı kanunun 5. maddesi ile 429 sayılı "Şeriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaletlerinin ilgasına dair kanun"un 9, 10, 11 ve 12. maddeleri ve 636 sayılı "Şurâyı Askeri Kanununun 3. maddesinin anılan kanuna aykırı hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. Böylelikle, Genelkurmay Başkanlığı'nın müstakil konumu ortadan kaldırılmış, Genelkurmay Başkanı'nın cumhurbaşkanı tarafından teklif ve başbakan tarafından atanması hükmü iptal edilmiş, bakanlıklarla doğrudan ilişki kurma yetkisi kaldırılmış, askeri bütçenin TBMM'ye Milli Savunma Bakanlığı tarafından getirilmesi uygulamasından vazgeçilmiştir. Ayrıca, "Şurayı Askeri Kanun"un 3. maddesinin aykırı hükümlerinin iptali ile, Ali Askeri Şura'nın oluşmasında Genelkurmay Başkanlığı'nın etkisi ortadan kaldırılmıştır.

1939-1944 aşaması konumuz açısından üç başlık altında özetlenebilir. 1) Sivil Siyasi elitin TSK üzerinde egemenlik sağlaması, 2) Yüksek Kumanda Heyeti ile subay kadroları arasında çelişki, 3) TSK'ye gizli örgüt geleneğinin yerleşmesi.

D. Kemalist Devrimin İktidar OrtaklığındanÇıkarılan Ordu (1944-1950)

1944-1950 yılları arasında dünya haritası yeniden şekillenmiş, nüfuz ve etki bölgeleri el değiştirmiş, yeni paylaşıma gidilmiştir. Anılan yıllar Türkiye'de iç ve dış siyasette değişikliklerin yoğun ve hızlı yaşandığı yıllardır. 
Değişikliklere koşut olarak, TSK'nin rejim içinde ki konumunda ve bünyesinde de bir dizi değişiklik gerçekleşmiştir.

TSK'nin yapısındaki ve rejim içinde ki konumunda gerçekleşen değişiklikleri şu başlıklar altında toplamak mümkün gözükmektedir;

a) Milli Savunma anlayışında milli-bağımsızlıkçı tutumdan uzaklaşılarak, A.B.D'nin ve Batı'nın savunma sisteminde yer almak için ön hazırlıkların yapılması,

b) Alman askeri doktrininin tedrici terki ve Amerikan askeri doktrininin benimsenmesi,

c) CHP-DP arasında ki siyasi çatışmada subay ve heyetinin ağırlıklı olarak CHP karşıtı bir tutum alması ve bu bağlamda ordu içindeki gizli örgütlerin tekrar çalışmaya başlaması; Yüksek Kumanda Heyeti'nde CHP ve DP'li hiziplerin belirmesi,

d) 30.05.1949 tarih ve 5398 sayılı "Milli Savunma Bakanlığı'nın Kuruluş ve Görevlerine Dair Kanun"un kabulü ile TSK'nin rejim içinde ki siyasal ağırlığının bir kurum olarak kesin bir şekilde ortadan kalktığının onaylanması.

Anılan aşamada, kanaatimizce önemli olan değişiklik anları ve TSK'nin geçirdiği yapısal değişim genel olarak aynı eğilimi muhafaza ederek devam etmiştir. Bunların içinde tek istisna, TSK'nin sivil siyasal elit tarafından kendisine devlet kurumu içinde verilen rolü benimsememesi ve bu konumu 1960-1961'de değiştirmesidir.

Yukarıdaki özetin asker siyaset ilişkisi yönünü açarsak CHP kurulduğu günden itibaren II. Dünya Savaşı sonuna değin, parti, aşamalı olarak, asker-sivil devrimci bürokrasinin ordu destekli sivil devrimci bürokrasinin ve nihayet devrimci niteliğini yitirmiş donuklaşmış, ordu desteğini yitirmiş, bürokrasinin parti içindeki diğer gruplara egemen olduğu bir süreci yaşamıştır.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***


27 Temmuz 2017 Perşembe

İSLAM DÜNYASI VE KATAR MESELESİ

İSLAM DÜNYASI VE KATAR MESELESİ



Yazar: Muhittin Ziya Gözler
30 HAZİRAN 2017 CUMA



2010 yılında George Washington Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünün hazırladığı ve bilahare Global Economy Journal Dergisi’nde yayınlanan (volume 10, Issue 3. S.S Rehman, H.Askari) ’’An Economic Islamicity Index’’ başlıklı makaleye göre İslami ideallere en uygun yönetilen ilk üç ülke İrlanda, Danimarka, Lüksemburg olarak tespit edilmiştir. Bu akademik çalışmadaki ölçümler ekonomik ilerleme, devlet yönetimi, insani ve politik haklar ve uluslararası ilişkiler ile ilgili konulardaki İslami öğretiler temel olarak alınmış ve değerlendirilme de 208 ülkeyi kapsamıştır. Sıralamada Malezya 33, Kuveyt 42, BAE 64, Türkiye 71, S.Arabistan 91, Katar 111, İran 139. sırada yer almaktadır. Hollanda ve ABD 15, Japonya 21, Almanya 26, Yunanistan 43, Rusya 45, Kazakistan 54, Çin 62, Azerbaycan 80.sırada bulunmaktadır. Bu araştırmanın niteliksel sonuçlarını yazımızın son bölümünde aktaracağız.

Katar’daki siyasi, askeri ve iktisadi gelişmeleri dünya siyasetine yön verenlerin insafına bırakarak, ülkemizde Arap dünyasına hayranlık duyanları ve bu dünyaya methiyeler düzülmesini uzaktan seyrederek, neler olup bittiğini bir üst akıl edasıyla dillendirenlerin yüzyıllardır şu Arap dünyasının niçin silkinip kendine gelmediğini dile getirmemelerine şaşmamak elde değil. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı toprakları üzerinde Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in kurmak istediği Arap Krallığını destekleyen İngiltere ve Batılıların bu dünya üzerindeki etkileri Müslüman Türkiye’nin etkilerinden çok ama çok fazladır. Müslümanların bu batı hayranlığına akıl sır erdirmek mümkün müdür?

Dünya Enerji İmparatorluğu kurma yönünde önemli adımlar atmış olan Çok Uluslu Şirketler İngiltere, ABD ve Fransa’nın destekleriyle Ortadoğu, Arap dünyası ve İran’a el atmayı uzun zamandır kafalarına koymuş bulunmaktadır. Öyle ki, Hıristiyan Batı dünyası tümüyle bu duruma destek vermekte ve bu âlem önüne ne çıkarsa yakıp, yıkarak zaten biçare durumdaki Arap devletlerini yer ile yeksan edip diz çökertmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Birinci Dünya Savaşının üzerinden geçen 99 yıl içinde Batı iktisadi yönden güçlenmiş, daha güçlü ittifaklar kurmuş, enerji kaynakları hemen her alanda kullanılmaya başlanmıştır. Ülkelerindeki iktidarlar değiştiği halde sürekli yeni yıkım planları hazırlayarak önce Türkleri sonra da kendilerine her yönden bağlı ve şaşaa içinde yaşamaya alıştırılmış Arapları yok etmek için ciddi bir kalkışma içine girişmişlerdir. 11 Eylül 2001 sonrası İslam Dünyası’nın baskı altına alınması, devletlerin parçalanması, milyonlarca suçsuz insanın öldürülmesi, mezhep çatışmalarının körüklenmesi, terör örgütlerinin kurdurulması, Arap Baharı gibi kandırmacalar Batı emperyalizminin İslam dünyasına reva gördüklerinden bazılarıdır. Irak’ı, Suriye’yi parçaladılar, Mısır’ı halletliler, Türkiye’ye el attılar ancak Türklüğü geçemediler, şimdi sıra Katar’da…

Peki, Arap dünyası ne kadar masumdur? Arap dünyasının ortasına bomba koyulduğunu fark edemeyen Suudi Arabistan ABD ile 110 milyar dolarlık silah anlaşması (10 yıl içinde bu rakam 350 milyar dolara çıkacak), Katar ise 12 milyar dolarlık F-16 savaş uçağı alma anlaşması imzalıyor. Peki bu silahlar kime karşı kullanılacaktır? Bu silah alımları ve el konulacak petrol sahaları ABD’nin 19 trilyon dolarlık borcunu kapatmak için mi yapılmaktadır? Ya da İran’a yapılacak bir müdahale için hazırlık mıdır? Arap dünyası Sünni ve Şii Araplar olarak ikiye mi bölünecektir? Velhasıl Arap dünyası İslam adına hiç de iyi işler yapmamaktadır. Ortadoğu ve Arap Yarımadasında yaklaşık 340 milyon kişi yaşamaktadır. Bu nüfusun  % 95’i Müslüman, %3,4 ‘ü Hıristiyan, %1,6’sı da Musevi’dir. Müslümanların da yaklaşık % 70’i Sünni, % 30’u da Şii’dir. Ayrıca daha küçük etnik ve inanç toplulukları da bulunmaktadır.

Enerji kaynakları zenginliğiyle dünyaya kafa tutması gereken Arap ülkelerinin bu hali pür melali nedir Allah aşkına? Krallık ya da monarşi ile idare edilen ülkelerin hemen hepsinde yönetenler lüks ve debdebe içinde yaşarken, halk fakir, fukara, aciz ve perişan durumdadır. Halk biat etmekten başka bir anlayışın dünyada var olduğundan habersiz yaşamaktadır. Osmanlı’nın 1517’den beri nakış nakış işlediği eserleri Türk düşmanlığının bir sonucu olarak teker teker yok edilmiştir. Osmanlı Kışlası, Kâbe’yi koruyan Ecyad Kalesi, Kâbe çevresinde üç sıra halindeki revaklar (sökülüp yeniden yerine konmuştur), Medine’de Hz. Muhammed’in Türbesi’nin yanındaki tarihi eserler yıkılmıştır. İslam’ın kılıçdarlığını yapan Türkler Hıristiyan Batı kültürüne ve emperyalizmine tercih edilmiş ve halen de edilmektedir. Öyle ki, Suudlar ABD ile her daim ittifak halindedirler. Katar’da ABD üssü ve on bin askeri, Bahreyn’de ABD deniz üssü, BAE beş bin civarında asker, Ürdün’de askeri üs, Irak, Suriye ve Körfez sularında da önemli sayıda ABD gücü bulunmaktadır. Mukaddes ve aziz sayılan topraklarda Müslümanların birbirine kırdırılması tuzağına düşenler insan hakkını, İslam ahlakını, İslam terbiyesini ve İslam adaletini savunabilirler mi? Hac gelirlerini hayır işlerinde mi kullanmaktadırlar acaba? Yoksa bu gelirleri silah almak, zenginliklerine zenginlik katmak, mezhepler arası çatışmayı körüklemek, terör örgütlerine yardım etmek maksadıyla mı kullanılmaktadır?

İslami kurallara göre yönetilen Arap dünyasında (S.Arabistan anayasası Kur’an ve Hz. Peygamber’in hayatı temel olarak hazırlanmıştır. Şeriat hükümleri uygulanmaktadır) asırlardır huzurlu, adil, insan haklarına önem veren, temiz, çağdaş bir nizam kurulamadığı gibi, İslam, günümüzde kişilerin düşüncelerine göre adeta yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. ’’İnsanlara merhamet etmeyen Allah’a merhamet etmez’’ diyen Hz. Peygamber’in sözünü kendilerine rehber edinmeyenlerin dünyası haline geldi bugünlerde İslam dünyası. Petrol ve doğalgaz ticareti Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda yaşayan 300 milyon Müslümanı sürekli karşı karşıya getirmekte, mezhepler, terör örgütleri, ticari ilişkilerden çıkar sağlamak isteyenler, zengin yaşamanın sırrını çözenler durdurulamaz bir savaşın içinde yer almaktadırlar. Müslümanları terör örgütleri vasıtasıyla birbirine kırdıran Hıristiyan Batı bu durumdan son derece memnun görülmektedir. Zira onlar istediklerini bu yolla almanın çok kolay olduğunu asırlardır bilmektedirler. Arap dünyasının cahiliye devrini yaşadığını gür bir ses haykırarak artık dile getirmelidir. Sayın Cumhurbaşkanının 14 Eylül 2011’de Mısır’da yaptığı konuşmada dile getirdiklerini Arap Dünyası ciddi bir şekilde dikkate almalıdır. Konuşmada dile getirdiği şu ifadeler çok önemlidir: ’’Türkiye'de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayip Erdoğanolarak Müslümanım ama laik değilim… Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ında laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın.’’ İşte birbirine düşen Arap dünyasının kurtuluşu yüzü dünyaya dönük, yürekten de dinine yakışır bir biçimde yaşamak olmalıdır. Yüce Allah’ın insanoğlunun doğru ve dürüst iş yapması dünyadaki olayları anlayabilmesi için gönderdiği ilk emir ’’OKU’’dur. Yani insanoğlunun cehaletten uzaklaşmasını emrediyor Yüce Allah. Ayrıca ’’Hucurat Suresi 6. Ayet’te Yüce Tanrı şöyle buyuruyor: ’’Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu etraflıca araştırın. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.’’ Müslüman dünyasını yaşanamaz hale getiren bu kavganın en önemli yerinde Hıristiyan emperyalizmi bulunurken diğer yanında da İslam’ın kendi değerleri ve aktörleri bulunmaktadır. Özellikle asırlardır devam eden Sünni-Şii kavgası İslam’ın belkemiğini adeta çatırdatmaktadır. Diğer taraftan birçoğunun Hıristiyan emperyalizmi tarafından kurulduğu ve desteklediği terör örgütleri İslam’ın bayraktarlığını yapabilirler mi?

Terör örgütlerine destek vermemesi (Müslüman Kardeşler, Deaş, El-Kaide, vb.), Yemen’de Şii Husi’leri desteklememesi, İran’la işbirliği yapmaması, El-Cezire televizyonunun yayın politikasını değiştirmesi ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) tarafından varılan anlaşmaların yerine getirilmesi konusunda 2,5 milyonluk KATAR’a bu uyarı niçin yapılmıştır? Katar emperyalizme soluksuz bir şekilde karşı mı çıkmaktadır? Katar Devlet’i halkına zulüm mü yapmaktadır? Halkı kurtarmak için ABD-İngiliz birlikteliğinde, S.Arabistan, İran, Katar ve diğer Arap ülkelerini içine alan yeni bir bahar mı gelmektedir? Bu konuyu da uluslararası ilişkileri değerlendiren akademisyenlere ve siyasetçilere bırakarak Katar nasıl bir ülkedir kısaca göz atalım:




Bu tablonun kısa özeti şudur: 

Dünya petrol rezervlerinin % 47,7’si, doğalgaz rezervlerinin de % 42,5’i Ortadoğu ve Arap Yarımadasında bulunmaktadır. Katar dünya petrol rezervlerini % 2,6’sına, doğalgaz rezervlerinin de % 13’üne sahiptir. Dünya sadece Ortadoğu ülkelerinin petrol ve doğalgazını kullanmaya kalksa yaklaşık 30-35 yıl (yeni rezerv bulunmazsa) bu rezervleri kullanabilir.

İran’ın giderek artan gücü karşısında telaşa düşen Arap ülkeleri Katar’ın, Türkiye ve İran’la yakınlaşmasını bahane ederek ABD ve İngiltere desteğini alarak Katar’a 5 emir vermeyi uygun görmüşlerdir. Zira Katar’da S.Arabistan’a yakın bir anlayışın iktidar olması Selefi Arap’ların Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda daha rahat bir iktidarın sahipleri olmalarını sağlayacaktır diye düşünmektedirler. Katar, 156.734.000.000 dolar GSYH’sı, 127.659 dolar kişi başına düşen milli geliri, 2.578.000 nüfusu (bu nüfusun tahminen % 20-25’i Kuveytli, diğerleri göçmen), dünya genelinde 335 milyar dolar, ülke içinde 170 milyar dolarlık yatırımı ve 2022 dünya kupasına ev sahipliği yapmayı hedeflemiş bir ülkedir. Diğer taraftan Katar’ın Türkiye yatırımlarının da 2002-2017 arasında yaklaşık 18 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. Katar, Kuzey Doğalgaz sahasındaki projeyi İran’la birlikte geliştirme çalışmalarına başlamıştır. Zira bu saha İran’a ait Güney Pars sahasında bulunmaktadır. Üretime başlandığında günlük 56.000.000 m3’lük ek bir üretim gerçekleşecektir.

Katar nüfusu itibariyle selefi bir anlayışa sahip olmakla beraber S.Arabistan ve diğer Arap ülkelerinin takip ettikleri iktidarda kalmak için radikal İslami örgütlerin yanında yer almamaktadır. El-Kaide gibi örgütleri yıllardır destekledikleri bilinen S.Arabistan ve BAE’leri selefi anlayışı kendilerinin iktidarlarının devamını sağladıkları için bütün İslam Dünyası’nda yaygın bir hale getirmek istemektedirler. Bu ülkeler diğer taraftan herhangi bir silahlı örgütleri bulunmayan Müslüman Kardeşler Hareketine karşı çıkmaktadırlar. Mısır en canlı örneğidir.

Şimdi burada sorulması gereken soru şudur: Arap Baharı ile bazı Müslüman ülkelere demokrasi, insan hakları ve hürriyet getireceğini dillendirenler acaba o tarihlerde S.Arabistan ve diğer Arap ülkelerindeki monarşik yapının yaptıklarını nasıl görememişlerdir? ABD’nin çok yüzlü siyaseti şimdilerde kendini S.Arabistan ile birlikte göstermektedir. Obama döneminde İran ile yakınlaşma, iktidar el değiştirdikten sonra yüzünü S.Arabistan’a çevirmiştir. İslam’ın böylesine terör örgütleri ile anılır hale gelmesi ve Hıristiyan Batının bitip tükenmeyen İslam düşmanlığı sonucunda acaba Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda sonunun nasıl biteceği belli olmayan bir mezhep savaşına hazırlık mı yapılmaktadır? Katar acaba merdivenin ilk basamağı mıdır?Yıllardır Arap dünyasına çok mesafeli olan Türkiye, son dönemlerde de çok sıkı fıkı bir politik yakınlaşma içine girmiştir. Arap ülkelerinin meseleleriyle uğraşmak tarihin bize bıraktığı bir miras olarak kabul edilmelidir. Ancak modern dünyada ülkeler arasında belli bir mesafeyi koruyarak münasebetlerin sürdürülmesi gerekmektedir.

Türkiye sadece şu soruyu sorarak Araplara doğru yolun ne olduğunu göstermelidir. Silahlanan Arap ülkeleri bu silahları kimlere karşı niçin kullanacaktır? Birbirlerine karşı kullandıklarını cümle âlem bilmektedir. Peki niçin? Türk insanı İslam’ın terör örgütleriyle birlikte anılmasına çok tepkilidir. 
Şu radikal grupların isimlerinden insanlar ürkmektedirler. ’’ El-Kaide, Hamas, Hizbullah, El-Fetih, IŞİD, ÖSO, El-Nusra, Haşdi Şabi, Bedir Tugayları, Haşdi Vatani, İslam Cephesi (Harekât Ahrar eş-Şam, Sukur eş-Şam, Ensar eş-Şam…), vb.  

Nahl Suresi 90. Ayette Yüce Allah şöyle buyuruyor:’’Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor:’’ Yüce Allah’ın bu ve diğer buyruklarını acaba kaç Müslüman hatırlamaktadır? Bu güzel ve özel öğütleri biz Türkler ve Araplar başka başka mı anlamaktayız? Ya da bu ve diğer ayetler Arapça’da başka anlama mı gelmektedir? Savaş, kan, gözyaşı, azgınlık, hayâsızlık, adaletsizlik, fakirlik, kalleşlik, iftira, Yönetenlerin Hıristiyan ülkelerle dost geçinerek lüks ve şatafat içinde yaşamak, daha neler neler… İşte Arap âleminin geldiği nokta. Sonuçta milyonlarca Müslüman kanı bir damla petrol, bir metre küp gaz için feda edilmektedir. Hanefiler, Malikiler, Şafiler, Hanbelîler, Şiiler, Hariciler, Mu’teziler, Maturidiler, Eş’ariler, Tarikat ve Cemaat mensupları Allah’ın doğruları yolunda yaşamak için bir araya gelebilir misiniz?

G.Washington Üniversitesinde yapılan çalışmanın niteliksel sonuçlarını kısaca özetlemek gerekirse: 1. KUR’ANI KERİM öğretileri batı kültüründe daha doğru uygulanmaktadır. 2. Müslüman ülkelerin çoğu İslam’a uygun hareket etmemektedirler. 3. Petrol yatakları bakımından Avrupa’nın zengin kaynaklarına sahip Norveç’te (yaklaşık bir milyar ton rezerv) petrol zengini kişi ya da aile bulunmamaktadır. Zira petrol gelirleri devlet tarafından yönetilerek halkın refahı için değerlendirilmektedir. Petrol zengini Müslüman ülkelerde petrol gelirlerinin tamamı Kraliyet Ailesine ya da Monarşi yönetimlerine aittir. Bu tarz bir çalışmayı aynı kıstasları alarak Müslüman bilim adamları yapsa acaba aynı sonuçlar elde edilebilir mi?

Netice itibariyle bu meselenin aslı, ABD ve İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’ya ve Arap Yarımadasına sahip olmak ve enerji kaynaklarını ele geçirmenin yanı sıra, genişletilmiş bir İsrail de onların en büyük arzusudur. Hazır kıta bekleyen Rusya ve Çin’e sömürü alanı bırakmamak için Türkiye dâhil bütün Ortadoğu ve Arap Yarımadası ve Müslüman ülkeleri karıştırmak ve birbirlerine düşürmek için ellerinden gelen her türlü desisenin peşindedirler. Ayrıca bütün olumsuzluklara rağmen Türkiye, Batı'nın Doğu'ya açılımında güçlü bir engel olarak durmaktadır. Türkiye’nin bu gücünü kırmak için hem içerden hem de dışarıdan her türlü mânianın önüne konulması gerekmektedir. Sahnelenen oyun budur.

Son günlerde ülkemizin gündemini meşgul eden dört konuya çok kısa değinmek istiyorum: 1. Türk Devleti’nin sınırları içinde ileride resmi dil olarak Kürtçe ve Arapça kullanılmayacağına göre; Tek Millet, Tek Dil, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet daha milli ve daha birleştirici olmaz mı? Malzeme arayan siyasiler sürekli eleştiri yapıyorlar ve diyorlar ki, bu 4 parmak Mursi’nin Rabiası mı? Yoksa Hz. Ali’yi şehit eden Muaviye’nin 4. Halife olduğunun işareti midir? 2. Adalet yürüyüşü Türkiye’nin içinde bulunduğu şu kaotik ortamda uygun mudur? Diğer taraftan CHP’nin adalet anlayışı CHP’nin Adalet eski Bakanının şu sözlerinde yıllarca önce yerini bulmuştur: ’’…1995 İstanbul Kongresi'nde? Ben CHP'lileri işe almayacağım da MHP'lileri mi alacağım? Demiştim.’’ (o dönem 2000 civarında hâkim ve savcı alındığını gazeteler dile getirmişti) Ne demokratik, ne özgürlükçü ve de insan haklarına yakışır bir ADALET anlayışı değil mi? Adaleti önce fikirlerde sonra yürümekle aşınmayan yollarda arasak daha iyi olmaz mı? 3. Sayın Başbakan Fetöcü’lerden Yunanistan’a kaçanları isteyerek diplomatik bir ikazda bulunmuş ve çok doğru bir yaklaşım sergilemiştir. Ne var ki, bu arada da Adalar Denizi’nde (Ege) işgal edilmiş adalar, adacıklar, kayalar, kayacıkları da isteseydi daha da güzel olmaz mıydı? Kırılan gururumuzu kurtarmamız için işgal edilen yerleri mutlak surette geri almalıyız. Kıbrıs’ta sakın ola bir karış yer verilmeye Millet üzülür, Devlet sarsılır. 4. 1992 yılından beri madencilik sektörü zeytin meselesini gündeme taşır ve gereksiz tartışmalar yapılır bir sonuç alınamadan toplantılar dağılırdı. Aradan geçen 25 yıl zarfında değişen bir şey yok. Zeytinlikler yine yok edilmeye çalışılıyor. Birçok zeytin bölgesinde yazlıklar, taştan yapılmış çirkin binalar almış başını gidiyor. Türkiye dünyada 170 milyon zeytin ağacı ile (27 milyonu meyve vermeyen ağaç) 2. sırada, 397 000 ton sofralık zeytin üretimiyle 3. sırada, 143.000 ton zeytinyağı üretimiyle 5. sırada yer almaktadır. 
Zeytincilik sektörünün ihracatı 171.100.000 dolardır.

Tanrı’nın bile kutsal saydığı zeytin ağacını İslamiyet’e inanmış maddeyi sadece şekil olarak gören Müslümanlar; Kur’an-ı Kerim’de zeytin ve ağacından bahseden 7 ayet olduğunu biliyor musunuz? En’am 99 ve 141, Nahl 11, Mü’minûn 20, Nur 35, Abese 29, Tin 1 Ayetlerini okumak insafınızı dile getirebilir mi? Bilemem.Nur Suresi’nin 35.Ayeti’nin meali aynen şöyledir: ’’Allah, göklerin ve yerin Nûru’dur. O’ nun nûru, şöyle bir misalle anlatılabilir: İçinde lamba bulunan bir fanus; lamba kristal bir cam içinde; kristal de sanki inciden bir yıldız. Lamba, doğuya da batıya da ait olmayan kutlu, pek bereketli bir zeytin ağacından yakılıyor; öyle ki, yağı daha ateş değmeden hemen kendiliğinden ışık veriverecek. Nur, yine nur. Allah, kimi dilerse onu nûruna iletir. Allah, (gerçeği anlamaları için) insanlara böyle misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.)’’

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2017/06/30/8670/islam-dunyasi-ve-katar-meselesi

***

Almanya Türkiye'nin Savunma ve Güvenliğini Mi Hedef Alıyor?

Almanya Türkiye'nin Savunma ve Güvenliğini Mi Hedef Alıyor?

Yazar: Cahit Armağan Dilek
24 Temmuz 2017 Pazartesi

Almanya ile Türkiye arasındaki ilişkiler sonu henüz öngörülemeyen bir kötüleşme sürecine girmiş gözüküyor. Son 1-2 yıldır Türkiye ile Almanya arasındaki krizler bitmek bilmiyor. Önce gelişmeleri bir özetleyelim.




Geçen yıl Suriyeli mültecilerin Avrupa'ya geçişi ve geri kabul anlaşması bağlamında ortaya çıkan krizler İncirlik'teki Alman askerlerinin Alman milletvekillerince ziyaret edilmesine izin verilmemesi ile krize yeni bir halka eklenmişti. 16 Nisan'daki anayasa referandumu sürecinde Türk Bakan ve milletvekillerinin Almanya'da miting yapmasına izin verilmemesiyle krizler yeni bir boyut kazandı. Bu arada İncirlik ziyaretine izin çıkmaması nedeniyle İncirlik'teki Alman savaş uçaklarının ve askerlerinin Ürdün'e taşınması kararı alındı ve uygulamaya geçirildi.

Bunu bir Alman medyasına çalışan gazetecinin PKK terör örgütüne yardım yapmak gerekçesiyle Türkiye'de tutuklanması izledi. Hemen peşinden Alman milletvekillerinin Konya'daki askeri üste bulunan Alman askerlerini ziyaretine izin verilemesiyle kriz ve gerginlik büyüdü. Bunu takip eden günlerde İstanbul Büyükada'da insan hakları aktivistleri olarak bilinen aralarında Alman vatandaşının da olduğu kişilerin toplantı halindeyken yakalanıp tutuklanması Alman hükümetinin sert tepkisine yol açtı.

Alman Dışişleri Bakanı önce sabrımız bitti dedi sonra Türkiye politikamızı değiştiriyoruz dedi, peşinden Türkiye'ye gidecek Alman vatandaşlarına güvende değilsiniz tutuklanabilirsiniz uyarısı yaptı. Ayrıca Türk hükümetinin Türkiye'de iş yapan Alman şirketlerini terör bağlamında soruşturduğunu belirtip Türkiye'de iş yapan firmalara kredi veremeyeceklerini ima ettiler. Son açıklamalarında da Türkiye ile ilgili askeri projeleri ve ticari ilişkileri gözden geçireceklerini belirttiler. Hatta Türkiye'nin güvenilir bir ortak olmaktan uzaklaşmakta olduğunu ifade ederek NATO içinde ve diğer askeri ortaklıklarda işbirliğinin tehlikeye girebileceği imasında bulundular.

Almanya'dan gelen bu açıklamalara karşın Türk hükümeti tutuklananların terör suçlamasıyla tutuklandığını, Alman firmalarına yönelik terör soruşturmasının olmadığını, Almanya'nın suçlamalarının haksız olduğunu, Türkiye'ye dayatma yapılamayacağı gibi ifadeler içeriyordu.

Bu kapsamdaki son gelişme ise Türkiye'yi zorda bırakacak türden. Alman İçişleri bakanlığı Türkiye'nin teröre destek veriyor iddiasıyla kendilerine verilen ve 600'den fazla Alman şirketini içeren listenin Türkiye tarafından geri çekildiğini açıkladı. Almanya Cumhurbaşkanının da Türkiye'ye muhtemel yaptırımları destekleyen ve diplomatik anlamda ağır sayılabilecek açıklamasını da unutmamak gerekir.

Almanya krize hazırlıklı, alternatifleri hazır, Türkiye günlük hamleler yapıyor kriz yönetimi yapamıyor

Her iki tarafın açıklamalarına, krizi ele alışlarına bakılıra Almanya'nın baş gösteren krizlerin daha da derinleşebileceğini öngörüp alternatifler hazırladığını ve kartlarını peşpeşe masaya sürdüğünü görüyoruz. Türkiye ise tepkisel bir politika izler görüntüsünde. Halbuki günümüzde hem günlük hayatta, hem meteorolojik şartlarda, hem güvenlik ortamında hem de iç ve dış siyasette olağanüstü beklenmedik gelişmeler yaşanmaktadır.

Bunun içindir ki ülkeyi yönetenler ve kurumlar sorumlu oldukları alanda kriz yönetimi üzerinde çalışmalı, alternatif hal tarzlarını belirlemeli dış politikada karşı tarafın neler yapabileceğini bunların Türkiye'ye etkilerini değerlendirip Türkiye'nin nasıl karşılık vermesi gerektiğini belirlemiş olmalıdır. Bu bağlamda Almanya'nın Türkiye ile krizi kendi lehinde yönlendirmede başarılı olduğunu görüyoruz. Çünkü kriz yönetimine hazırlıklı olmayan Türk hükümeti belki de en son söyleyeceğini ilk hamlede söyleyip onun da gereğini yapamayınca geri adım atmak zorunda kalıyor ve krizde kaybeden taraf oluyor.

Türk-Alman krizinden kim zararlı çıkar?

İki ülke arasında bir kriz yaşandığında sadece tek tarafın kayıplar yaşayacağını düşünmek doğru değil ancak bir tarafın çok büyük zararlar yaşarken diğer tarafın zararlarının simgesel boyutta kalması mümkün. Bunu anlamak için Türkiye ile Almanya arasında ilişkilere özet olarak bakalım.

Ticari ilişkiler dış ticaret açığı Türkiye aleyhinde artarak büyüyor. Türkiye'ye gelen turistler içinde Alman turistlerin payı %11 civarında. Türkiye ihracatının ortalama %10'unun Almanya'ya yapıyor.  İthalatının da yine yaklaşık %10'unu Almanya'dan yapıyor. Almanya ise ihracatının %1.6'sını Türkiye'ye, ithalatının ise %1,3'ünü Türkiye'den yapıyor. Buna göre Almanya'nın dış ticaret listesinde Türkiye en fazla ticaret yapılan 20inci ülke iken Türkiye'nin dış ticaret listesinde Almanya en fazla ticaret yapılan 1inci ülke durumunda. Türkiye'ye doğrudan yatırım yapan ülkeler sıralamasında Almanya %6.3'lük payla 6ncı sırada. Türkiye'de iş yapan yabancı sermayeli şirket sayıları bağlamında ise 6879 şirketle Almanya açık ara 1inci sırada. 

Askeri ilişkiler bağlamında özellikle Türk Deniz Kuvvetlerinin yoğun bağlantıları var. Örneğin denizaltılar ve savaş gemilerinin makineleri Almanya'dan alınıyor. Yine Alman patentli üretilen savaş gemilerinin/denizaltıların birçok yedek parçası bağlamında Almanya ile bağlantılı ve ilişkilerin devamı kritik önemde. Ayrıca tankların motorları (ki şuanda artık alınamıyor) da Almanya'dan alınmak durumundaydı.

Bu bilgiler şunu gösteriyor. Krizin derinleşmesi ve Almanya'nın ambargoyu andıracak tedbirleri uygulamaya geçirmesi, ticari ilişkilerin durma noktasına gelmesi ve turist sayısının azalması halinde Türk ekonomisini hissedilir derecede etkileyecektir. Ayrıca 1991'de tankların PKK'ya karşı kullanılmasını engellemek üzere tank satışlarını durdurduğu gibi şimdi de Türk Deniz Kuvvetlerine yönelik benzer bir ambargoya yönelmesi Deniz Kuvvetlerinin faaliyet etkinliğinin düşmesine yol açabilir. Ege ve Doğu Akdeniz (Kıbrıs ve çevresi)'deki kritik gelişmelerin yaşandığı bu dönemde bu husus Türkiye için istenmeyen bir durum oluşturacaktır.

Almanya demek AB demek

 Ayrıca derinleşecek kriz Almanya'da yaşayan Türk vatandaşlarının durumunu da zora sokabilecektir. Diğer taraftan Almanya'yı sadece Almanya olarak görmek de doğru değildir. İngiltere'nin AB'den çıkma kararıyla birlikte Almanya'nın AB içindeki lider pozisyonu daha da belirginleşmiştir. Dolayısıyla Almanya ile yaşanan her sorun AB ile yaşanan sorun olarak karşımıza çıkması ya da AB'nn diğer üyelerinin de karşımızda Almanya'nın yanında yer almasıyla sonuçlanacaktır. Hollanda, Belçika, Avusturya ile yaşanan ve şimdilik sönümlenen krizler bunun işaretleridir. Ege ve Kıbrıs'ta Yunan tarafıyla yaşanan anlaşmazlıklarda karşımızda ya da masada AB'nin de yer alması bunun bir başka işaretidir. Ege'de Suriyeli mültecilerin Avrupa'ya geçişini önlemek üzere görevlendirilen NATO kuvvetinin Alman amiral ve Alman savaş gemisi liderliğinde sürdürülmesi bunun bir başka örneğidir.

Ne yapmalı?

Almanya Türkiye ile krizi yönetirken Alman hükümetinin yaklaşan seçimleri de dikkate alarak bir iç politika malzemesi olarak kullandığı dikkate alınması gerektiği gibi Almanya'nın artık AB lideri olarak küresel politikalara yöneldiğini, Ortadoğu'ya yönelik politikalarını hayata geçirmek bağlamında Türkiye ile çakışan çıkarları olduğunu da görmek, politikalar ve hal tarzları belirlenirken bunları da dikkate almak gerekiyor.

İkili ilişkilerde dengenin büyük oranda Almanya lehinde bozulmuş olması illaki Türkiye'nin kaybedeceği zarar göreceği anlamına gelmiyor. Ancak şuan oluşan durum ve denge Türkiye aleyhinde bir sonucun habercisidir. Almanya krizde insiyatifi ele geçirmiş gibi ve daha sert açıklamalarla adeta Türkiye'ye yüklenmeye devam ediyor. Süreç ekonomik/ticari bir ambargoya dönüşmese de ya da Almanya iş bu yönde tırmandırmayacak olsa da dış politikanın en önemli unsuru olan askeri gücün kullanılmasını sekteye uğratacak şekilde Türkiye aleyhinde bir durumu yaratacak şekilde sınırlı tutabilir. Ve görünürde sınırlı olan bu durum Türkiye için kritik bir durum yaratacaktır. Yani Almanya'nın alacağı tedbirlerin sonucunda Türkiye'nin savunma ve güvenliğini olumsuz etkileyecek bir durum oluşabilir. Almanya böylelikle hem ekonomik bir zarar görmez hem de Türkiye'yi kendi politikalarına uygun davranmak zorunda bırakabilir.

Bu bağlamda ayrıca 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Almanya'nın kendi ülkesine sığınan FETÖcülere yönelik tavrı, darbe girişimi öncesinde ortaya çıkan değişik gizli dinleme olayları, FETÖ ve PKK dahil Türkiye'ye karşı terör eylemlerinde bulunan örgütlere yönelik koruyucu yaklaşımı Almanya'nın Türkiye'nin savunma ve güvenlik alanında zafiyet oluşmasında zımnen de olsa dahil olduğunu işaret etmektedir. Ayrıca bugün AB lideri konumundaki Almanya'nın geçmişte de Türkiye'nin AB üyesi olmasını engelleyen asli güç olduğunu da unutmamak gerekir.

Ancak durumu iyi analiz eden, gerçekçi değerlendiren, milli güç unsurlarının farkında olan, karşı tarafın zayıf ve kuvvetli yönlerini iyi analiz eden bir Türkiye kendi çıkarlarına en uygun hal tarzını kabul ettirecek güçtedir. Bu kapsamda örneğin Almanya'nın hasbelkader zengin olduğunu söylemenin gerçeklerle yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Almanya'nın nasıl zengin olduğu milli güç unsurlarının iyi bir analiziyle çok net şekilde ortaya çıkacaktır. Yeter ki karar alama sürecini kurumsal olarak uygulasın yeter ki devletin kurumlarının bilgi birikimin farkına varsın. Tabi bu arada evrensel değerlerin ve kavramların da özünü kavrayarak genel yaklaşım ve suçlamalardan vazgeçsin.

Türkiye, Almanya ile yaşanan krizin karşı tarafın bir gazetecinin ya da bir insan hakları aktivistinin tutuklandığı iddialarıyla derinleştiğini hatırlayarak, bir anlamda empati yapmayı, terör ifade özgürlüğü fikir hürriyeti basın özgürlüğü gibi alanlarda evrensel değerler bağlamında daha dikkatli adımlar atmalıdır. Kişiler üzerinden değil de ilkeler ve değerler üzerinde hareket edildiğinde tutarlı olunacağı bununda başarı getireceği unutulmamalıdır. Unutulmaması gereken diğer husus da dış politikanın en önemli hatta belki de tek destek unsuru olan askeri güç yani Ordu'nun olduğudur. İşte Türk hükümeti hem iç hem de dış politikasını belirlerken ve uygularken askeri gücünün etkisiz hale getirecek sonuçların oluşmasına izin vermemeyi esas almalıdır.

Bugün Suriye'de Irak'ta, Ege'de Kıbrıs'ta dış politikada etkisiz kalınmasının arkasında dış cepheyi yani Atatürk'ün deyimiyle gücü kuvveti temsil eden Türk Ordusunun kumpas davaları ve sonrasındaki FETÖ darbe girişimiyle caydırıcılığın zedelenmesi olduğu görülmelidir. Belki de bunun içindir ki ABD ve Almanya Türkiye ile krizleri tırmandırıp kendi politikalarını dayatma cesareti bulabiliyorlar. 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2017/07/24/8680/almanya-turkiyenin-savunma-ve-guvenligini-mi-hedef-aliyor


***

16 Temmuz 2017 Pazar

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 10

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 10

SONUÇ VE TEKLİFLER 

1. SONUÇLAR: 

1.1. Siyasi ve sosyal sonuçlar 

- Demokrasilerde, “milli iradenin” dokunulmazlığı esastır. Türkiye’de her on yılda bir gerçekleştirilen darbeler, “milli iradeyi” yok ederek, demokrasinin kesintiye uğramasına yol açmış; Türkiye’nin “kanun devletinden”, bir “hukuk devletine” dönüşmesini engel olmuştur. Milletin temsil hakkını tehlikeye düşürecek her müdahale demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi evrensel değerleri 
çiğnemek anlamına gelmektedir. Millet iradesinin sürekliliği ve aksatılmaya uğratılmaması temsili demokrasinin temelidir. Bu yüzden demokrasi, her koşulda korunması gereken ve kültür benliğimize nakşedilmesi gereken bir değerdir. 

- Sivil toplumun gelişmesi halkın huzur ve refahının sağlanmasıyla, eğitim seviyesinin ve demokrasi bilincinin gelişmiş olmasıyla mümkündür. Bunun için ise siyasi ve iktisadi istikrarın kalıcı olmasının zaruridir. Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, siyasi ve ekonomik istikrarın olduğu dönemlerde iktisadi ve sosyal kalkınma hız kazanmış; buna mukabil istikrarsız dönemlerde istikrarsızlığın bedelini tüm millet ödemiştir. Darbelerin meydana geldiği ara rejim dönemlerinde, ekonomide yüzlerce milyar lirayı bulan kayıplar yaşanmış; bu dönemlerde ortaya çıkan çıkar çevreleri ve rantiye sınıfı merkezi bütçeden en büyük paya sahip olmuş; finansal vurgunlar yapılmış, milletin vergileriyle oluşan merkezi bütçe talan edilmiştir. 

- Türkiye’deki darbelerin sosyal, siyasal, psikolojik ve önemli ölçüde ekonomik boyutlarının olduğu bilinen bir gerçektir. 28 Şubat müdahalesi de bu etkenler etrafında şekillenerek darbeyi yapanlar açısından söz konusu boyutlar manipülasyon aracı olarak kullanılmıştır. Bu çerçevede 28 Şubat müdahalesini karakterize eden iki ana unsurdan bahsetmek mümkündür. 

- Bir yönüyle ülkede gelişen olaylar karşısında psikolojik ortamın da etkisiyle halkın verdiği tepkiler, diğer tarafta ise devlet içinde bu refleksleri değerlendirerek siyasete müdahale etmeye çalışan yapılar karşımıza çıkmaktadır. Sivil ve askeri bürokrasinin yürütme organına karşı yürüttüğü bu mücadelede halk hem darbe sürecine maruz bırakılmış hem de “halkın hassasiyetleri” öne sürülerek müdahale için bir araç olarak tercih edilmiştir. 

- 28 Şubat’ın ekonomik boyutunun dış etkenlerle birleştiği düşünülen yönünde ise, dönemin Refah-Yol Hükümetinin bir dış politika tercihi olarak kullandığı Müslüman ülkelerle diyalog önceliğinin, belli sivil-askeri bürokrasi çevrelerinde “Laik Cumhuriyeti tehdit eden bir olumsuzluk” olarak formüle edildiği görülmüştür. 

-Buna göre Türkiye’nin Batı sisteminin dışına çıkmaması esastır. Bununla birlikte “havuz sistemi” diye tabir edilen ekonomi politikası düşüncesine karşı, sermaye akışlarının belli bir ideolojik birliktelik temelinde odaklanmasının hedeflendiği ve bunun önemli ölçüde gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Bu durum, ekonomik anlamda refah düzeyi yüksek kesimlerin büyük ölçüde laikliğin savunuculuğunu yapan sivil-askeri bürokratik elitleri desteklemesi, diğer tarafta yer alan ve çoğunluğu oluşturan görece düşük gelir seviyesindeki kesimlerin ise muhafazakar değerler etrafında kümelenmesi sonucunu doğurmuştur. 

- 28 Şubat dönemine damgasını vuran ve siyasi ve kültürel yönleri daha ağır basan laik-muhafazakar bölünmüşlüğü doğal olarak siyasete de yansımıştır. 28 Şubat atmosferinde hem ülke ekonomisinin gelişmesi yönündeki hamlelerin hem de demokrasi ve insan hakları gibi her milletin hak ettiği evrensel değerlerin geliştirilmesini engelleyen çatışmacı bir siyasetin hüküm sürdüğünü söylemek mümkündür. 

- Koalisyon hükümetinin icraatlarının halka hizmet yönüyle ve ekonomik değer yaratma potansiyelinden ziyade “Türkiye İran mı oluyor?” benzeri sorgulama larla değerlendirildiği görülmektedir. Yapısal olarak “Hükümetin emrindeki” askeri bürokrasinin diğer sivil aktörlerle birlikte, irtica tartışmalarının toplum nezdinde alevlendirilmesinde ve hükümete karşı kullanılmasında öncü rol oynadığı anlaşılmıştır. Bu darbeye yeltenenler açısından toplumdaki dindarlaşma eğilimi Refah Partisinin iktidara gelmesiyle belgelenmiş olmaktadır. 

- 28 Şubat sürecinde özellikle laiklik tanımıyla şekillenen ideolojik tercih, kendisi hariç her türlü farklılığı dışlamış ve düşman olarak görmüştür. Bu yaklaşım irtica kavramını kendi belgelerinde “iç tehdit” başlığıyla resmileştirmiştir. Sivil ve askeri bürokrasinin gücü elinde bulunduran bir bölümünün verdiği kötü sınav, içinde bulundukları Türk Silahlı Kuvvetleri, yüksek yargı ve üniversiteler gibi çok önemli hizmet birimlerinin halkın gözünde “milletin kültür ve kimlik değerleriyle kavgalı” birer yapı olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. İrtica temelinde harekete geçirilen ve diğer kamu kurumlarına da sirayet ettiği görülen fişleme dalgalarının yarattığı mağdurlar hiç şüphe yok ki bu sürecin en dertli tanıkları olmuşlardır. 

- Meselenin silahlı kuvvetler açısından belki de en can alıcı kısmı müdahaleyi normal veya rutin bir prosedür olarak görme alışkanlığıdır. Harp Okulu müfredatı almak suretiyle siyaseti yönetmeye talip olmak çözülmesi gereken en öncelikli sorundur. Siyaset kurumuna, siyasetçiye ve genel olarak sivilliğe öncelikle güvensizlik duygusu perspektifinden bakan asker zihniyetinin değişmesi ordunun itibarına önemli bir katkı sağlayacaktır. Bu bakış açısının 28 Şubat sürecinde etkin olan diğer çevreler açısından da değişmesi, Anadolu ve taşranın temsil ettiği muhafazakarlığa tepeden bakan anlayışın terk edilmesi önem taşımaktadır. 

- Türk Silahlı Kuvvetlerinin devletin idari yapılanmasındaki ana unsurlar ile demokrasinin yaşamasına katkı sağladığı düşünülen basın, üniversite ve sivil 
toplum kuruluşları üzerindeki ölçüsüz etki ve baskısı 28 Şubat darbesini kaçınılmaz kılan esas resmi gözler önüne sermiştir. Ordunun bu faktörleri kullanmak suretiyle mesaisinin önemli bir bölümünü milletin iradesiyle iş başına gelen bir 

Hükümeti düşürmeye harcadığı görülmüştür. Askerin yasal olarak kendisine tanınan sınırı ihlal ettiği ortadadır. Bu süreçte oluşturulan güvensizlik ve korku 
havası döneme damga vuran özelliklerden biri olmuştur. Bir anlamda toplumun, karar alma mekanizmalarının ve ekonominin militerleştirilmesine teşebbüs edilmiştir. 

- Bu yönleriyle 28 Şubat sürecini şekillendiren bürokratik ve sivil yapıların, yöneticileri veya etkin konumdaki personelin elinde deyim yerindeyse 
“oyuncak edildiği” anlaşılmaktadır. Başta fişlemeler olmak üzere, kurumsal düzeyde atılmış olan her keyfi adımla birlikte 28 Şubat’ı gerçekleştirenlerin kendi hukuklarını “hukuksuzluk” temelinde oluşturduklarını göstermiştir. Bu açıdan bakıldığında, esas olarak yasal mevzuatın darbe teşebbüslerine açık kapı 
bırakmayacak şekilde gözden geçirilmesi önem taşımaktadır. 

- 28 Şubat müdahalesi, bir ülkenin ordusunun siyasileşmesini ortaya koyması açısından son derece dikkat çekici bir sürece işaret etmektedir. 
Nitekim Komisyonumuza gelen resmi belgeler ışığında ifade etmek gerekirse, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Refah Partisine olan menfi bakışını iktidara 
gelmeden önce belli ettiği görülmüştür. Koalisyon kurulduktan sonra iktidardan düşmesi için yapılanlar ise kamuoyunun gözü önünde cereyan etmiştir. 
Bununla birlikte, asker dışında sürece katkıda bulunan unsurların etkiye açık veya kullanılmaya müsait görüntüleri de demokratik değerler açısından 
sorgulanmaya muhtaçtır. 

- 28 Şubat’ın geneline bakıldığında asker-toplum ilişkisi açısından ibret alınacak yönlerinin olduğu görülmüştür. Ordu daha önce yapılan darbelerden farklı olarak doğrudan silah tehdidiyle değil, başka bürokratik, siyasi ve toplumsal aktörlerle bu süreci yürütmüştür. Bir bakıma darbeyi kurumsallaştırmıştır. Darbe sürecinde yer aldığı düşünülen ve millet iradesi kavramıyla barışmak gibi bir yol ayrımında olan tüm kesimler için vicdan muhasebesi sürecinin devam ettiği ümit edilmektedir. 
Gelişmiş ekonomi ve siyasi istikrar darbe teşebbüsleri önündeki en önemli bariyerlerdir. Demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesine yönelik olarak alınacak her karar mağdur olmuş vatandaşlarımıza ödenmesi gereken özür borcunun anlamlı noktalarını teşkil edecektir. 

- Sonuç olarak, denilebilir ki, 28 Şubat’ta bir Türkiye klasiği bir kez daha sergilenmiştir. Bu klasiğin adı Türkiye’de Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana asker ve sivil bürokraside var olan ve zaman zaman gün yüzüne çıkan “atanmış-seçilmiş” veya “devlet-hükümet” çekişmesidir. Bir Batılının asla anlayamayacağı bu düşüncenin arka planında, Türkiye’de kendisini devletin gerçek sahibi olarak gören bazı bürokratların, toplumun içinden çıkan seçilmişlere yönelik derin 
güvensizlikleri yatmaktadır. Bu hastalıklı düşünce sahiplerine göre, Türkiye’de seçilmişler, bir başka deyişle siyasetçiler, nihai tahlilde, kendi menfaatlerini 
milli menfaatlerin üzerinde gören kişilerden oluşmaktadır. Bu nedenle, siyasilerin, devlet ve devlet aygıtı tarafından, her zaman ve her şart altında 
yakından takip edilmesi ve gözetlenmesi zaruridir. Bu anlayış, 1982 Anayasasındaki askeri ve yargı vesayetinin arkasında yatan ana etkendir. 

1.2. Ekonomik sonuçlar: 

 - 28 Şubat sürecinde, kamu ve bankalar asli görevlerinden uzaklaşmışlardır. Popülist politikaların finansmanı amacıyla kamu bankalarının kullanılması bu 
bankaların görev zararları yazmalarına neden olmuştur. 2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının 
ülkeye maliyeti 21,9 milyar dolar seviyesindedir. Öte yandan yüzde 100 mevduat garantisi altında özel sektör bankaları zayıf denetim altında toplamış oldukları fonları geri dönüşü olmayan ekonomik birimlere transfer etmeleri, öz kaynakları yetersiz ve küçük ölçekli özel bankaların risklere karşı kırılganlığını artırmıştır. Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin yönetimlerine TMSF tarafından el konulmuştur. TMSF’nin yönetimlerini devraldığı 25 banka için 31,4 milyar dolarlık kaynak ihtiyacı doğmuştur. Sonuç olarak özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyetinin 53,3 milyar ABD doları olduğunu ifade edebiliriz. 

 - Türkiye’de yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak artan faiz oranları bir taraftan özel sektör yatırımlarını dolayısıyla da büyüme sürecini olumsuz 
etkilerken, diğer taraftan da bankacılık kesiminin asli görevinden uzaklaşmasına ve daha çok Hazinenin fon ihtiyacına cevap verecek yapıya bürünmelerine 
neden olmuştur. 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara 
olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır. 

 - Devlet iç borçlanma senetlerinin bankaların toplam aktiflerindeki payı 1990 yılında %10 iken, bu oran 1999’da %23 seviyesinde gerçekleşmiştir. 
Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi milli hasılaya oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir. 

 - Bunun yanında ilgili dönemde hükümetlerin yapısal sorunlara kayıtsız kalması ve popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz oranlarını teşvik 
etmeleri kısa vadeli sermaye akımlarını teşvik etmiş ve kur-faiz arasındaki makasın açılmasına neden olmuştur. Böylesi durumlarda ekonomi kısa vadeli sermaye akımlarına karşı bağımlılık katsayısı yükselmekte ve meydana gelen cari açığın sürdürülemez boyuta ulaştığının hissedilmesinin akabinde sermaye çıkışlarının yaşanması, iktisadi büyümeyi olumsuz etkilemekte ve büyüme performansını istikrarsız kılmaktadır. Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ani sermaye çıkışlarının ardından ekonomide %6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde %9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. 

İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi milli hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir. 

 - Fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve karlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye 
girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994-2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3 ve Meksika’da %3,2 düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran %0,4 seviyesindedir. 
Milli gelirin %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar $ daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını 
söyleyebiliriz. 

 - Öte yandan ulusal parada değer kaybının beklenen etkileri vermesinde ihracat ve ithalatın talep esneklikleri önemlidir. İthalatın ve ihracatın talep 
esnekliğinin yüksek olması devalüasyondan beklenen sonucun alınmasına yardımcı olmaktadır. Tersi durumda ise ihracat ve ithalat rakamları arzulanan 
büyüklükte gerçekleşebilmektedir. Bu açıdan Türkiye’de 2001 yılında meydana gelen devalüasyon sonrasında ihracat, ithalat ve dış borçlar bağlamında aynı 
miktarda yabancı para karşılının daha fazla mal ve hizmet satışı ile gerçekleşmesi nedeniyle kazançtan ziyade maliyet unsuru olmuştur. Ulusal paradaki değer kaybının öncesi ve sonrası kıyaslandığında ihracat, ithalat ve dış borç servisi bağlamında kriz yaklaşık 13,8 milyar dolarlık ek maliyet getirmiştir. 

 - Bunun yanında IMF ile yapılan görüşmeler sonrasında varılan mutabakatlar doğrultusunda 2008 yılına kadar destek kredisinin alınmaya devam edildiği 
görülmektedir. Buna göre 2000-2008 yılları aralığında IMF’den yaklaşık 48,7 milyar dolar destek kredisi alınmış, alınan bu kredinin maliyeti 6 milyar $ 
seviyesinde gerçekleşmiş ve ABD doları bazında %12,3 gibi oldukça yüksek faiz oranından borç alınmıştır. 

 - Türkiye’deki askeri müdahalelerin önemli nedenlerinden birisi askeri kesimin gelir düzeyinin, dolayısıyla da hayat standartlarının gerilemesidir. 
1960 askerî darbesi sonrasında kurulan OYAK’ın 28 Şubat sonrasında siyasal etkinliğini kullanarak finans sektöründe, özellikle de bankacılık alanında önemli 
gelişmeler kaydetmiştir. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen OYAK 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra üçüncü 
sıraya yerleşmiştir. 

2. Teklifler: 

- Ülkemizde demokrasiye müdahale eden tüm darbe ve muhtıralar ile demokrasiyi işlevsiz kılan diğer bütün girişim ve süreçlerin tüm boyutlarıyla araştırılarak, alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kanunla TBMM çatısı altında bir daimi Komisyonun kurulması, 

- Türkiye'de darbelerin zemin bulmasının gerçek sebebi, demokrasimizin güçlü olmamasıdır. Güçlü bir demokrasi, muasır medeniyete ulaşmış dünyada uygulanan evrensel demokratik hukuk normlarının, insan hak ve hürriyetlerinin benimsenmesiyle mümkündür. Bu doğrultuda, Avrupa Birliği katılım ortaklığının 
sağlanmasıyla ilgili gerekli reformlara devam edilmesi, 

- Demokrasinin olmazsa olmazı siyasi partilerdir. Siyasi partilerin ve siyasetin kurumsal kimliklerinin güçlendirilmesi için önündeki hukuki ve idari engellerin 
kaldırılmasıyla ilgili yasal düzenlemelerin yapılması, bu maksatla darbe dönemlerinden kalma Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, Yüksek Seçim Kurulu Kanunu gibi mevzuatın gözden geçirilmesi, 

- Ülkemizde demokratikleşme adına atılan her adımın karşılaşılan bir kriz sonucunda gerçekleştiği görülmekte, bugün itibariyle yakın tarihi ve özellikle darbe geçmişi ile yüzleşen Türkiye’de darbe ürünü olan tüm yasa, tüzük, yönetmeliklerin yeniden gözden geçirilmek suretiyle, başta Türkiye Cumhuriyeti 
Anayasası’ndaki askeri vesayet unsurları olmak kaydı ile ortadan kaldırılması ve olağan bir süreç içerisinde milletin arzuladığı çağdaş normlara uygun 
demokratik adımların atılması, yeni Anayasa çalışmalarının bir an önce Uzlaşma Komisyonu’nca neticelendirilmesi. 

- Tarafsız ve bağımsız bir yargı sisteminin oluşturulabilmesi için “yargıda teklik prensibi” gereğince, Askeri İdare Mahkemeleri ve Askeri Yargı Kurumlarının 
kaldırılması, sadece disiplin suçları açısından askeri düzenlemelerle sınırlı kalması için yasal düzenlemeler yapılması, 

- TBMM çalışmalarını düzenleyen TBMM İçtüzüğü hükümlerinin günün şartlarına ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak yeniden düzenlenmesi, TBMM Araştırma 
Komisyonlarının çalışmalarıyla alakalı tanımların ve kısıtlamaların kaldırılması, 

- Türkiye’de ve dünyadaki darbelerin bilimsel çerçevede siyasi, sosyolojik ve ekonomik boyutlarının incelenmesi amacıyla, Ankara'daki bir devlet üniversitesi 
bünyesinde “ Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Darbeleri Araştırma Enstitüsü ” kurulması, 

- Darbelerde mağdur olan kişiler ve hak kayıplarıyla ilgili yeni bir TBMM Araştırma Komisyonu kurularak, tüm mağdurlar hakkında inceleme yapılması, 

- Darbeler döneminde yapılan fişlemeler, andıçlamalar vb. faaliyetler ile tutulan dokümanlar ve fişlerin, varsa af kapsamı dışında tutulanların adli sicil 
kayıtlarının yeniden gözden geçirilerek, imha edilmesi, 

- Sivil veya kamu görevlisi olarak adı darbe ve işkence olaylarına karışan kişilerin isimlerinin kamu kurum ve kuruluşları ile kamuya açık yer ve tesislere 
verilmemesi, verilenlerin kaldırılması, 

- 12 Eylül askeri darbesinden üç yıl sonra Danışma Meclisi tarafından çıkarılan 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunundaki “iç tehdit” ifadesinin 
tarif edilerek somut hale getirilmek suretiyle yeniden düzenlenmesi, bütün mevzuattaki “iç tehdit” vb. kavramların buna uyarlanması, 

- Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine, kendi Kanunu dışında, diğer kanun,437 yönetmelik, ve genelgelerle verilen görevlerin günün şartlarına uygun olarak gözden geçirilerek yeniden düzenlenmesi ve MGK Genel Sekreterliğin sivilleşme sürecinin tamamlanması, 

- Türkiye'de darbe kültürünün sona erdirilmesi amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu Başkanlığınca okullarda ve üniversitelerle, askeri 
okullarda, sivil ve demokratik bir anlayışın geliştirilmesi için kişi hak ve hürriyetleri, demokrasi ve insan hakları kavramlarının geniş şekilde işlenmesi hususunda Milli Eğitim müfredatında gerekli değişikliklerin yapılması, mevcut ders kitaplarında yer alan metinlerin demokrasi ve insan hakları açısından yeni baştan gözden geçirilmesi, darbeci zihniyetin izlerini taşıyan unsurların tamamen çıkarılması için bir çalışma başlatılması, 

- Geleceğimizin teminatı olan gençlerimizin, üniversitelerde, demokratik, çağdaş, özgürlükçü bir anlayışla yetiştirilmesi için Yüksek öğretim Kurulu 
Başkanlığının günün şartlarına uygun şekilde yeniden yapılandırılmasıyla ilgili çalışmalara destek verilmesi, 

- Milletimizin birlik ve beraberliğini, hür ve eşit vatandaşlık anlayışı içinde toplumsal barışımıza zarar veren ve Türkiye'de uzun yıllar boyunca çeşitli kesimler tarafından istismar edilen sorunların, herkesin kendisini ifade konusundaki hassasiyetleri de gözetilerek yeniden değerlendirilmesi, 

- Darbe dönemlerinde haksız mal edinimleri olan kişilerle ilgili araştırma yapılması önündeki yasal engellerin kaldırılması, 

- Darbe dönemlerinde çıkarılan TSK İç Hizmet Kanunun 35’inci maddesi derhal kaldırılmalıdır. Buna bağlı olarak çıkarılan İç Hizmet Yönetmeliğinin ilgili 
maddeleri de iptal edilmelidir. Darbe dönemlerinde uygulamaya konulan TSK mevzuatının özellikle personel istihdamı, terfi ve göreve son vermeyle ilgili 
maddelerinin hukuk normlarına göre yeniden düzenlenmesi, 

- Güvenlik birimlerinin mevzuatında demokrasi ve insan hakları ihlallerine sebep olabilecek net olmayan hükümlerin ilgili Bakanlıklar ve teşkilatları tarafından 
incelenmesi ve mahzurlu unsurların giderilmesi, 

- Orduya siyaseti sokmadan gerekli hukuki düzenlemeler yapılarak Genelkurmay Başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması, 

 - Askeri bürokrasinin yasama, yürütme ve yargıya müdahalesinin önünün alınması için gerekli hukuki ve cezai yaptırımlar içeren yasal düzenlemelerin yapılması ve darbelerin demokrasi suçu sayılması, 

- Askeri mevzuat içerisinde yer almaması gereken ticari faaliyetlere konu olan ve ordunun da kamuoyu nezdinde imajını zedeleyen OYAK vb. kurumların 
Türk Ticaret Kanunu hükümlerine uygun hale getirilerek, orduyla hukuki bağının kesilmesi, 

- Türkiye’de sivil ve askeri harcamaları millet adına, millet iradesini temsil eden TBMM adına görev yapan Sayıştay tarafından şeffaf bir şekilde incelenip, 
bu konularla ilgili lüzumu halinde Meclise bilgi verilmesi, 

- Banka lisansları her türlü siyasi etkiden uzak olarak, objektif şartlar çerçevesinde, bağımsız kurullarca verilmesi, 

- Gerek Meclis İçtüzüğünde gerekse de 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nda ve ilgili mevzuatta gerekli değişiklikler yapılarak, banka sırrı, müşteri sırrı veya ticari sır niteliğindeki bilgilerin, istenmesi halinde, Meclis Araştırma Komisyonlarına verilebilmesi için gerekli hukuki düzenlemelerin yapılması, 

- Kamuoyunda illegal yapılanmalar olarak bilinen JİTEM, kontrgerilla, derin devlet gibi kavramların karşılığı olan kurum veya kuruluşların, uluslararası 
savunma örgütleriyle ilişkileri varsa incelenmesi, 

- 28 Şubat sürecinde kapatılarak mallarına el konulan vakıflara ait taşınır ve taşınmazlarının iadesi konusunda Vakıflar Genel Müdürlüğünce bir çalışma 
yapılması. 

BÖLÜM DİPNOTLARI ;


341 Altan, Mehmet; Darbelerin Ekonomisi, 7. Baskı, Hemen Kitap Sis Yay., İst., 2012, s. 151. (Altan, Darbeler) 
342 Karaçor, Zeynep; “Enflasyonun Kültür ve Geleneği: Türkiye Ekonomisi Üzerine Bir Analiz”, Türkiye Ekonomisi, Ed. Ahmet Ay, Çizgi Yayınları, 
Konya, 2007, s. 119. 
343 Şahin, Hüseyin; Türkiye Ekonomisi, 3. Baskı. Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa, 1995, s. 229. 
Akaryakıt istikrar fonu %10’dan %25’e çıkarılmış, fakat daha sonra petrol şirketlerinin itirazları üzerine bu oran sıfırlanmıştır. 
344 Şahin, s. 230. 
345 Karluk, Rıdvan. Türkiye Ekonomisi, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1996, s. 415. 
346 Korkmaz, Esfender,“5 Nisan Kararları Ekonomiyi Daha Çok Rayından Çıkardı”, Dünya Gazetesi, 5 Nisan 1995, s. 2. 
347 DTM , 1997 Yılı Başlıca Ekonomik Göstergeler. Ekim-Kasım 1997, s. 50. 
348 Demir, Murat; Türkiye’de Kamu Borçlarının Gelişimi ve Sürdürülebilirliği, Çizgi Kitabevi, Konya, 2009, s. 84. 
349 Karaçor, s. 122. 
350 Doğan, Adem; “Demokrasi ve Ekonomik Gelişme” Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı 25, 2005, s. 10. 
351 Doğan, s. 5. 
352 Seviğ, Veysi. Mali Kriz Ortamında Uygulanan Ekonomi Politikalarının Hukuksal Boyutları, Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz, XII. 
Türkiye Maliye Sempozyumuna Sunulan Tebliğ. Belek-ANTALYA: 14-17 Mayıs1997, s. 2. 
353 Rant kollama, bireylerin devletten ekonomik, mali ya da sosyal nitelikli bir transfer elde edebilmek için lobicilik yaparak kaynak israf edici harcamalarda 
bulunması şeklinde tanımlanabilir. Rant kollama terimi ilk kez 1974 yılında Anne Krueger tarafından kullanılmıştır (Krueger, 1974). 
354 Demir, Murat ve Sever Erşan; “Kamu Harcamalarının Gayrisafi Yurt İçi Hasıla ve Faiz Oranları Üzerindeki Etkisi”, Selçuk Ünv. Sosyal Bilimler 
Meslek Yüksekokulu Dergisi, Cilt: 8, Sayı:1-2, 2005, s. 152 
355 Buchanan James, “Rant Kollama ve Kar Kollama” (Çev. Aytaç Eker), İçinde: Aytaç Eker ve Coşkun C. Aktan, Politik Yozlaşma ve Rant Kollama, Ankara, 
Takav Matbaası, 1994, s. 283 
356 Demir, Sever, s. 153. 
357 BDDK, “Krizden İstikrara Türkiye Tecrübesi”, BDDK Çalışma Tebliği, BDDK Yayn, Üçüncü Baskı, Ankara 2010, s. 10, (BDDK, Tebliğ). 
Ersel, Hasan ve Kumcu, M. Ercan. “İstikrar Programı ve Kamu Dengesi”, Türkiye İçin Yeni Bir İstikrar Programına Doğru, İstanbul: TÜSİAD Yay. No:T/95, 1995, 
s. 149 ABD’de Clinton yönetiminin önerdiği sağlık reformu, kamu açıklarına yol açacağı gerekçesiyle tepki görmüş, piyasanın olumsuz tepkisi üzerine reform 
değiştirilmiş ve uygulaması geciktirilmiştir. 
358 Ersel, Kumcu, s. 149. 
359 Demir, s.121. 
360 Uluatam, Özhan, Makro İktisat. Genişletilmiş 7. Baskı. Ankara: Savaş Yayınları, 1993, s. 302 
361 Büyükdeniz, Adnan: Türkiye’de Faiz Oranları, İstanbul, Bilim ve Sanat Vakfı Yayınları, 1991, s. 22 
362 Yıldırım, Kemal ve Karaman, Doğan: Makro Ekonomi, Eskişehir, Eğt. Sağ. ve Bil. Arş. Çalş. Vakfı, 1999, s. 76 
363 Dufey, Gunter ve Giddy, Ian H. International Money Markets, , Prentice Hall International Inc., New Jersey, 1994, s. 131 
364 Sever, Demir, s. 54. 
365 Vasicek, Oldrich Alfons, “The Economics of Interest Rates”, Journal of Financial Economics, Vol. 76., 2005, s. 293. 
366 Caporale, Guglielmo Maria; Williams, Geoffrey “Long-term Nominal Interest Rates and Domestic Fundamentals”, Review of Financial Economics, 
Vol. 11., 2002, s. 128 
367 Edwards, Sebastian; Khan, Mohsin S (1985) “Interest Rate Determination In Developing Countries:A Conceptual Framework”, NBER Working Paper No: 
1531. http://papers.nber.org/papers/w1531.v5.pdf, s. 4 
368 Poddar, Tushar; Goswami, Mangal; Solé, Juan and Icaza, Victor Echévarria “Interest Rate Determination in Lebanon”, 
April, IMF Working Paper. 2006, s. 5. 
369 Yabancı paranın forward değerinin spot değerinden daha yüksek olması durumudur. 
370 Dua, Pami; Pandit, B.L.;“Interest Rate Determination in India: Domestic and External Factors” Journal of Policy Modeling Vol.24. ,2002, s. 874 
371 Acar, Mustafa, Güncel İktisadi Tartışmalar, Orion Kitabevi, Ankara, 2009, s. 82 
372 Yıldırım, Karaman, s. 76. 
373 Yeldan, Erinç; Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, 7. Baskı, İletişim Yay., İstanbul, 2003, s. 157 
374 Nitekim Komisyona bilgi veren Sayın Ahmet ERTÜRK de söz konusu çarpıklığı “…Biliyorsunuz, İstanbul Sanayi Odasının her yıl yayınladığı 500 büyük firma 
listesi vardır. O yıllarda, 500 büyük firma içinde yer alan 468 özel sektör firmasının -onların içinde çünkü kamu kuruluşları da yer almaktadır- bilançolarına 
baktığımızda, faaliyet dışı kârları yani faiz gelirlerinin net bilanço kârlarına oranı şöyle bir seyir izlemiştir: 1990’da yüzde 33’tür bu, 1996’da yüzde 52’ye 
çıkmıştır, 99’da yüzde 219’a yükselmiştir. Yani şu demektir: Siz 100 liralık bilanço kârını… Yani normal faaliyetlerinizden elde edilen kâr varsa 220 lira da 
faiz gelirlerinden kâr elde etmişsiniz. 99’un bu çok çarpık bir rakamı. 96’da bu 52 lira olmuştur. Yani 100 liralık faaliyet gelirinin 100 liralık bilanço gelirinin 
52 lirası faaliyet dışı gelirlerden yani faiz gelirlerinden oluşmuştur. Bu ne demektir? Bu, özel sektör işletmelerinin ellerindeki nakit kaynakları üretime ve 
yatırıma değil devlet iç borçlanma senetlerine yatırmaları anlamına gelmiştir. Devlet iç borçlanma senetleri yoluyla elde edilen borç ise bütçenin finansmanına 
harcanmıştır. Yani böyle bir kısır döngü içinde o yılları yaşadık. Yine o 468 özel sanayi işletmesinde, 90’la 99 arasında ortalama yıllık yüzde 18,7 reel artış 
göstermiştir faaliyet dışı gelirler. O yıllarda Türkiye’nin reel büyümesi yüzde 3,1’dir. Yani ülkenin milli geliri reel olarak yüzde 3,1 artarken 468 özel sektör 
işletmesi ki bu neredeyse Türk sanayisinin tamamını temsil eden işletmelerdir, bunların faaliyet dışı gelirleri, reel olarak yüzde 18,7 yükselmiştir. Şimdi, bu 
çarpıklıktan en çok yararlanan sektör bankacılık kesimi olmuştur. Bankacılık kesimi de…. Ya da şöyle düzeltelim: Bankacılık kesimi de en az özel sektör 
işletmeleri kadar, ondan da daha fazla bu çarpıklıktan menfaat sağlamışlardır. Ama bu, aynı zamanda, diğerlerinde olmayan, bankalar için geçerli olan önemli 
bir risk unsurunu da üstlenmiş olmaları anlamına gelmiştir. Bu risk, kur riskidir, faiz riskidir, likidite riskidir. Yani bankalar yüksek faizli enstrümanlara 
kaynaklarının önemli bir bölümünü aktarırken aynı zamanda bir faiz riskine, bir kur riskine ve bir likidite riskine maruz kalmışlardır. Nitekim, bu riskler 
gerçekleştiğinde 25 tane banka maalesef batma durumuna gelmiştir…” şeklinde ortaya koymuştur.
375 Akdiş, Muhammed, Faiz Politikalarının Enflasyon Üzerindeki Etkileri ve Türkiye, Ankara, Yimder Yayınları, 1995, s. 149 
376 Büyükdeniz, s. 83 
377 Tarı Recep ve Kumcu Funda Serâ, “Türkiye’de İstikrarsız Büyümenin Analizi (1983-2003 Dönemi)” Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 
Dergisi Cilt:9 2005, s. 156. 
378 Ay, Ahmet, “Tarihsel Süreç İçerisinde Türkiye’de Büyüme”, Ed. Ahmet Ay; Türkiye Ekonomisi, Çizgi Kitabevi, Konya, 2007, s. 30 
379 Şiriner, İsmail ve Doğru.Yılmaz; “Türkiye Ekonomisinin Büyüme Dinamikleri Üzerine Bir Değerlendirme", Yönetim Bilimleri Dergisi, 2/3, 2005, s. 172. 
380 Sever, Erşan, Finans, Dış Ticaret ve Büyüme İlişkisi: Türkiye Analizi, Çizgi Kitabevi, Konya, 2009, s. 212. 
381 Şiriner, Doğru, s. 172. 
382 Yeldan, s. 49 
383 Tarı, Kumcu, s. 160. 
384 Acar, s. 51-52.
385 Sever, s. 33.
386 Sever, s. 117.
387 Kanunun 4. maddesine göre “Türkiye’de bir bankanın kurulması veya yabancı ülkelerde kurulmuş bir bankanın Türkiye’de açacağı ilk şubesi için Bankalar 
Kurulu’ndan izin alınması şarttır”.
388 Hasan ve Mehmet Reşat Karamehmet'lerin Park Yatırım Bankası, Halis Toprak'ın Toprakbank’ı, Mustafa Süzer'in Konut Endüstri ve Ticaret Bankası – 
Kentbank’ı, İbrahim Betil'in Bank Ekspres’i ile Doğan Grubu'nun Alternatif Bank'ına banka kurma izni verilmiştir.
389 Ural, Mert; “Finansal Krizler ve Türkiye”, Dokuz Eylül Ünv. İİBF Dergisi, Cilt:18, Sayı:1, 2003, s. 15
390 Kırıt Emrah, Anayasal Açıdan BDDK, İstanbul 2007, s. 125
391 Derviş, Kemal; “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”, 14 Nisan 2001, s. 6.
392 BDDK, Tebliğ, s. 9.
393 Toprak Metin, Demir Osman, Türk Bankacılık Sektörü: Sorunlar, Krizler, Arayışlar, Cumhuriyet Üniversitesi İİBF Dergisi, C. 2, S. 2, 2001, s. 9.
394 BDDK, Tebliğ, s. 12.
395 Nitekim, Komisyonumuza bilgi veren Sayın Ahmet ERTÜRK de bu durumu “…. Banka sisteminin çöküşü -ki 28 Şubat sürecinin en çarpıcı olgularından 
birisidir- bir sonuçtur. 90’larda meydana gelen bu çöküş ve 2000’lerin başına kadar sirayet eden bu çöküş yine 90’lı yıllarda devam eden yanlış ekonomik 
politikaların, yine biraz önce değindiğimiz olumsuz siyasi şartların ve yönetim tarzlarının ortak bir sonucudur.” şeklinde özetlemiştir.
396 BDDK, Tebliğ, s. 16.
397 Ülkemizde yaşanan yolsuzlukların sebeplerinin, sosyal ve ekonomik boyutlarının araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla verilen 
önergeler çerçevesinde Meclis Genel Kurulu’nun 07/01/2003 tarih ve 755 sayılı kararı ile Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuş ve söz konusu karar 09/01/2003 
tarih ve 24988 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. “Yolsuzlukların Sebeplerinin, Sosyal ve Ekonomik Boyutlarının Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin 
Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu”nda Türkbank ihalesi ile ilgili olarak (s. 717);
“…20. Yasama döneminde 9/43 esas numaralı soruşturma komisyonu kurularak, soruşturma sonucunda 8/7 oy çokluğu ile TCK 240. m. uyarınca Görevin Kötüye 
Kullanılması suçundan Yüce Divan’a sevkine gerek olmadığına dair karar ile sonuçlandırılmış ise de, Devlet Denetleme Kurulu raporunun Meclis Soruşturma 
Komisyonu’nun kararından sonraki bir tarihe rastlaması, yine ihale süreci ile ilgili yapılanların ihaleye müdahale anlamını taşıdığı açık olduğundan ve sonradan 
elde edilen yeni deliller ve komisyonumuzca bilgisine başvurulan Mesut Yılmaz’ın kusurlu olduğunu kabul ettiğine ilişkin beyanlarından, Korkmaz Yiğit ve Hayyam 
Gariboğlu ve Güneş Taner’in cevapları doğrultusundaki, raporda yer alan belge ve bilgiler, Karara muhalefet eden üyelerin gerekçelerinin daha haklı 
mesnetlere dayandığı, Suçun niteliğinin TCK 240 anlamında olmayıp Başbakan ve ilgili bakanın “500 000 000 dolardan aşağı verirseniz iptal ederim” 
diyerek ihaleye direkt müdahalede bulundukları, ihaleye katılanlardan biri hariç hepsi ile görüştükleri, birinden aldığı bilgiyi bir başkasına aktardıkları, 
raporun bu doğrultuda hazırlandığı halde kararın fiile uygun olmadığı,Bu haliyle, mülkiyeti TMSF’na ait olması sebebiyle devlet malı olduğunda kuşku 
bulunmayan Türkbank’ın ihalesinde (Kapalı teklif usulü arttırma) anlatılan şekildeki eylemlerle ihale sürecinde, malın satımında ve değerinde fesat oluşturacak 
ilişki ve görüşmelere girilmesinin, Mesut Yılmaz ve Güneş Taner bakımından, TCK’nun 205 inci maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği…” 
gerekçeleriyle, dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz ve Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner haklarında TCK 205 inci maddesinde tarif edilen devlet 
hesabına yapılan alım-satıma fesat karıştırma suçunu oluşturacağı düşüncesi ile haklarında Anayasanın 100, İçtüzüğün 107 nci maddeleri uyarınca 
Meclis Soruşturması açılması gerektiği sonucuna varılmıştır. Bu çerçevede, TBMM’nin 9.12.2003 günlü, 790 sayılı kararı ile kurulan 9/5-6 Esas numaralı 
Meclis Soruşturması Komisyonu’nun 25.6.2004 günlü, E:A.01.1.GEÇ.9/5,6-143, K:8 sayılı raporu, TBMM Genel Kurulu’nun 13.7.2004 günlü 114. birleşiminde 
görüşülerek, eski Başbakan Ahmet Mesut Yılmaz ve eski Devlet Bakanı Güneş Taner’in; Türkbank ihalesi sürecinde, ihalenin yapımında ve fiyat oluşumunda 
fesat karıştırmak suretiyle güdümlerinde bir medya düzeni kurmak için tüm organizasyonları gerçekleştirdikleri, böylece siyasi rant amaçladıkları, ayrıca, 
Türkbank ihalesi ile doğrudan ilişkisi bulunmayan üçüncü şahıs konumundaki Kamuran Çörtük’e, ihalede üstlendiği aracılık misyonunun karşılığı olarak, 
Genç TV’nin bedelsiz olarak verilmesini sağladıkları ve bu eylemlerine uyan Türk Ceza Kanunu’nun 64. maddesinin birinci fıkrası delaletiyle, aynı Kanun’un 
205., 219/1-4. ve 33. maddelerine göre yargılanmak üzere Anayasa’nın 100. maddesi uyarınca Yüce Divan’a sevkine 3 çekimser ve 15 red oyuna karşı 
429 kabul oyuyla karar verilmiştir. Bu karar, 9/5-6 Esas sayılı Meclis Soruşturma Komisyonu Raporu ile bağlı dosyalar TBMM Başkanlığı Genel Sekreterliği’nin 
16.7.2004 günlü K. K. Md. A. 01.0.GNS. 0.10. 00.02-6780 sayılı yazısı ekinde Yüce Divan Başkanlığı’na (Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na hitaben) 
gönderilmiştir.
Anayasa Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda ise, 23/06/2006 tarihli ve E:2004/2, K:2006/3 sayılı karar ile, “…davada zamanaşımı olmadığına…” 
ve “…Dosyadaki delillerin değerlendirilmesi sonucu, sanıkların eylemlerinin, 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 240 ıncı maddesine uymasına, 
23 Nisan 1999 tarihinden önce gerçekleştirilmiş olmasına ve görevi kötüye kullanma suçunun 21.12.2000 günlü, 4616 sayılı Yasa’nın 1 inci maddesinin 
5 inci bendinde sayılan kapsam dışı suçlar arasında yer almamasına göre, 4616 sayılı Yasa’nın 1 inci maddesine 4758 sayılı Yasa ile eklenen 4 üncü 
bend uyarınca, davanın kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine…” oyçokluğu ile, “…suçla ilgili dosya ve delillerin, dava zamanaşımı süresi sonuna 
kadar muhafaza edilmesine ve yargılama giderinin kamu üzerinde bırakılmasına…” ise oybirliği ile karar verilmiştir.
398 Müderrisoğlu, Okan; “28 Şubat’tan Kalan Fatura: 52 Milyar Dolar”, Sabah Gazetesi, 7 Mayıs 2012.
399 BDDK, Tebliğ, s. 12
400 23/06/1999 tarihli ve 23734 sayılı RG.
401 31/12/2005 tarihli ve 26040 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 
402 01/11/2005 tarihli ve 25983 mükerrer sayılı Resmi Gazete. 
403 http://www.bddk.org.tr/WebSitesi/turkce/Raporlar/Diger_Raporlar/15279C8914BD.pdf 
404 Bu çerçevede, sorunlu bankaların çözümlenmesinde TMSF tarafından gerçekleştirilen işlemler hakkında gerek kamuoyunun tam ve doğru bilgilendirilmesi, gerekse bu süreçte yaşanan zorluklar ile edinilen bilgi ve 
deneyimlerin yazılı hale getirilerek kamuoyu ile paylaşılması amacıyla 2006 yılında Fon bünyesinde “Raf Temizliği Projesi” başlatılmış, bu kapsamda 1994-2003 yılları arasında yönetim ve denetimi Fona devredilen ve 
Fon tarafından devir, birleşme, satış ve tasfiye yoluyla banka çözümleme sürecine alınan toplam 25 banka ile ilgili (Egebank, İnterbank, Etibank, İktisat Bankası, Toprakbank, Egsbank, Yurtbank, Bank Ekspres, Esbank, Bank 
Kapital, Pamukbank, Demirbank, Ulusal Bank, Türk Ticaret Bankası, Yaşarbank, Sitebank, Tarişbank, Kentbank, Sümerbank, Bayındırbank, Marmarabank, Impexbank, Kıbrıs Kredi Bankası, TYT Bank, ve İmar Bankası) her 
banka için ayrı bir kitap hazırlanmış ve bankaların çözümleme süreçleri kronolojik olarak tüm detaylarıyla incelenmiş, bankaların Fona devir sebepleri ve kullanılan istismar yöntemleri, çözümleme ve geri kazanım 
faaliyetleri, mali bünyelerini rehabilite etme, satış, devir ve birleştirme gibi çözümleme adımları ve hukuki süreçleri ortaya konulmuş, Proje kapsamındaki kitaplar ise, e-book olarak www.raftemizligi.com adresinde 
yayınlandığı gibi, kitaplarla ilgili güncellemeler de yapılmaya devam etmektedir. 
Yine Pamukbank’ın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna (Fon) devredilmesiyle ilgili iddiaların, Fon’a devredilen bankalar ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) faaliyetlerinin, Tarişbank’ın Fon’a devrinin ve 
satışının, bankacılık ve finans sektöründe yaşanan sorunların ve BDDK’nın T. İmar Bankası yönetimine el konulması sürecinin incelenmesi amacıyla verilen önergeler çerçevesinde Meclis Genel Kurulu’nun 28/10/2003 
tarih ve 25273 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 784 sayılı kararı ile Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuş ve Komisyon özellikle Fon’a devredilen bankalar konusunda inceleme ve değerlendirmede bulunarak, bankacılık ve 
finans sektöründe yapılması gereken düzenlemeler ve alınması gereken önlemlerle ilgili önerilerine ilişkin raporunu 26.05.2004 tarih ve 4 sayılı karar ile Meclis’in takdirlerine sunmuştur. Söz konusu Rapor’da finansal 
sektörün ekonomik büyümeye ve ulusal refah düzeyinin artırılmasına katkı sağlamasına yönelik hale getirilebilmesi için makroekonomik istikrar ortamının sağlanması, etkin gözetim ve denetimin sağlanması, kamu 
bankalarının, özel bankaların, kalkınma bankasının yeniden yapılandırılması, bankacılık sisteminde yer alan sağlıksız unsurların temizlenmesi dikkati çeken önemli değerlendirme ve önerilerden bazılarıdır. Bu kapsamda 
yine bankacılık, TMSF ve mevduat sigortasına, finansal sistemin denetlenmesine, bankaların bilgi işlem sistemlerinin denetlenmesine, bağımsız denetime, BDDK tarafından banka yönetimine atanacakların 
yapacakları raporlamalara, sermaye piyasalarına, sigortacılığa ve diğer finansal kuruluşlara ilişkin değerlendirme ve önerilere yer verilmiştir. 

Benzer şekilde ülkemizde yaşanan yolsuzlukların sebeplerinin, sosyal ve ekonomik boyutlarının araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla verilen önergeler çerçevesinde Meclis Genel Kurulu’nun 
07/01/2003 tarih ve 755 sayılı kararı ile Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuş ve söz konusu karar 09/01/2003 tarih ve 24988 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Komisyon, para, bankacılık, hazine işlemleri, gümrük, 
sermaye piyasası kurumu ve merkez bankası; enerji yapım, ihale işlemleri, ulaştırma, milli savunma, ilgili üst kurullar, yerel yönetimler; sağlık, sosyal güvenlik ve özelleştirme ile adalet, içişleri, tarım ve köyişleri 
bakanlıkları, üniversiteler, dernekler, Türkiye tarım kredi kooperatifleri, vakıflar genel müdürlüğü ve diğer konular ile ilgili çeşitli alt komisyonlar kurmak suretiyle, ülkemizde yolsuzluğa yol açan yönetsel, yapısal ve 
toplumsal nedenleri belirlemiş, bunların yol açtığı sorunları tartışmış, genel ve özel çözüm önerileri getirmiştir. 
405 BDDK, Tebliğ, s. 36 
406 Coşkun Metin, Para ve Sermaye Piyasaları, Detay Yayıncılık, Ankara 2010, s. 105. 
407 Özel, Mustafa; Devlet ve Ekonomi, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 31. 
408 Başkaya, Fikret, Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi; Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Birlik Yayınları, Ankara 1986, s. 259. 
409 Altan, Mehmet; Süperler ve Türkiye, İstanbul: Afa Yayınları, 1986, s. 109. (Altan, Süperler). 
410 Nitekim Ezgi GÜRSES de “28 Şubat Demokrasi Ters Şeritte” adlı çalışmasında (sh. 194-195) 28 Şubatın Cumhuriyet tarihi boyunca ekonomik ve siyasi bakımdan ayrıcalıklı bir kesimin, bürokrasinin ve devletle organik 
ilişki içindeki büyük sermayenin, yeni gelişen toplumsal güçlere karşı giriştiği bir tasfiye operasyonu olarak okunabileceğini ifade etmiştir. Yazar, bu durumu “Özal’lı yıllarda başlayan girişimciliği teşvik etme ve ekonomiyi 
dışa açma politikaları 1990’lı yıllardan itibaren geleneksel “merkez”in dışında, yani “devlet”ten nispeten bağımsız oluşan ve adına kısaca “Anadolu sermayesi” dediğimiz yeni bir iktisadi gücün ortaya çıkmasını 
kolaylaştırmıştır.”İslamcı siyaset”in o dönemde yükselişe geçmesi de bir yanıyla bu ekonomik dinamikle bağlantılıdır. Ne var ki, bu yükseliş geleneksel kayırmacı ekonomik sistem içinde devletle işbirliği halinde 
palazlanmış olan yerleşik ve daha “büyük sermaye”yi ciddi olarak kaygılandırmıştır. Bu çevreler Refah Partisi iktidarının kendileri aleyhine olarak bu “kenar” gücünü destekleyeceğinden endişe etmişlerdir. Nitekim RP’nin 
büyük ortağı olduğu hükümetin ekonomi alanında izlediği kimi politikalardan “büyük sermaye”nin rahatsızlık duyduğunu ve bunu kontrol ettiği merkez medya aracılığıyla dışa vurduğunu biliyoruz. Büyük ölçüde bu nedenle 
devlet eliyle dağıtılan ranttan kendisinin artık yararlandırılmayacağı, dolayısıyla geleneksel avantajlı pozisyonunu ve “seçkin” sınıfsal statüsünü kaybedeceği endişesine kapılan “büyük sermaye”, RP-DYP 
koalisyonuna sert bir muhalefet yürütmeye başlamıştır” şeklinde özetlemiştir. (Ezgi GÜRSES, 28 Şubat-Demokrasi Ters Şeritte, İstanbul 2012) 
411 Söz konusu şirketlerden biri de Kayserili işadamları tarafından kurulan Dost Sigorta şirketi olmuştur. Söz konusu şirkete ve çalışanlarına yönelik olarak şirket kurucuları (Mustafa Tekeli, Saffet Arslan) tarafından 
18.10.2012 tarihinde Komisyonumuza verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere emniyet ve yargı ayaklı bir çok baskı uygulanmış ve sonuç olarak şirket feshedilmek zorunda kalınmıştır. Bu durumun etkileri Komisyona bilgi 
veren Saffet Arslan’ın ifadelerine “...Bu tutuklanıp bırakıldıktan sonra ben işi tamamen bıraktım. Kendimde bir enerji, bir gayret göremiyordum. Hep önüme benim her şeyimi feda etmek istediğim devletin, sebepsiz, gereksiz, 
ölçüsüz tutuklaması geliyordu ve kendimi güvende bağlanacak bir ülkede hissetmiyordum gibi. Acaba ülkemi değiştirsem, Türklükten çıkmak aklıma gelmiyor da ülkeyi değiştirmek aklıma geliyor ve ben o zaman ölçülebilir 
rakamlar vermek istiyorum:1200 kişi çalışan İpek Mobilyayı 450 kişiye düşürdüm ve hala daha İpek Mobilya eski formunu yakalayabilmiş değil…” şeklinde yansımıştır. 
412 Yaşar, Süleyman, “28 Şubat’ın Halka Maliyeti Ne oldu?”, Sabah Gazetesi, 7 Mart 2012. 
413 Acar, Mustafa, “Bir Ekonomik ve Siyasi Karabasan: 28 Şubat Süreci”, Gündem, 28.02.2012. 
http://acar.aksaray.edu.tr/agenda.asp?ShowDetail=Yes&AgendaId=100 
414 Acar, Mustafa, “Bir Ekonomik ve Siyasi Karabasan: 28 Şubat Süreci”, Gündem, 28.02.2012. 
http://acar.aksaray.edu.tr/agenda.asp?ShowDetail=Yes&AgendaId=100 
415 Parla, Taha; “Türkiye'de Merkantilist Militarizm 1960-1998”, Birikim, Sayı 160-161, Ağustos-Eylül. 2002, s. 204 
416 Akça, İsmet; “Kollektif Bir Sermayedar Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri”, Birikim, Sayı 160-161, Ağustos-Eylül.2002, s. 227. 
417 Parla, s. 205. 
418 Akça, s. 250. 
419 Akça, s. 252. 
420 Akça, s. 11. 
421 Akça, s. 12. 
422 Yay, Gülsün Gürkan, Enflasyonu Düşürme Politikalarının Maliyetleri: Teori, Uygulama ve Türkiye, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, Sayı:184, 
Temmuz 2001, s. 77 
423 Hazine Müsteşarlığı, Borç Yönetim Raporu, Nisan 2003, s. 20. (Hazine, Borç Yönetim). 
424 Celasun, Merih: “2001 Öncesi ve Sonrası: Makroekonomik ve Mali Bir Değerlendirme”, 
www.econ.utah.edu/~ehrbar/erc2002/pdf/i053.pdf, s. 16. 
425 Hazine, Borç Yönetim, s. 20. 
426 Eğilmez Mahfi, Kumcu Ercan, Ekonomi Politikası Teori ve Türkiye Uygulaması, 2. Baskı, Om Yayınevi, İstanbul 2002: s. 274. 
427 Uygur, Ercan: “Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım ve 2001 Şubat Krizleri” TEK Tartışma Metni, 2001, 
http://www.tek.org.tr/dosyalar/KRIZ-2000-20013.pdf, s. 23. 
428 Celasun, s. 16. 
429 Kalkınma Bakanlığı, 1996-2001 Döneminde Yaşanan Krizler ve Etkileri Raporu, Ankara, 2012, s. 10. (Kalkınma, Rapor). 
430 Kalkınma, Rapor, s. 10. 
431 BDDK, Tebliğ, s. 13.
432 TCMB, Elektronik Veri Dağıtım Sistemi, 2006, http://www.tcmb.gov.tr/, s. 49. 
433 Acar, s. 83. 
434 BDDK, Tebliğ, s. 57. Zira Komisyona bilgi veren Sayın Ahmet ERTÜRK bu durumu “…Halk Bankası ve Ziraat Bankası görev zararı diye milyarlarca dolar 
zarara uğradılar ve biraz sonra vereceğim ama öncelikle bu rakamı telaffuz etmek istiyorum, o gün sadece kamu bankalarını ekonominin içinde tutmak için, 
tekrar ayakları üstünde çalışır hâle getirmek için 23 milyar dolar para aktarıldı…” şeklinde ifade etmiştir. 
435 BDDK, Tebliğ, s. 29. 
436 Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonuna Sunulan Rapor, 2012, s. 2 
437 TRT Kanunu’nun 15’inci Maddesi gibi. 


***